28 Aralık 2021 Salı

günün sorusu: önce - sonra

önce heyecanlanır, ardından kızarmak, kalbin çırpınması, sesimizi yitirmek gibi bir takım bedensel tepkiler mi veririz? yoksa beynimiz verdiğimiz bu bedensel tepkilere bakar ve bu durumu heyecan olarak mı yorumlar?

26 Aralık 2021 Pazar

sokak lambaları

son günlerde sokak lambalarını düşünüyorum. üniversiteli zamanlarımdaki gibi değil ama. o zamanlar, "şehrin son sokağında son sokak feneri gibi" hissederdim kendimi ve bu şekilde hissetmenin havalı bir şey olduğunu sanırdım. şimdi ise herkes gibi olduğunu biliyorum. sıradan...

sabah olmuş, gün aydınlanmış ama nedendir bilinmez yanmaya devam eden sokak lambaları var gözümün önünde. sokakta, tren istasyonlarında, bomboş peronlarda, alış veriş yerlerinin uçsuz bucaksız park yerlerinde artık ihtiyaç duyulmadığı halde yanıp duruyorlar.

hâlâ geceymiş, varlıkları işe yararmış, saltanatlarının sona erdiğinden habersizmiş gibi yapıyorlar. 

güneş doğmak üzere veya yoğun bir sis tabakasına söz geçirmeye çalışmakta ama ışık gelmiş, geceye son vermiş. belki de güneş, sokak lambaları bu durumu kabullensinler, artık gereksizleştikleri ve sona erdikleri fikrine alışsınlar diye biraz ağırdan alıyor. 

onlar da yanmaya devam ediyorlar. görevli kapatmayı unutmuş, 'kapan' komutunu verecek bilgisayar bozulmuş ya da işlerinin bittiğini anlamayı sağlayan gün ışığı alıcılarında bir sorun var.

fakat onlara ihtiyaç yok. yanmaları gereksiz. hatta saçma. boşuna yandıkları için suçlayabilirsiniz bile. biraz komik, biraz zavallı.

hem komik hem zavallı olan her şey gibi hüzünlü.

tam bu sırada bir kadınla bir erkek görüyorum sokak lambalarının solgun ışığında. yan yana değiller. birbirleriyle ilgili de. birbirlerini tanımıyorlar bile. bu bir başlangıç olmadığı için de tanımayacaklar.

kadın yakınlarda oturuyor ve kendisini işe götürecek otobüsü bekliyor. adam ise evine dönmeye çalışıyor. aklında yatağı var. yatacak ve son gecenin uykusuzluğunu, yolların yorgunluğunu uyuyacak.

kadın ise çalışma arkadaşını düşünüyor. gülümsemesi geliyor aklına, ürperiyor. sabah serinliğinden olmadığını bir o, bir de biz biliyoruz. "bugün," diyor. "çıkıp karşısına, beni seviyor musun, diye soracağım."

bu soruyu sormaktan çok korkuyor, soramamaktan da. tıpkı alacağı cevabın, "evet" olmasından korktuğu gibi. ve "hayır" olmasından.

sonra sokak lambalarını fark ediyor. kendilerini hiçe sayan gün ışığına hâlâ direniyorlar. iki ışığın birbirini dışlamadığını, birlikte var olduğu ama birbirine karışmadığını. 

18 Aralık 2021 Cumartesi

ebedi ergenlik

mustafa dayım gazetede okuduğu, özetle, "insanlık, tarihin ölçeğine vurulduğu takdirde dört yüz yılda olması gereken teknolojik gelişimi neredeyse son yirmi yılda yaşadı," diyen bir yazıdan bahsetmiş, ardından eklemişti: "ben kara sabanı gördüm. televizyon, bilgisayar, internet, cep telefonu derken, artık insanlarla mesafe fark etmeksizin anlık, görüntülü konuşabiliyorum. belki uçan arabaları, ışınlanmayı bile görürüm."

/bu burada dursun. çünkü asıl konuya henüz girmedik./

daha önce söylemiştim: kadınlar çocukluklarından itibaren kadındır, erkekler ise kaç yaşında olursa olsunlar hâlâ çocuk...

/okuru daha önce yazdıklarım konusunda uyararak dürüst davrandığım için kendime hayran oluyorum. bu yaklaşımı javier marías'tan ödünç aldım ve benim aklıma gelmiş gibi yapmadığım için kendimi yanaklarımdan öpüyorum. elbette, "uzanıp".../

sadece teknoloji değil, sosyal hayat, öncelikler, giyim kuşam ve bir sürü şey daha değişti son yirmi yılda. mesela insan ömrü uzarken hayata başlama, işe girme, evlenme, ebeveyn olmak yaşları da büyüdü. 

/sanırım "erkeklerin geçmek bilmeyen ergenlik"ini açıklamak için yeterince veri topladık. o halde son-uç'a yürüyelim:/

eski fotoğraflara ne zaman baksam, şunu fark ederim. erkekler henüz yirmi yaşına bile gelmeden yaşını başını almış adam görüntüsü kazanmışlar. "demek ki," diyorum. "o yıllarda insanlar erken erginleşiyormuş."

ve her şey gibi 'büyüme' yaşının ötelenmesi de tarihsel akışın doğal bir sonucu. on beş yaşında olması beklenen şeylerin bir süre sonra yirmi yaşında gerçekleşmesi normalleşmiş.

söz gelimi, yirmili yaşlar gençlik sayılırken, otuzlu yaşlar da gençlik sayılmaya başlanmış. hatta kırklarında olup, "gencim, güzelim o halde neden 'kırmızı converce' giymeyeyim" diyen perçemli kadınlarla dolu etraf. diğer tarafta da, vücutlarını saran lila rengi tişörtlerle güneş gözlüklerinin arkasına saklanan abiler, amcalar.

ama mustafa dayımın bahsettiği yazının da işaret ettiği gibi her şey o kadar hızlı gelişti ki son dönemde erkekler ergenlikten çıkma şansı bulamadılar.

tam çıkacakken bir baktılar ki, bir kaç sene daha aile evindeki odalarından çıkmasalar da olur. yeni eşik geldiğinde yine aynı şey oldu. yine. yine. tıpkı zenon paradoksu'na döndü bu süreç.

hayır, "hedefe atılan bir ok asla hedefe ulaşamaz," diyen değil, "bir tavşan önündeki kaplumbağayı asla geçemez," diyen.

/çünkü tavşan kaplumbağanın bulunduğu noktaya gelinceye kadar kaplumbağa yol alır. tavşan yeni noktaya gelinceye kadar biraz daha yol alır. biraz daha. biraz daha.../

bu yüzden tabiatın tanıdığı hakla dede olabilecek yaştaki insanlar hâlâ ergen ergen dolaşıyor ortalıkta. adı da "geçmek bilmeyen ergenlik" oluyor.

12 Aralık 2021 Pazar

atışma - on dokuz

son dönemin en amerikalı yazarı paul auster'ın "belki de yaşantılar, onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini…"* dediği yerden devam ediyor filozof- şair oruç aruoba:

"Neyi ki yaşarız, onu ölürüz
- öldüğümüz de, hep, yaşadığımızdır."**


*: new york üçlemesi
**: de ki işte

10 Aralık 2021 Cuma

tehlikeli şiirler - elli beş

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
kostantinos kavafis'ten bir şiir* mesela

Birdenbire, gecenin yarısında 
can alıcı müziklerle, seslerle geçen 
görünmez çalgıcıları duyup da 
artık talihin bitti diye, yaptıkların 
çöküverdi; kanıtlandı diye 
hayatının sahteliği, sakın ağlama. 
Çok önceden hazır gibi, bir yiğit gibi, 
Vedalaş, uzaklaşan İskenderiye ile.

Hele, hiç aldatma kendini 
bu bir düştü, yanlış işittim deme 
aşağılanma böyle boş umutlar içinde. 
Çok önceden hazır gibi, bir yiğit gibi 
böyle bir kente yaraştığını belli edercesine, 
güvenli adımlarla yaklaş pencereye 
ve coşkuyla dinle, ama korkakların 
yakınmaları, yakarmalarıyla değil, 
yüreğinin derinlerini açarak bu gizemli çalgılara 
dinle canalıcı sesleri 
Ve yitirdiğin İskenderiye’ye, elveda.


*:tanrı antonius'u bırakıyor

8 Aralık 2021 Çarşamba

az

bazan düşle gerçek, hayalle hatıra karışıyor, insan anlatırken hangisi olduğuna karar veremiyor. o yüzden rüya diyelim.

/rüya demişken; dün gece nefis bir rüya gördüm. bakmayın siz benim "nefis" dediğime, sıfat seçecek olsam "ferah" derdim.

güzel bir yaz gününde, kumsalla evler arasında sınır çizgisi gibi duran bir yolda yürüyordum. yolda başkaları da vardı ama biz iki kişiydik. muhtemelen denize gidiyorduk. biraz ötedeki bir kumsala galiba. yanımda ise bana abi demesinden en çok gurur duyduğum kişi vardı. 

yol beyazdı. pamukkale'deki travertenlerin eski halleri kadar beyaz. beyazlığın, söz gelimi karı değil de travertenleri aklıma getirmesi de tabana yapılan mavi desenler yüzünden. yol dümdüz ama ressamının verdiği derinlikle travertenlerde yürüyor hissi veriyor insana. 

diğer yandan güzelim iznik çinileri aklıma geliyor baktıkça. belki de bir sicilya seyahatinden ya da endülüs gezisinden alıp getirdim. bilmiyorum./

ze. ile konuşuyoruz. konu oraya nasıl geldi bilmiyorum. ama düşündükçe anladım konu oraya gelecekti. ya da konunun oraya gelmesi gerektiğini. bakışlarında o ana kadar hiç rastlamadığım bir ifade gördüm. gitmesinin ya da gitmemin -hem ne fark eder ki- vakti gelmişti. "ben buna razı değilim," dedim.

"çünkü, ben senin nasıl sevdiğini tecrübe ettim. sen seversen ancak öyle seversin. bu ise sevmek değil. kaldı ki, ben aza, bu kadarına razı gelmem."

5 Aralık 2021 Pazar

pide

arkadaşım karadeniz kenarında büyük bir şehirde yaşıyor. bilmeyenler için söyleyeyim: karadenizin bir çok yerinde, isterseniz içini, başka bir deyişle hamur dışındaki malzemeyi evde hazırlar, sonra da hazırladığınız bu içi bir fırına götürüp pide yaptırabilirsiniz.

aramış, farketmemişim. o da telefonumun sessizde olduğunu tahmin ettiği için peş peşe mesaj atmış.

eşinin hazırladığı malzeme ile fırına gitmiş meğer. beklerken de, işi başından aşkın, canı burnunda iki çalışanın muhabbetine şahit olmuş.

"hakkı kuşbaşı pide mi istemiş?"

"bilmiyorum. ama öyle herhalde. bu arada hakkı kim?"

"tanımıyorum."

"ben de tanımıyorum."

kendimi tutamadım ve gülmeye başladım. sonra aklıma sen geldin, daha da çok güldüm.

"vnf. burada olsaydı," dedim. "hakkı benim, derdi. ayrıca pideler kuşbaşı değil, kıymalı-yumurtalı olacak, diye de eklerdi."

*

haksız sayılmaz ama biraz eksik.

ben olsam, " pideler kuşbaşı değil, kıymalı- yumurtalı olacak," dedikten sonra muhtemelen şaşkınlıkla bana bakıyor olacak o iki kişiye gülümser, "şaka yapıyorum," derdim. "vejetaryen olmasın da neli yaparsanız yapın."

3 Aralık 2021 Cuma

özel dil

ne zaman 'özel dil' mevzu bahis olsa ilk örneğim ağır roman'dır. ama ihsan oktay anar'ın kendine has bir lisanla inşa ettiği, sonra da okuru elinden tutup dolaştırdığı masal evrene hayranlığımı inkar edemem.

sene iki bin on bir... semih gümüş bir soruyla, o 'özel dil'in kaynağını ortaya çıkarıyor.

*

- türkçeyi büyük bir zenginlikle kullanıyorsunuz. kimileri dilinizin osmanlıca olduğunu sanıyor. bence kesinlikle bir kalıba sokulamaz. eski sözcüklerle örülü bu dil, yalnızca özel bir dil. ihsan oktay anar'ın özel bir dil yarattığını, dolayısıyla bir dil kalıbına dökülemeyeceğini düşünüyorum. siz ne dersiniz?

- "özel dil" kesinlikle geçerli bir deyiş, dilerim ki benim için de doğrudur. sokaktaki insan (ama her sokaktaki değil, varoşlarda ve ara sokaklarda) dili daha etkili kullanıyordu. artık pek kalmadılar. bunlar klasik argonun mucitleriydi. kelimelerin anlamları yanında etkileri de olduğunu, kime "eşek", kime "merkep" denileceğini biliyorlardı. disipline verilen öğrencisinden hapse atılan kabadayısına kadar baskı altındaydılar ve hepsi ayaklarını yere sağlam basmak zorundaydı. ağızlarından çıkacak bir tek söz bile onların kaderi olurdu. bu yüzden yakın tarih dersinde kopya çekmek veya bıçak kullanmakta olduğu kadar, dilde de usta oldular. hepsi dili "öttüren" adamlardı. bir ölçüde onlar içinde yetiştim. anlattığı dini hikayeler dinleyenleri ağlatınca keyiflenen babam, dayım kocamustafapaşalı arap ihsan'dan (ihsan kömeç), izmir-basmane doğumlu eniştem caner savtur'dan, huzur satranç kahvesi müdavimlerinden, sivas temeltepe er eğitim tugayı bando takımı'nın sabık er trompetçisi, kolordu marşını üflemekle övünen, boş arsalarda futbol oynarken âni hareketlerinden dolayı âni lakabıyla mulakkab kurtuluş özlü'den öğrendiğim şeyler az değildir.

1 Aralık 2021 Çarşamba

bir masada iki kişi: kötü

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- çok kötüsün!..

- bütün kızlar böyle der bana.

- ama...

- içten içe bu durumdan memnun olduklarını düşünüyorum. bir çeşit iltifat yani.

- değil.

- "gerçekten kötü biriysem, daha da kötü olmanın mahsuru yok," diye düşünürüm o zaman. al sana özgürlük.

*

ilki olduğunu biliyordum. bunu bilmenin beni daha kötü yaptığını da...

29 Kasım 2021 Pazartesi

dakika ve skor

"Sanırım bugüne kadar kurgu ile gerçeği birbirine karıştırdığım hiç olmadı, yine de ikisini birlikte harmanladığım zamanlar oldu, ki bu yalnız romancıların, yazarların değil, bilinen zamanımızın başlangıcından beri bir şeyler anlatan herkesin yaptığı şeydir; o bilinen zamanda herkes bir şeyler anlatıp durmuştur, yani öyküsünü hazırlamış, tasarlamış, düzenlemiş üzerinde kafayı olmuştur. Böylece, bir olayı anlatan herhangi biri yalnız o anlatışıyla onu bozup çarpmaktadır; söz, olayları yeniden aynen üretemez, o yüzden o işe hiç girişmemeli, (...)"*


*: javier marías, zamanın karanlık yüzü

26 Kasım 2021 Cuma

herkesin odası kendine

bazan olur. musa heykeli ve denizanaları bir blog yazısında bir araya gelir.

rivayet odur ki, michelangelo'nun "taştaki fazlalıkları atarak" hayat verdiği ve "musa heykeli" olarak bilinen musa'nın hükmü heykelinde tasvir edilen musa peygamber, -daha doğrusu heykel- o kadar gerçektir ki, tanrı ona can verir. gözlerini açan musa, dünyayı bulunduğu odadan ibaret sanır.

denizanalarına gelince... eğer denizanalarını bir fanusa koyarsanız okyanusta mı yoksa bir bardak suyun içinde mi anlayamaz. bulundukları yerin hacmini algılayamadıkları için dünya bu kadar zannedermiş.

benzer işler ya da paralel evrenler...

ama hem denizanaları hem musa heykeli, her ikisi de masum.

masum olmayan ise, bildiği hâlde kolayına öyle geldiği ve elde ettiği çıkar yüzünden öyleymiş gibi yapanlar. kurallar derler, toplum derler, aile derler, konfor alanlarının kapısını 'razılık' diyerek kilitlerler.

yaptıkları gönüllü bir çürümeye bırakmaktır kendilerini. o odada kalmaya devam etmek, hatta kalabilmek için bahaneler uydurmaktır.

biraz edebiyat yaparsak; bir bataklığın orta yerinde hiç kıpırdamadan durmaktır. çünkü hareket, kurtuluş kadar batma tehlikesi de içerir.

onlara, bir defa ölmektense azar azar, çürüye çürüye ölmek yeğdir.

hele de bunu erdem diye sunanlar yok mu?

23 Kasım 2021 Salı

dakika ve skor

"Kurt, ihtiyarın taşıma sopasını görünce bir adım geriledi, kurdun gözlerindeki öfkenin yeşili taşıp toprağa karıştı.
İhtiyar, gözlerini dikmiş kurda bakıyordu.
Kurt da gözlerini dikmiş ihtiyara bakıyordu.
Bakışları çarpıştı, parlak bakışlarından çıkan çatırtı ıssız vadide acı acı yankılandı. Damlayan suyun sesi kulakları sağır eden bir mavilikteydi. Güneş, dağın ardına düştü düşecekti. Zaman, ikisinin birbirine kenetlenmiş bakışları arasından bir at sürüsü gibi geçti. Önlerindeki uçurumun kan kırmızısı solarken, dağın tepesindeki soğuk hava eteklere doğru inmeye başladı."*


*: yan lianke, günler aylar yıllar

19 Kasım 2021 Cuma

kulüp (2021)

alt başlık olarak ise popüler bir dizinin düşündürdükleri...

*

ben bu diziyi çok sevdim. belki beş yıldız vermem ama daha azına da gönlüm razı olmaz.

temas ettiği konular, atmosfer, oyunculuk, hikâye ve karakterler, müzikler tam da beni yakalayan türden. teknik katkı da hakkını veriyor.

geri kalanlar ise eleştirmenlerin, tarihçilerin, cümle uzmanların işi.

yine de, bir başkadır(2020) günlerinde yapıldığı gibi bu dizinin belgesel değil kurmaca olduğunu unutmanın hata olacağını hatırlatmak isterim.

*

bir defasında, şairlerin ilk kitaplarını almaktan hoşlanan birinden bahsetmiştim. o bendim, itiraf ederim.

bunu yaparken iki tane motivasyonum oldu her zaman. ilki, kitaplarının satıldığını gören şairlerin mutlu olacağı ve şiir kitapları sattıkça yayınevlerinin şiir kitabı basmaya devam edeceğine dair safça olduğunu inkar edemeyeceğim romantik inanç. ikincisi de, edebiyata asıl katkının ilk kitapla olduğuna dair düşüncem. yazarının o vakte kadar biriktirdiği ya da özünde ne varsa o ilk kitaptadır bence. daha sonra belki kalem işlerlik kazanır, 'edebiyat'ı iyileşir ama okur ilk kitapta aldığının üstüne pek fazla bir şey koyamaz.

çoğu yazar kendini tekrar eder, alkışla karşılanan ilk hikâyesini ısıtıp ısıtıp okurun önüne koyarak sessiz sedasız unutuluşuna yol alır. ya da okurun, en çok da dahil olduğu edebi kanonun taleplerini karşılamaya yönelir. editör, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mı nedir o adamın hikâyesini," der mesela.

evet, geldik. varmaya çalıştığım yer tam da burası: netflix yaratıcılığı öldürüyor mu?

tamam, kullanıcıyım. üyesi olmaktan şikayetçi ya da pişman da değilim. ama netflixin bir politikası, amacı ya da felsefesi olduğunu da biliyorum. önayak olduğu bir çok proje pozitif ayrımcılık yapacağım diye ayrımcılığı insanın gözüne soktuğu yerle dolu. oraya iş yapmak için, projenizde iyi, güzel, akıllı, güçlü bir siyahi karakter olmak zorunda sözgelimi. o siyahi karakter kadın ise, üzerine... her neyse sanırım anladınız.

istanbul'da geçen her diziye konunun ne olduğundan bağımsız olarak oryantalist eklemlemeler ya da çıkmalar yapmak zorundasınız. lütfen, bir hikâyede de kahramanlar simit - çay olayına girmesin. bir bölümü iki buçuk saat süren bir dizi değil ki bu zaman doldurmaya ihtiyaç olsun. derdinizi anlatıp gidin.

kulüp'teki karakterlerden yana hiçbir sıkıntı yok benim için. dediğim gibi, sevdim. ama bir sorum var. şarkıcımız kadın, matilda'mız namus cinayeti yüzünden hapse düşmüş, afla hapisten çıkan orta yaşlı bir erkek ya da askerden dönen bir delikanlı olsaydı bu proje hayat bulur muydu?

ya da netflix'e proje hazırlayanlar hiç akıllarında yokken siyahi bir beden eğitimi öğretmenini hikâyelerine katmak zorunda kalıyor mu?

ya da proje dediğimiz şeyler, bazı anahtar kelimeleri kullanmak zorunda oldukları ve karşılığında para kazandıkları dönem ödevleri mi?

*

yine, buranın bir çeşit taşra olduğunu söyler dururum. bu yüzden, geçenlerde şehre giden bir arkadaşıma üç tane kitap ısmarlamak durumunda kaldım. çünkü kitap alışverişimi yapmıştım ve sonradan yayımlanan bu üç kitap yılın süprizi gibi bir şeydi.

bunlara bir dördüncü kitabı eklemediğim için pişmanım ama: karıncaların gün batımı. zaven biberyan'ın bu romanını ölesiye merak ediyorum. bu topraklarda yaşanmış büyük haksızlıklardan birini fon alan, aynı haksızlığın sebep olduğu acıları, yıkımları anlatan bir roman.

okuyanların övgülerine bakınca hem merakım hem okuma arzum artıyor ve biliyorum kendimi, ilk fırsatta okuyacağım.

tam burada beni tedirgin eden noktaya geliyoruz.

anlatmak içinse arkadaşa ısmarladığım kitaplardan birini yardıma çağrmalıyım; köken'i. daha doğrusu köken'in yazarı saša stanišić'i. onu yirmili yaşlarının başında yazdığı asker gramofonun nasıl tamir eder? adındaki romanıyla tanıdım. kitaptan aldığım keyif bir yana, yetenek böyle bir şey olmalı diye düşünmüştüm. daha önce okuduğum kitaplara benzemeyen, özden gelen bir etkiyle yazılmış başarılı bir edebiyat örneğiydi.

sırp baba ve boşnak annenin oğlu olarak mutlu mesut yaşarken balkanları ağulayan savaş yüzünden kendini almanya'da yaşarken bulmuş bir yugo. hamburg'ta yaşıyor ve son romanı köken iki bin on dokuzda almanya'da yılın kitabı seçildi. 

kitabı türkçeye çeviren gülçin wilhelm'in onunla yaptığı röportajda* şöyle bir cevap var:

"iyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini "okumak" isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur."

sanırım anladınız. kitabı okuduğumda -ki muhakkak okuyacağım- sadece yok sayıldığı, büyük acılar gördüğü için şefkat duyulan, biraz da bu yüzden yüceltilen bir yazar görmekten korkuyorum.

*

"sadakatsiz'deki cansu dere"ciler bağışlasın ama gökçe bahadır'ın mathilda hâlini on defa tercih ederim. evet, perçemlerine rağmen.

daha önce de dediğim gibi,  sadakatsiz namlı dizide güzellik diye övülen şey ne kadar yapay ve sağlıksız geliyorsa bana, bu dizideki gökçe bahadır o kadar gerçek ve kadın. zayıf ile çelimsiz arasında fark var çünkü. derinin altını doldurup kırışıkları yok edince de güzel değil plastik ördek gibi oluyor kadın yüzü.

ama isteyen istediğini yapsın. bana ne.

*

hazır buraya kadar gelmişken, bir o sahne yapalım mı? hayır, selim'in matilda icrası değil. ama çok güzeldi.

şüphesiz dizinin en sevdiğim sahnesi. sadece oyunculuk ve diyaloglar değil, ülke ve toplum olarak ders çıkarmamız gereken o sahne

kulübün sahibi orhan, tam sahneye çıkacakken korkup kaçan, kelimenin tam anlamıyla sırra kadem basan selim'i saklandığı yerde bulur ve onunla bir ikna konuşması yapar. ama suskunluğu bozan, söze başlayan ise selim olur.

"- hayal etmek yapmaktan daha kolaymış.

- aksine... hayal etmek daha zordur. hayal eden insanlar başarısızlık ihtimalinin kapısını açar. fırın yanına fırın yapanlardan olmak isteseydim o gün balkona geldiğinde dönüp bakmazdım sana.

- keşke bakmasaydın... en azından birimizin işleri yolunda giderdi.

- işler yolunda gitsin isteseydim, alırdım hükümetten bir yol ihalesi, devrederdim bir taşerona, londra, paris gezerdim... üç tane mühendis diploması, bir maden imtiyazına bakar milyonluk olmak.

- yapsaydın.

- aynı şarkıları söyleseydin. siyah bir takım elbise giyseydin. evlenseydin. çoluğa çocuğa karışsaydın. hayalleri iğdiş edilmiş, hevesleri terbiye edilmiş sıkıcı bir şarkıcı istemiyorum. ben sendeki aşkı gördüm. inandım sana. bir kumar oynadım.

- seni de hayal kırıklığına uğratırım.

- beni o sahnede, kanınla, terinle, göz yaşınla hayal kırıklığına uğrat o zaman... yenileceksek de öyle bir yenilelim ki herkes gülsün. ama biz hayal kurmaya devam edelim."**


*bu röportaj...

**senaryo: aysin akbulut, rana denizer, necati şahin

16 Kasım 2021 Salı

dünya sürgünü bitti

bugün on altı kasım. günlerden salı. iki binli yılların yirmi birincisi...

şair sezai karakoç'un ohepvarolan'a el açıp, "uzatma," diye dualar ettiği "dünya sürgünü" bugün bitti. 

tivitler yolladım internetin sonsuz çölüne, yakari'ye "bu gece sezai karakoç oku" dedim, havuzdan sonra buluşup kahve içecek whatsapp grubuna, "engin size mona roza okusun, şairini anın," diye mesaj attım.

ama buraya ne yazağımı bilmiyorum, "haberi aldığımda mutfaktaydım"dan başka.

belki bir hatıra...

sezai karakoç'a geç kalmış kuşaktan olduğumu biliyorum. ya da onun tadını asıl çıkaranların bizden önceki kuşak(lar) olduğunu. bu, bunu nasıl anladığımın hikâyesi biraz da.

yakın, çok yakın dostlarımdan birinin dayısını ziyarete gitmiştik. kaldı ki, kendisini ben de çok severim ve aramızdaki yaş farkına rağmen ona ismiyle hitap etmekten çekinmem. gençtir çünkü. hepimizden gençtir. hayata geç kalmaktan korkmayacak, aşık olduğu kızın peşi sıra japonyalara gidecek kadar da gözü karadır.

sohbetin hafiflediği anların birinde kitaplığa yürüdüm. kitaplıkta alelusul ciltlendiği belli, sararmış dosya kağıtları. kapağında daktilo harfleri ile 'mona roza' yazıyordu.

evet, elimde tuttuğum mona roza'nın daktiloyla çoğaltılmış bir örneğiydi. efsane doğruymuş. şiirin ve kitabın baskısının olmadığı, sahip olanların da kıskançlıkla kendine sakladığı zamanlardan kalmıştı.

çocuk gibi kıskandım. yanımda olsa bendeki diriliş yayınlarından çıkma beyaz kitabı çöpe atardım.

hayır, çalmadım.
  

13 Kasım 2021 Cumartesi

ellerin

bilirim, bulutlardan daha çok kandırır beni.

yine de ellerine inanıyorum. parmak uçlarına, içlerine yazılmış kadere.

hem ateş hem şifa oluşuna. bazan gölge bazan güneş. bir ahter-suhte, hû ve lâle mührü bileğinde bezm-i elesten kalan.

"kar" yerine "gül" dediğini öğrendiğimde vaz geçtim senden. hava soğuktu, yara sıcak.

seni o gün unuttum. ellerin aklımda.

10 Kasım 2021 Çarşamba

kapak

mevzuyu biliyorduk. yani, borgeslerin telif hakkının iletişim'den can'a geçtiğini.

can yayınları'da fırsat bu fırsat diyerek, türk okurun neredeyse tamamını ingilizceden çevrilmiş bir türkçe ile okuduğu kitapları orijinal dili olan ispanyolcadan direk çeviri ile yayına hazırlamış.

ne güzel değil mi? dünyanın en büyük yalancısının yalanlarını çeviride daha az şey kaybetmiş haliyle, "aşk ile bir dahi" okuyası gelmiyor mu insanın?

ama, hayır... kapaklar çok kötüymüş, insanın aklı eski kapaklarda kalıyormuş falan. kabul, "zarfa değil mazrûfa bak"çılardan sayılmam. ama şu durumda kitabın kapağını sorun etmek kabul edilir bir durum değil. tabiî, kitapları yayınevlerine, renklerine, boylarına göre dizip, onlara dekoratif unsur muamelesi yapanlardan değilseniz.

öylelerine tam takım saramago tavsiye ederim. kırmızı kedi'den, sarı. beyaz renk ikea kitaplıklarla muhteşem bir uyumu var. belki canınız çeker, arada bir kaç satır has edebiyat da okursunuz.

buradan tam tersi bir yere geçmek isterim. kapaklarıyla ünlü jaguar'a. son yıllarda en çok sevdiğim yayınevi olur kendisi. yine son yıllarda en çok onların emeği kitaplar okudum. içerikler mükemmel, yazar ve edebi tercihleri harika, kapakları muhteşem.

ama... evet, ama... insanların 'jaguar kitap kapakları'nı övmesinden, kelimenin tam anlamıyla orada takılıp kalmalarından sıkıldım. kapaklar güzel, hatta muhteşem. itiraz etmiyor, emeği geçenlerin ellerinden öpüyorum ama içerikleri de muhteşem.

aşın o kapağı, içine girin kitabın. biraz da onlardan konuşun. aşk romanıymış gibi yapan ama aşk hakkında değil hayat hakkında konuşan mektupların romanı'ndan konuşalım mesela. buzda yürüyüş'ün diğer kitapların yanında nasıl da hafif kaldığından, prospero kitaplığına seçilen kitapların neredeyse bir klasik mertebesinde olduğundan, soğuk deri ile bayan caliban arasındaki akrabalık bağlarından, estetiği yeniden inşa eden gölgeye övgü'den, kısacık bir romana kocaman bir yalnızlık sığdıran hızlandıkça azalıyorum'dan...

hadi!.. 

7 Kasım 2021 Pazar

günün sorusu: ruh eşi

ruh eşi nedir? nesneye bakınca aynı şeyleri gören, birbirinin benzeri mi? yoksa biri diğerini tamamlayan, bir çarkın dişleri diğerinin boşluğuna denk gelen iki dişlisi mi?

5 Kasım 2021 Cuma

karşı

geçen gün de yakalandım. bu defa bir şarkıya değil kendime ama. "yaptığım son iki yemek, karnıbahar ve pırasa. allah vere de vejetaryen olmasam," diyordum. akşamına kuzulu rezene yaptım. aslında ciğer sote yapardım ama annem kadar başarılı sayılmam o konuda.

hayır, tabiî ki insanların vejetaryen olmasına karşı değilim. tıpkı, 'kurtlarla koşan kadınlar'a ya da gece gündüz yoga yapan insanlara karşı olmadığım gibi.

inanır mısınız, bilmem? ben her tanıştığı insana doğum saatini soran insanlara bile karşı değilim. hatta bu konuda anlatmayı sevdiğim bir fıkra bile var. aslında iki mesajdan oluşan bir mesajlaşmanın ekran görüntüsü: oğlan annesine doğum saatini soruyor. annenin cevabı çok net. "hemen oradan uzaklaş".

benim sevmediğim şey de çok net. ben bu tarz insanlardaki kibre bulanmış misyoner ruhunu sevmiyorum. dünyanın tek gerçeğini onlar keşfetmiş, hayatı en doğru yaşamanın yolunu onlar bulmuşlardır. hele de "su çok güzel, gelsenize" yapmıyorlar mı? suya atlayıp boğuluyorum bahanesiyle boyunlarına sarılasım geliyor.

ama şiddetten uzak duran bir insan olarak, "az önce yüzdüm canım, sağol!" diyerek olay yerini terk ediyorum. "senin dinin sana, benim dinim bana" demişliğim de var gerçi.

mesela, greta garbo'yla adaş bir kız var. insanları iklim ve çevre konusunda duyarlılığa çağıran bir android ya da robotmuş gibi gelir bana. ne zaman karşıma çıksa azot salınımını artıracak icatlar yapasım geliyor.

onun yerine yaşlı ve yorgun adamlar gibi kafamı iki yana sallıyor, "şımarık zamaneler"* gibi "kibritin var mı tanrım yakasım var dünyayı" diyorum.


*: süleyman çobanoğlu, yılkı

3 Kasım 2021 Çarşamba

kovdum*

bu sabah bir şarkıya yakalandım ve ceylan ertem, "yıldız tilbe harikası el adamı'nı mükemmel yorumlayan kadın şarkıcı"dan çok daha fazlasına dönüştü benim için.


notgibi: el adamı bugünlerde görücüye çıksaydı, "adam değil insan," diyen aklı evveller meydana hücum eder, dünya güzeli yıldız tilbe de inadına 'adam'lı şarkılar saçardı ortalığa. ne güzel olurdu.

1 Kasım 2021 Pazartesi

nereye kadar?

modern zamanlarda bilgiye ulaşmanın kolaylığını kimse inkar edemez. bu yüzden internete, başta gugılın cengaverlerine, sonra da sözlüklerin ekşisine, ansiklopedilerin vikisine ve diğerlerine teşekkür ederim.

bu durumun bilgi kirliliğine sebep olduğu da gerçek. yalan bilgi de çok ama bu yazının derdi onlar değil yanlış ve kirli olanlar.

mesela, tarkovski'ye mal edilen, neredeyse herkesin ona ait sandığı söz: "bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez."

oysa bu iki cümle büyük yönetmenin değil, ona leningrad'dan yazan bir işçinin sözleridir.*

ama olaylar burada bitmez. bu sözler yazdıklarında tarkovski sevgisini saklamayan ünlü bir yazarın olur. internet sayesinde bu yanlış da yayılır. öyle ki, "kendisinin izni ve bilgisi dahilinde" başkası tarafından yönetilen hesabında, o "başkası", yazara aitmiş gibi paylaşmakta sakınca görmez: "bir kez olsun aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır."**

çok merak ediyorum. o leningradlı işçi benim desem ne olur acaba?


*: "mektubumun sebebi, ayna. hakkında söz söylemeye bile cüret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir ... bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez. tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini -hem kendilerinin hem ele başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla! (mühürlenmiş zaman, giriş-xiii)"

27 Ekim 2021 Çarşamba

şampiyonların kahvaltısı

koşmayı seviyorum. bunun büyük bir şey olduğunu düşünmüyorum ama. ne beni özel biri yapıyor ne de iyi biri. eğer hayatta bir başarım varsa bunun koşmakla bir ilgisi yok. kaldı ki, başarım da yok.

koşmak, belki merdiven çıkarken işime yarıyor biraz. biraz da pazartesi başlayıp çarşambaya gelmeden bozulan diyetlerden, sabahları içilen sirkeli sudan uzak tutuyor beni.

yine de düzenli olarak koşmaya çalışıyorum. çünkü, "uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı"nı seviyorum. aynı isimde bir film var, onu da... fark ettim, "adasal bilinç" demeyerek, entelektüel görünme fırsatını kaçırdım. nasip. ölmezsek, nasıl olsa konu yine 'koşmak' bahsine gelir. belki o zaman.

fazla enerjimi yalan yanlış yerlere kanalize etmek yerine atletizm pistine, caddelere, kırlara, bayırlara serpmek hoşuma gidiyor. o fazladan enerjiyi kafes dövüşlerinde harcadığımı düşünsenize. dayak yemek değil elbette korkum. kaldı ki, dayak yeseniz de atsanız da canınız yanar. eliniz parçalanır, şişer, kırılır, incinir.

ayrılık sürecine benziyor yani. hangi köşede olursanız olun canınız yanar. eğer acı çekmeyen biri varsa, bilin ki çoktan gitmiştir o.

sonra, hayal kuruyorum koşarken. düşünüyorum, veremediğim cevapları veriyor, olası karşılaşmaların diyaloglarını yazıyorum. buraya yazdığım bazı yazıları koşarken kurduğum bile oldu.

susuyorum, acıkıyorum. size tuhaf gelebilir belki ama en çok acıkıyorum. poğaçalar, simitler, elmalı kurabiyeler geçiyor gözümün önünden.

bazan 'karlı dağlar' da geçiyor ama bunun konumuzla ilgisi yok.

yine öyle bir gün. yol üzerinde fırın olsa duracak, yarım ekmeği mideye indirip yoluma öyle devam edeceğim. para da var.

bu arada erbabı iyi bilir; bu coğrafyanın en yakası açılmadık hikâyeleri bu cümle ile başlar: para da var...

dönüş yolunda, evin yakınındaki bir markete daldım. reklam olmasın diye adını söylemeyeyim ama bir sürü çikolata, bisküvi vs. alıp kasanın yürüyen bandına yığdım. bu arada leş gibiyim ve berbat koktuğuma eminim. öyle ki, bu gerçekle yüzleşmemek için burnumdan nefes almıyorum. sosyal mesafe denilen şeyi de diğer müşterilerle bir olup 'korona günleri'nden çok önce, o gün keşfetmiş olabiliriz.

sıra bana geldi. kasiyer kız önce yığına sonra bana baktı. "bunları yiyorsunuz, sonra da koşmak zorunda kalıyorsunuz," dedi. "aksine," dedim, gülümsemesine gülümseme ile karşılık vererek.

"ben, bunları yiyebilmek için koşuyorum."

burada olsaydı ve sabah hazırladığım kahvaltıyı görseydi, eminim aynı şeyleri söylerdi.

"hayır, adile. ben bu kahvaltıyı yapabilmek için koşuyorum."

23 Ekim 2021 Cumartesi

bilmek

"fikrim yok" ya da "bilmiyorum" demeyi yıllar önce öğrendim. biliyorum.

her şeyi bilmediğimi, bilemeyeceğimi, bilmek zorunda olmadığımı da öğrendim sonra. belki geç oldu ama bilirim.

yani, eğer konuşuyorsam biliyorumdur. ya da bildiğimi sanıyorum.

21 Ekim 2021 Perşembe

anne gibi

haberler kötü, mevzu aynı.

zaman zaman sözü deniz feneri yalnızlığına getirsem de yalnız biri sayılmam. hatta kalabalık insanlardan olduğum bile söylenebilir. gündelik hayatta karşılaştıklarım da var, türlü iletişim aracıyla bağlı olduklarım da.

bazan buraya yazdıklarımı onlarla da konuşuyorum. onlardan birinde dedikodu bahsini ö.'ye de açtım. "çok normal," dedi, uyuz uyuz. "hem anne gibi olmuştur o."

"hayır," dedim acıyla. sonuna, "olamaz!." feryadı da eklemiş olabilirim ama hatırlamıyorum. gözlerim karardı, tansiyonum düştü, kalbimde kocaman bir çukur açıldı.

çünkü, biz yıllardır tanışıyoruz ve o alçak 'anne gibi'nin benim için ne demek olduğunu iyi bilir.

/sadece şimdi değil, "neden yaşıtlarına değil de kendinden büyüklere bakıyorsun?" sorusuna ergence ve çok komikmiş gibi "ben çocuk o çocuk. oluruz çoluk çocuk," cevabını verdiğim ergen zamanlarımda bile kadınlar ikiye ayrılırdı benim için: anne gibi olanlar ve anne gibi olmayanlar.

hayır, bunun yaşla, görünüşle alakası yok. kostüm tercihi, eğitim durumu vs. de etkili değil. küçük küçük bir sürü şeyin birleşimi olabilir ya da bir an. ufacık bir bakış, tek bir kelime... mesela, altın bilezik takması bir kadının anne gibi olmasına yeter.

ondan sonrası mümkün değil. aksi takdirde freud'u freud yapan en büyük iddiasına örnek olacakmışım, anneme duyduğum sonsuz muhabbet bu şekilde ispatlanacakmış gibi gelir./

alçak ö. şimdi oralarda bir yerde verdiğim tepkiyi, düşünüp gülüyordur. ilk fırsatta hoşlandığı çocuğun parası için ona yakın davrandığını iddia edeyim de "anne gibi" neymiş görsün.

17 Ekim 2021 Pazar

en doğru kişi

"Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, seninle olmayı seçen-
kendi olmasını, senin ile olmaya bağlayan--
O, işte..."*


*: oruç aruoba, hani

16 Ekim 2021 Cumartesi

dakika ve skor

"Havada asılı duran beyazımsı çisenti kütlelerini görünür kılan ışığın altında bir köşebaşını çaprazlama geçerken, bir insan figürünün bana doğru yaklaşmakta olduğunu gördüm. Yavaş yavaş peydahlanmıştı karanlıkta. Çisentinin bulanıklaştırdığı görüntü gitgide seçilmeye başlamıştı. Genç bir adamdı. Aşina olduğum bir yağmurluk vardı üzerinde. Tıpkı benimkine benziyordu. Dümdüz bana doğru geliyordu; aramızda yarım metre kalınca, tam köşe başındaki lambanın altında durduk. Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalıştım, önceden tahmin etmiştim çünkü kim olduğunu. Sonunda dayanamayıp kafamı kaldırdım, çehresine çakıldı bakışlarım. Kendi yüzünü gördüm. Bana o kadar benziyordu ki onun üzerine çakılmış bakışlarının zayıf parıltısıyla, eti ve kemiğiyle orada, onun karşısında duranın kendim olduğundan şüphelendim. Asla fazla kesişmemişti dolandığımız bölgeler. Onun, bana yasaklanmış, daha zengin, daha ulvi bir hayat sürüyor olabileceği yolundaki tedirginliğimin de yersiz olduğunu anladım. Onun bölgesi neresi olursa olsun, onun için ayrılmış olan -bilincinin aylak ve göz kırpan bir ışık gibi baştan sona katettiği- alan onu, ilk kavrayış ve yabancılaşma yaralarının bıraktığı vakitsiz yara izleriyle dolu, dehşete kapılmış bir çehreyle mayıs çisentisini yüceltebileceği bir noktaya erişmekten alıkoyacak ölçüde farklı değildi benimkinden."*


*: juan josé saer, yara izleri

13 Ekim 2021 Çarşamba

nobel 'şey'i, yazarlar ve okurlar

evet, 'şey'... 'ödül' demeye dilim varmadı çünkü.

ve bunları, ortalama üzeri bir okur ve edebi gündemi takip eden bir edebiyat meraklısı olarak yazdığım kayıtlara geçsin isterim. 

şimdi "sanık" benim...

nobel'e inanmıyorum. çünkü nobel'in yalnızca kelimelerle ve kalemin gücüyle kazanılan bir 'şey' olduğuna inanmıyorum. oysa benim için kelimeler ve kalemden başka ölçek yok edebiyatta.

elbette sevapları yok değil. saramago, marquez, hatta orhan pamuk.... düşünüyorum da o kadar kusur kadı kızında da bulunur. yine de, "saramago ve marquaez'e ödül kazandıran motivasyonu bilemem ama orhan pamuk'un nobel'i arzuladığını, bunun için ruhunu satmaya hazır olduğunu, (hadi biraz cesur olalım: hatta sattığını) gördü bu gözler," demezsem "söylenmemiş söz"ler kalır geriye.

yine de aday listesine, kimin ya da kimlerin favori olduğuna, kimin kazandığına kayıtsız değilim. biraz merak biraz da kızları etkilemekte kullanılacak, ayaküstü sohbetleri renklendirecek genel kültür bilgisi gibi aklımda tutmaya çalışıyorum.

mesela geçen yıl, louise glück kazanmıştı ve ondan geriye yalnızca, "dünyaya bir kez çocukken bakarız./ gerisi hatıradır" dizeleri kaldı. hatta adını hatırlamayıp bu iki dizeden dem vurduğum anlar bile oldu.

bu yıl da aynı şeyleri yaşadım. aday listesine baktım. kendi kendime, "bu ödülü önemsemiş olsaydım javier marías'ın kazanmasını isterdim," dedim. hatta dayanamayıp, bunun tivitini bile attım. aklımda bir murakami kalmış, bir de martin amis... bunları yazarken margeret atwood ve annie ernaux'u da hatırladım. daimi adaylar milan kundera, salman rushdie, stephen king ise hep oradalar.

nobel edebiyat ödülü'nü kazanan abdulrazak gurnah'ın adını ise hatırlamıyorum bile. onu iletişim yayınları'nın reklam olsun diye yaptığı sosyal medya paylaşımları dışında hiç duymamıştım. 

merak etmeyin konuyu bir yere bağlayacağım. bu defa çenem düşük olduğu için uzun uzun anlatmadım.

ödül açıklandı. aman allahım! herkesin en sevdiği yazarmış meğer abdulrazak gurnah. okumayan kalmamış. birer ikişer okumuş herkes. haset bir adamım ya, "iletişim yayınları, fırsat bu fırsat satış raporlarını paylaşsa" diye geçirdim içimden. görseydik kaç kitap satılmış da kaç kişi okumuş.

bir yandan da merak etmedim değil. nobel ödüllü bir yazarı okuyunca ne oluyor? okumayınca ne oluyor? hiç okumazsak ne olur? okumayı abartıyor olabilir miyiz? sadece bir keyif olarak görmek, okuyunca büyük adam olmadığımızı anlamak zor mu?

"okumak denilen kutsal inek" başlıklı bir yazı yazdırmayın bana. ya da "okumak adlı bir kutsal inek vardır ki yıllardır yanyana yürürüz bu yollarda".

bir de koşanlar var. önemli bir şey değil o kadar. ben yıllardır koşuyorum, bir işe yaradığını görmedim.

10 Ekim 2021 Pazar

günün sorusu: iyi biri

içinde var olan ve yıllardır beraber yaşadığı kötüyü kabul etmek ve bunu muhatabına itiraf etmek bir insanı iyi biri yapar mı?

8 Ekim 2021 Cuma

tehlikeli şiirler - elli dört

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
rilke'den bir şiir* mesela

"Nasıl tutayım ki ruhumu,
değmesin diye seninkine? Nasıl
tutup da kaldırayım onu senin üzerinden başka şeylere?
Ah, karanlığın ortasında, yitik bir şeylerin içine
koyayım isterdim ruhumu,
yabancı, sessiz bir yere,
senin derinliklerin titreşirken titreşmeyen.
Lâkin her şey, bize dokunan, sana ve bana,
ikimizi birden alıyor, iki telden tek ses çıkaran
yayın çekişi gibi.
Hangi enstrümanın teliyiz?
Hangi kemancı tutuyor elinde bizi?
Ah, güzel şarkı."

*: mart ortası 1907, capri

6 Ekim 2021 Çarşamba

dedikodu

biraz daha yaklaşın. bu defa dedikodu yapacağız. biliyorum çirkin bir şey dedikodu. ama nasıl da keyifli. "mutlak iyi ile mutlak güzel arasında bir bağlantı yoktur"un, en büyük örneğidir zaten.

bir kız var. daha doğrusu vardı. 'a'lar 'o'lar eşliğinde meksika dalgası yapmanıza gerek yok yani.

ne diyordum? bir kız vardı. onunla bundan yıllar önce çarpışmış, çok geçmeden onu unutamayacağımı, daha doğrusu önümde bu dünyanın ölçeğine göre onu unutabilmek için yeterince zaman olmadığını anlamıştım. o biraz genç kalfa'ydı bileğinde "ahter-suhte, hû ve lâle" mührüyle, biraz da mezarlık bekçisi'nin penceresi önünde ağlayan karacanın sabrı ve razılığı.

ama olmadı, her şey masala bu kadar benzerken olmadı. çünkü yakın gelecek için ikimiz farklı şeyler istiyorduk. o evlenmek, anne olmak istiyordu. bense, evlenmek, anne olmak istemiyordum.

sonra o gitti. ben de öylece durdum. "gitme," demedim. "sen gidersen sınırlarımda kalamam, tekin değil karanlığım."

yanlış anlamayın ama. bu bir "severek ayrılma hikâyesi" değil. kavuşamamış, birbirini çok sevdiği hâlde ayrı düşen iki aşığın hikâyesi hiç değil. düşman aileler, töreler, mezhep ayrılıkları, kötü kadın falan yok. bir kararı bile isteye uyguladık. hepsi bu.

ama bağımız kopmadı. bazan o uzandı bu tarafa, bazan ben uzandım o tarafa. üstelik bu durum bir 'temas'ın hiç onaylamadığım bir merhalesidir. hangi sebeple bitmiş olursa olsun, nihayete ermiş bir ilişkiden sonraki iletişim hallerini sevmem. dahası çirkin bulurum. daha da çirkini zaman zaman bir bahaneyle kendini muhatabına hatırlatmaktır. ki, çok ayıp bence. bu sebeple biten şeylerin anılarını bir kutuya koyup zaman geçirmeden yüksek bir rafa kaldırmak en doğrusu.

hep söylerim; not yükseltme sınavı, ikinci şans, ilişki kurtarma tatillleri gibi zırvalara inanmam ben. bir ilişkiyi eski ilişkiye dönüştüren ne varsa değişmeden kalır. bir de, yokluğum ile varlığım arasındaki farkı anlasın egosu var ki, ergenlikte bıraktığımı iddia etsem de bir parçası hâlâ gittiğim her yere geliyor benimle.

çok seviyorduk, unutamadık, bizimki çok büyük aşktı türünden laflar edecek de değilim. ama biraz kendimi suçladığım, biraz onun çok 'güzel' olduğuna ve o güzelliği bana da bulaştırdığına inandığım, biraz da "bu defa duvar inşa etmeyeceğim," dediğim için sonraki iletişimin sürmesine ses çıkarmadım. hatta çanak tuttum.

bu arada, uzun zamandır görmedim onu. ne zaman bulunduğu şehre gitsem görüşelim istedim. her defasında kocaman gülümseyerek, "hayır," dedi. ısrar etmedim. bekir'in de dediği gibi, "bizim de bir gururumuz var".

en son, doğum günümde, "sabah uçağı ile gelir akşam uçağı ile dönerim. ikisi arasında da doğum günümü kutlarız," dediğimde aldım, "hayır" cevabını. görmeliydiniz, ne de güzel "hayır," dedi. siz de bayılırdınız. 

bir kaç gün sonraydı. akşam serinliğinde koşuyordum. evet, 'hilal'in bir ucundan diğerine. tam, oğlumun ya da kızımın başından itibaren kontrollü koştuğu bir orta mesafe yarışının son iki yüz metresine girerken, sanki benim "şimdi değilse ne zaman?" dediğimi duymuşçasına atağa kalkıp o atakla birinci olduğunu hayal ettikten sonra dolan gözlerimi siliyordum ki, "hayır," dedim. "sorun, onun beni görmek istememesi değil. benim onu görmemi istemiyor."

"bu kız, giderken dediğim, bir gün geri döndüğünde şişmanlamış olursan gir girebilirsen kalp kapımdan içeri, deyişimi ciddiye almış olmasın sakın!"

3 Ekim 2021 Pazar

uzak şehir kitapçıları

kitaplarla bunca yıldır devam eden dostluğumuza rağmen geç kaldığım, ihmal ettiğim bir sürü kitap oldu. ama çoğunu bir şekilde hallettim.

bunu yaparken sahaflara nadiren uğradım. ikinci el kitap düşkünlerinden değilim çünkü. açıklamaya yeter mi bilmem ama bir köşesi yamulmuş konserve tenekesine, kutusu yırtılmış diş macununa bile mesafeli yaklaşan bir yanım var. belki de, kendi kitaplarımın kaderini görüyorum o dükkanlarda. elimde olmadan, "kitapları seven bir çocuğum olmazsa hepsi yansın," diye dua ediyorum.

baskısı olan kitapları yeni baskılarından okumakta sakınca görmem. birinci baskısı da bir bana yüzüncüsü de. yeter ki altını çizerek okuyabileyim. üstelik, hepsi değilse de ilk baskıdaki hataları sonrakilerde düzelten yayıncılar var.

ama yeni baskısı yapılmayan ya da telif süresi dolmuş kitaplar da var listemde.

o kitapların bir çoğunu da uzak şehirlerin kitapçılarında buldum. kitapçı derken, kitap marketlerin ne kazanırsak kâr düsturuyla zircire eklediği halkayı kastetmiyorum tabiî ki. benim bahsettiğim, mülkiyeti tek bir kişiye ait dükkanlar.

çoğu zaman bir kaç ortakla başlarlar. çok geçmeden bırakın yeterince kârlı olmayı zarar edip durduğunu fark eden diğer ortaklar bir bahane bulup mevzudan uzaklaşmış, geriye okumayı çok seven, kitapları sevenlere özgü saflıkla herkesi öyle bilen, hem sevdiğim işi yaparım hem de para kazanırım diye düşünen o tek kişi kalmıştır.

"nöbette unutulan" bir kişi hep olur. kalenin yıkıntılarını birisinin beklemesi gerekir. "gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür."

kalbiyle düşünenlerdendir. hayatın acemisi, gündelik hayatın uzağında büyümüş, kitaplar her zaman en yakın arkadaşı olmuştur. vakti gelince evden kaçacak yazar olacaktır. bazan iyi yazarlar okuduğunda canı sıkılsa da okurların beklediği yazar olduğuna inancı tamdır. üniversiteye gidebilenlerin çoğu edebiyat okumuştur. basım masraflarını kendi karşıladığı, çoğunu eşe dosta dağıttığı bir kitabı vardır. kitapçı diye bahsettiğimiz dükkanın vergi dairesine yayınevi diye kayıtlı olduğu kesin, o yayınevinin bastığı tek kitabın da az önce bahsettiğimiz kitap olma ihtimali yüksektir.

ama allah için iyi okurdurlar. iyi okur oldukları için de iyi kitapları, iyi yazarları bilirler. herkesi kendileri gibi zannettikleri için de satılır diye raflara dizerler. ama satılmazlar. dükkan yavaş yavaş kırtasiyeye, okul kitapları dışında sattıkları tek kitap üniversite hazırlık kitaplarına evrilirken o kitaplar tozlandıkları raftan olan biteni seyrederler.

sonra biri gelir. okumayı seven biri. iş gezisinde de olabilir dost ziyaretinde de. belki evden kaçmıştır. ya da sevgilisi evden çıkıncaya kadar vakit öldürüyordur. ya da hayatının ancak yolda olmakla tahammül edebildiği bir döneminden geçiyordur.

nasıl yollar başladığı yerde biterse o da günün birinde evine döner. bir gece elindeki kitabı bitirir, uzak şehirlerdeki kitapçılar üzerine bir yazı yazar.


28 Eylül 2021 Salı

schopenhauer'in kirpileri

ya da kirpilerin dilemması.

"soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. insanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar..."*

notgibi.bir: sanılanın aksine bu durumun aşkla ilgisi yoktur. bir kaç milimetreyle kalbinizi ıskalayan ok, sağ omzunuzdaki acı, paramparça olmuş elinizden yere damlayan kan umrunuzda bile değildir. hissetmezsiniz bile. hissetseniz de aldımverdimbenseniyendim-sonu kucaklaşması (ya da çarpışması) her şeye değer.

notgibi.iki: belki de 'hilal taktiği" dediğimiz şeydir bu. taktik değil insan oluşun en doğal sonucu. "ne senle ne sensiz"in türkçesi. bu yüzden yaralarımızı gösteriyoruz muhatabımıza yolun başında. "yaralandım" ya da "bakma  sen benim tank oluşuma, ben de yaralanabiliyorum" demek için değil "beni yaralama" diyebilmek için. gidişler gelişler, kararsızlıklar, korkmaklar dengesizlikten değil tam da bundan.


*: arthur schopenhauer, parerga ve paralipomena: kısa felsefi denemeler(1851)
     ayrıca bakınız... bedia ceylan 'daha' güzelce, 1473

24 Eylül 2021 Cuma

o an

bazı şeylerin seninle ilgili olmadığını fark ettiğin o an.

artık değil. bundan böyle değil. en başından bu yana seninle ilgili olmadığını anladığın o an.

o şarkıyı sen seviyorsun diye dinlemediğini, perçemlerine sebep olanın perçem nefretin olmadığını, sen tınısına bayılıyorsun diye farsça öğrenmeye başlamadığını, sürekli dükkanın önünden geçme sebebinin seni görmek olmadığını, senin mesain yüzünden bir sonraki dolmuşa beklemediğini, çok sevdiğin yazarın külliyatını sadece sen seviyorsun diye bir vuruşta devirmediğini, sabahın köründe kalkıp şehrin boş sokaklarında senin hissettiklerini hissetmek için koşmadığını...

o an. bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı o kutlu an.

bir fark ediş, bir aydınlanma anı..

21 Eylül 2021 Salı

güzel yanılgı

burada, araç trafiğine kapalı, yalnızca yayaların ve bisikletlilerin girebildiği hoş bir yol var. sanki on dokuzuncu yüzyıl romanlarından kaçmış ya da büyükçe bir parktan arda kalmış gibidir. yolun bir yanı boyunca ıhlamur ağaçları sıralıdır. bu da, hem yolu hem de yolun diğer tarafına yerleştirilmiş park kanepelerini gölgelemeye yeter.

cumartesi öğleden sonra o kanepelerden birini işgal ettim. internetten uzaklaşma biçimi olarak sık başvurduğum yöntem bu. ama tek değil. evde olduğum bazı sabahlar kahve içip kitap okumak için gittiğim bir kafe var mesela. ama hafta sonları, hava da güzelse burayı tercih ediyorum.

bazan kitap okuyarak bazan insanları seyrederek vakit geçiriyorum. hayal kurup geleceği düşündüğümü söylemeye gerek yoktur herhalde. hatta bu defa, aradan yıllar geçtiğini, hâlâ o kanepelerden birinde oturduğumu, yaşlı bir adam olarak sandviç yediğimi, kuşları falan beslediğimi hayal ettim.

sonra iki çocuk geldi. gürültülü, neşeli, heyecanlı, umutlu... bir erkek bir kız. kardeşler sandım ama olmadıklarını daha sonra anlayacaktım. yaşlarını tahmin etmek kolay değil ama ikisi de çocuk. yanlarında zar zor taşıdıkları bir alışveriş çantası.

ıhlamurların altına, çimenlerin üzerine bir örtü serdiler önce. saat on bir yönüne. çantada oyuncak varmış. bir sürü oyuncak çıkardılar örtünün üzerine. teker teker fiyat belirlediler ve bunları etiketlere yazıp oyuncaklara yapıştırdılar. sonra da müşteri beklemeye başladılar. bazan cılız sesleriyle "satılık oyuncak" diye bağırarak potansiyel müşterilerin dikkatini çekmeye çalışsalar da ilgilenen hiç kimse olmadı.

galiba bir saat sürdü bu durum. heyecanları yavaş yavaş azaldı, umutları tükendi giderek, aralarında vazgeçmeyi ve eve dönmeyi tartışmaya başladılar. tam bu sırada 'tezgah'ın önünde babalarıyla iki küçük çocuk durdu. yanlarında büyükanne de vardı. çocuklar istekliydi bir şeyler almak için. ve ısrarcı. 

büyükanne, yanlarında para olmadığını söyledi, "eve gidip cüzdanımı alalım," dedi, inatçı olduğu her hâlinden belli küçük torununa. en fazla on dakika sürermiş.

"sorun değil," dedi çocuklar, on dakika bekleyebilirlermiş. sonra o dördü, en baştaki heyecanlarına yeniden kavuşan iki çocuğu geride bırakıp yollarına yürüdüler.

"daha iki dakika var," cümlesini duyunca başımı kitaptan kaldırdım. işaret parmağımı ayraç yapıp o tarafa baktım. "gelmeyecekler," dedim kendi kendime. "torunlarını tekrar yola koymak için masum bir yalandı büyükannenin söylediği."

"çocuk masumiyetiyle her söylenene inanıyor, yavaş yavaş her şeye inanmamayı öğreniyoruz. büyümek tam da buydu işte; inanmayı bırakmak. masumiyeti de böyle böyle kaybediyoruz. önce inanmamayı sonra yalan konuşmayı öğreniyoruz çünkü. torun da, bu çocuklar da bir gün öğrenecek bunu. bugün belki de gerçekten büyümeye başladıkları gün olacak."

kızın pes etmiş, yenilgi dolu, "on dört dakika oldu," cümlesini duyunca yerimden kalktım, örtünün üzerinde duranlara baktım. peluş oyuncak hayvanlar, oyuncaklar, kutu içinde oyunlar, bir de mızıka... onu işaret edip fiyatını sordum. dedikleri kadar para vardı yanımda. eve gitmeme gerek yoktu.

mızıkayı aldım, isteksizce oyuncakları toplamaya başlayan çocukları arkamda bırakıp az önce oturduğum yere döndüm. dönerken mızıkaya bir kaç defa üflediğimi itiraf ederim.

sonra yaşlı kadını gördüm yolun başında. kendisini yavaşlattığı için kucağına aldığı küçük torunuyla koşar adım geliyordu. beni affetmesini, ulu katta benden şikayetçi olmamasını diledim. mutluluktan gözlerim doldu.

"ah!.." dedim. "ne güzel yanıldım." 

17 Eylül 2021 Cuma

benzer işler

I.

üniversitede bir arkadaşımız vardı: bahadır. ama ben onunla tanışıncaya kadar adı önce baha'ya, çok geçmeden de vaha'ya dönüşmüştü. "vaha aşağı, vaha yukarı" durumu yani.

kış çoktan bitmiş, bahar neredeyse yarı olmuştu. kantinde oturmak yerine kendimizi dışarı atıyorduk. çimenlere, yer bulabilirsek kantin işletmecisinin dışarıya çıkardığı masalara. o gün ise kantinin girişinde, çimenliğin hemen kenarında, çimenlerle masalar, derslerle kütüphane arasında kararsız ayak üstü sohbet ediyorduk.

bir ara yakari ile sevgilisini gördüm. yakari'nin o kızı sevmesini çok severdik. çünkü hepimiz toplansak bir kızı öyle sevemezdik.

sadakat yeminini tekrar edip sevgilisiyle vedalaşan yakari yanımıza geldi ve tam gruba katılacakken, "vahadır naber?" dedi. sonrası sessizlik. nefesimizi tuttuk. adeta nefes almayı unuttuk. sadece biz değil kuşlar sustu, rüzgar durdu.

sonra gülmeye başladık. önce kantinin önündekiler, sonra fakülte, bütün okul, hatta bütün bir şehir gülmeye başladı sanki.

bahadır artık büyük adam oldu. adının sonunda 'bey' falan. ama okulun o günden sonrasını 'vahadır' olarak okudu, 'vahadır' olarak mezun oldu.

o günleri özlediğine ise adım gibi eminim.


II.

ama bu hikâyede en başından itibaren varım. o videoyu "çocuklar sever" diyerek tavsiye eden benim çünkü.

video ise, zafer algöz ve şürekâsının bir araya gelip icra ettiği, o vakitler beşiktaş'ta oynayan senegalli forvet demba ba güzellemesi. müslüm gürses harikası hangimiz sevmedik'ten serbest uyarlama.

videonun ne denli sevildiği, iddiamda haklı olduğum ise geçen gün çıkmış ortaya. evin en küçüğü tuvaletteymiş. tuvalette yalnız kalmayı sevmediği siciline işlenmiş olan ufaklık ilk olarak annesine hamle etmiş.

karı-koca onun tuvalette yalnız kalmaya alışması gerektiğini düşündükleri için anne net bir 'hayır'la sırasını savmış. ama sıranın babaya gelmesi gecikmemiş.

ilk önce, "baba sen gelir misin?" sorusu duyulmuş. sonra "baba gelir misin?" ricası. aldığı cevabı beğenmemiş olacak ki, "baba, gel!" diye ünlemiş. cevap olumsuz, sonrası ise evlere şenlik...

"gel baba... gel baba... gel baba... gel baba...gel!.."

video mu? tam burada...

15 Eylül 2021 Çarşamba

zamanlama

hayır, kadınlarda aradığım ilk özellik güzel eller değil. ilk önce zamanlama ararım ben.

kapanın elinde kalacağımı hissettiğim günler kadar, "öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın" nevinden bir zamanlama...

o tam yerine ve zamanına denk gelir, ben ellerine bakarım. beğenmezsem oradan öteye geçmem o ayrı.

13 Eylül 2021 Pazartesi

dakika ve skor

"Sen yirmi altı yaşında gencecik bir delikanlıydın tanıştığımızda ama yaşından beklenmeyecek bir hüznün ve olgunluğun vardı, ne de olsa yazarının kırklı yaşlarının eserisin. Dünyama gelişin adeta bahardır. Bana ışıktan, renkten, sudan, sesten ve hazdan, serapa estetikten bir âlem vadetmiştin. Aman Allah'ım, o ne heyecandı? Ben de oldum olası günbatımlarına hayrandım ve tabiatın "Ne diye ayrıldın..." çağrısını ruhumun derinliklerinde duyardım. Akşamın davetine icabet edemesem de suyunkine mutlaka koşardım. Masala ve rüyaya inancım tamdı. Ancak bazı ânların ezici güzelliği bir kıvılcım gibi parlayıp sönerek geçmişe dönüştüğünde, ardında bıraktığı boşluk benim de canımı yakardı. Velhasıl Nuran'la Ada vapurunda karşılaştığınız o mayıs sabahından çok evvel nasıl birbirinizi sevmeye hazırlanmışsanız, ben de seni sevmeye öyle hazırlanmıştım Mümtaz. Roman sayfalarını çevirdikçe Dede'nin nağmeleri; Boğaz'ın ve İstanbul'un güzellikleri, zamanın sularına karışmış tarihi, mimarisi taşıyordu içinden. Boudelaire'i, Bergson'u, Sartre'ı, Mallarme'yi seninle tanıdım. Debussy'yi ve Wagner'i senin onlarda bulduklarını duyabilmek için dinledim. Çocukluğumda gördüğüm eski zaman evlerine, tarihin tanığı mimariye, yaşamımıza şahit tuttuğumuz eşyaya, tılsımlı aynalara, cam evâniye sayende derin bir merakla bağlandım.

Hayatıma senden sazan ayrıntıları çok defa kendi gerçekliğinden ayıramam, tıpkı İhsan'ın sana tesiri gibi, hamurumu mayanla yoğurdun. Duyarlıklarım senden hatıra. İlk kez Emirgan'a sana rastlayabilmek umuduyla; Merkez Efendi'ye, Yenikapı'ya Nuran'la senin izinizi sürebilmek için gittim. Senden sonra düştüm Şeyh Galip'in peşine. Neyimi, bir gün Dede'nin Ferahfeza abinin üfleyebilmek gayesiyle elime aldım. Suat'ın intiharına, Nuran'ın bu büyük aşkı yok yere feda edişine sadece sen değil Mümtaz, ben de inanamadım. Nuran gittikten sonra bakışlarına yerleşen umutsuzluk, benim de hayallerimi kırmak için daima kapımda bekledi. Sendendir, bugün yaşama bir hüzün perdesinin ardından bakıyorsam."*


*: tuba dere, kahramanlarıma mektuplar - ölümsüz adam

10 Eylül 2021 Cuma

atışma - on sekiz

türk şiirinin en yakışıklısı turgut uyar, beklemeye ve mesafeye razı, naif bir duyarlılıkla söze, "ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım"* diyerek başlarken, türkçenin en büyük şairi de muhatabının karşısına geçer, hırçın ve azla yetinemeyen bir sesle "yüzüme bak/ ve yüzümü hırpala"** diye başlar.


*: göğe bakma durağı
**:sevgilim hayat

7 Eylül 2021 Salı

minger adası'na veda

ya da biten şeylerin verdiği hüzün.

veba geceleri'ni pazar günü bitirdim. kahvaltıdan sonra, koşmaktan önceydi. hatta son sayfalara kahvaltıdan arda kalan bir kaç bardak çay eşlik etti.

aç parantez... genelin aksine kitapları "iyi-kötü" ya da "sevdiğim-sevmediğim" diye ayırmam ben. "bir daha okumayı istediğim kitaplar" ve "bir daha okumayı istemediğim kitaplar" diye ayırmayı tercih ederim. sevmediğim bir kitabı ikinci defa okumak istemem elbette ama sevdiğim her kitabı da yeniden okumak isteği oluşmaz içimde. söz gelimi murakami. her kitabını merakla ve keyifle okudum ama sadece imkansızın şarkısı'nı yeniden okumak isterim, bir başkasını asla. louis ferdinand céline'in gecenin sonuna yolculuk'u için ölürüm ama taksitle ölüm'ü bırakın yeniden okumayı kitaplığımda görmeye bile tahammül edemiyorum. yine son zamanlarda keyifle okuduğum ve çok sevdiğim rüzgârın gölgesi'ne de yeni bir mesai ayıracağımı sanmam... kapa parantez

veba geceleri'ni, orhan pamuk'un ayrı bir lisanla, tıpkı kendisi gibi anlattığı "yıllar sonra" başlıklı son kısmı saymazsak beğenmedim. hâlâ ve hâlâ romanın bir tarihçiyi konuşturan usta bir yazar tarafından değil bilgisi çok ama kalemi zayıf bir tarih profesörü tarafından yazıldığını düşünüyorum. yine, romanın aceleye getirildiği konusundaki fikrim de daha kesinleşmiş olarak yerli yerinde.

bu acelenin sadece hikâyeye ve kurguya değil editöryal katkıya da etki ettiği açık. aksi takdirde, doktor nuri ve pakize sultan ağustosun sonuna doğru pazarda, "sepetler içinde taze çilek, erik ve kiraz" göremezdi. tıpkı aynı günlerde şehri gezerken gördükleri "ağaçlardaki kirazların kırmızıları" gibi.

asıl facia ise bambaşka bir yerde. bundan hiç kimsenin bahsetmiyor oluşu ise tuhaf. ya çok satan ve yüzlerce insana da reklam niyetine bir şeyler yazsın diye ücretsiz gönderilen bu kitap okunmuyor ya da ahbap çavuş ilişkisi gereği susuluyor.

kitapta bir oda var. salgının tartışıldığı, bilgilerin toplanıp değerlendirildiği, duvara asılı minger haritasına vakaların işaretlendiği vs... bu odaya anlatıcı/yazar kurulduğu andan itibaren "epidemiyoloji odası" diyor. şu an ergen olsa kızları etkilemek için, "beni epistemiyolojik yalnızlığımla başbaşa bırak, üzerine kan sıçrasın istemem," cümlesini kuracak bir okur olarak buna itirazım yok. ama anlatıcı/yazar elli birinci bölümde, üstelik aynı bölümde iki defa "epidemiyoloji odası" demişken (sayfa:316-317), birden bire "salgın odası" demeye başlıyor (sayfa:319) ve romanın sonuna kadar öyle devam ediyor.

sonra da vnf. ikna olmuyor.

doğan ölüyor, sayılı günler geçiyor. sayfalar tükendi, her macera gibi bu da bitti. boksör ayaklanması, abdülhamit'in polisiye merakı, minger adası'nın kuruluşu ile cumhuriyetimizin kuruluşu arasındaki benzerlikler tarzı tarihi bilgiler için elime alabilirim ama veba geceleri'ni yeniden okuyacağımı sanmam. çünkü, kesin olarak "bir daha okumak istediğim kitaplar"dan biri olamadı.

ama kitap bittiğinde, bir daha göremeyeceğimiz bir manzaraya son defa bakarken ya da bir daha görüşemeyeceğimizi içten içe bildiğimiz bir tanıdıkla vedalaşırken hissedilen karşı konulamaz hüznün aynısını hissettim.

adeta, aziziye'nin güvertesinde pakize sultan'ın sağ omzunun üzerinden ben de baktım:

"aziziye adanın kuzeyinden güneyine uzanan yüksek eldost dağları boyunca ilerlerken, pakize sultan volkanik sivri tepeleri görebildi. sonra ay bulutların arkasına girdi ve her şey kapkaranlık oldu. pakize sultan minger adası'nı bir daha göremeyeceğini düşünüp kederlenirken, arap feneri'nin yanıp sönen soluk ışığını fark etti. tam o anda ay bulutların arasından çıktı ve kale'nin sivri külahlarını ve arkadaki muhteşem beyaz dağı gördü. çok kısa sürdü bu, çünkü ay yine kayboldu. pakize sultan minger'i belki son bir kez daha görebilirim diye karanlığın içinde yaşlı gözlerle baktıktan sonra kamarasına döndü."

6 Eylül 2021 Pazartesi

önemsiz- üç

merak edenler için bir...

*

eğer bir şiir*, "yazın bittiği her yerde söylenir" diyerek başlıyor ve "aşkın uyumadığı her yerde söylenir" diyerek nihayetleniyorsa arada ne dediğinin bir önemi yoktur.


*:ülkü tamer, yazın bittiği

3 Eylül 2021 Cuma

otopark

yakari'yle sohbet ediyorduk. oradan buradan, bazan geçmişten bazan gelecekten. her şeyden...

"bizim bir se. hanım var," dedi. "iş yerinden."

"bir sabah onu park yerinde gördüm. arabadan inmeden önceydi, gözlerini siliyordu. o kadar hüzünlüydü ki.

onu ve hüznünü düşüne düşüne binaya yürürken, daha önce fark ettiğim ama üzerinde hiç durmadığım bir şeyi hatırladım. se. hanım her sabah arabasını park ediyor, bir kaç dakika sonra çıkıyordu arabadan. bazan herhalde makyajını falan kontrol ediyor, diye düşünmüş, bazan da derin derin nefes alarak kendini güne ve insanlara motive eden görüntüsünü gözümün önüne getirmiş ama üzerinde durmamıştım. 

o sabah anladım se. hanımın sabahları arabada ağladığını. ziyan olmuş hayatına mı, mutsuz evliliğine mi, istemeye istemeye geldiği işine mi bilmiyorum. tek bildiğim ağladığı." 

sonrası sessizlik. ve ben bozana kadar sustuk.

"adı ne demiştin." 

"se. hanım."

"başka bir isim söyledin gibi geldi de."

*

eminim, size de öyle geldi.

1 Eylül 2021 Çarşamba

tehlikeli şiirler - elli üç

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
haydar ergülen'den eylül mesela

Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir
kadın gider ve bir şair doğar bundan
(Ben hangi kadından şair olduğumu bilirim)
"Yazın bittiği her yerde söylenir"se*
kadının gittiği de her yerde söylenir
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir:
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu...
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir
eylülün semtine kadar böyle gidilir
Bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda
kadın tarafından terkedildi o söylenceye:
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder!
O kadın beni terkederse şair olurum
oğul olduğum kadın sakın beni terketme,
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider

Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!


*Ülkü Tamer'in "Yazın Bittiği" şiirinden

29 Ağustos 2021 Pazar

ikna

ikna olmadım. hem de iki defa. iki farklı konuda.

henüz...

*

biraz elde olmayan sebeplerden biraz da bile isteye bugünlere bıraktığım bir kitaptan veba geceleri'nden bahsediyorum. bunları da kitabın yarısı civarında yazıyorum.

ama her şeyden önce, orhan pamuk'un yaşayanlar içinde birinci, edebiyatımız ölçü alındığında ise en sevdiğim ikinci türk romancısı* olduğunu söyleyelim de ekrana altyazı olarak yansıyan "trafiğe kapalı alan" uyarısı gibi olsun.

*

her fırsatta, son beş yıldır bu roman üstünde çalıştığını, salgın ve karantinanın tesadüf olduğunu iddia eden, ama yaşadıklarımızın süreci daha iyi anlamasını ve anlatmasını sağladığını söyleyen orhan pamuk'a inanmıyorum. ya da onun gibi söylersem "samimiyetle" inanmıyorum.

yanılmıyorsam, kafamda bir tuhaflık'tan sonra orhan pamuk ölçeğine göre kısa bir bekleyişin ardından yayınlanan kırmızı saçlı kadın üzerine bir röportajda okumuştum. özetle, bir roman için yaklaşık beş-altı yıl çalıştığını, kafasında on üç roman fikri daha olduğunu, basit bir aritmetikle kafasındaki romanların hepsini yazmasının mümkün olmadığını, bir çoğunu yazamadan öleceğini söylüyordu.

bu durum içimi çok acıtmış, bu acıyı alper canıgüz'e de yansıtmıştım. bir etkinlikte söz alarak, "hafız, orhan reis böyle böyle diyor. sizin için de aynı şey geçerli mi? olur da o romanların tekini bile yazmadan ölürseniz küserim," demeye getirmiştim.

açıkçası, veba geceleri'nin orhan pamuk'un kafasındaki fikirlerden biri olduğunu ve bu süreçle beraber bir adım öne çıktığını düşünüyorum. en başta aklında olmayan bazı ayrıntıları da bu süreç vesilesiyle romana dahil ettiğine eminim. mesela, "hacı gemisi isyanı" veya "isyancı hacılar vakası" diyerek anlattığı olay o kadar tanıdık ki, okurken, her yerden ve herkesten uzak bir koya demirlemiş, dalgalarla sallanan bir gemi yerine, umre dönüşü bir öğrenci yurdunda karantinaya alınan insanlar geldi gözümün önüne.

hatta, yazar ne derse inanan 'saf okur'lardan olmasam, romanın sipariş üzerine yazıldığını, orhan pamuk'un, "bu fırsatı kaçırmayalım," diyen editörlerin ve yayınevinin oyununa geldiğini iddia ederdim.

bu da beni ikna olmadığım ikinci yere getiriyor. eğer bazan taklit ederek bazan araklayarak yazdığı ilk dönem romanlarını saymazsak, orhan pamuk'un gerçek sesini bulduğuna inandığım kara kitap'tan bu yana yazdığı bütün romanlara uzak bir roman bu.

sadece, zaman zaman anlatının arasına sızan, orhan pamuk'un kendi elleriyle tasnif edip dosyaladığı kişisel arşivinden çıktığı belli bilgiler harika. ama o kadarını kalemi güçlü, iyi bir orhan pamuk okuru da yapabilir.

romanın yarısını okudum ama çok sevdiğim "orhan pamuk melankolisi "nden eser yok hâlâ. "orhan pamuk anları" dediğim kutlu satırlara ise yalnızca bir defa (o da kolağası kamil ve zeynep'in ilk karşılaşmaları) rastladım. altını çizip derkenara yürek kondurduğum yerlerse neredeyse yok.

anlatıcı olarak aklından geçeni aklından geçtiği gibi anlatamayan biri var karşımızda. tıpkı bilgisi çok ama anlatma kabiliyeti zayif öğretmenler gibi. ya da güçlü bir kalemi olmadığı hâlde anılarını yazmaya kalkan emekli bürokrat ya da askerler gibi. ya da tez yazmakla öykü yazmak arasında sıkışıp kalmış doçent adayları gibi.

"tam da öyle. bu kitabın yazarı orhan pamuk değil bir tarihçi," diyenler çıkabilir. ama bu da bir sorun. sanat gerçekmiş gibi yapar. gerçeğin kendisi sanat değildir. başka bir deyişle, orhan pamuk bir tarihçinin ağzından anlatmıyor hikâyeyi. adeta, bir tarihçinin anlatısını kendi adıyla yayınlıyor. bu da, bir an önce yayınlansın diye romanla daha fazla meşgul olmamak için seçtiği bir yöntem hissi veriyor.

ve ne zaman bir video ile kitaptaki bir bahse açıklık getirmeye kalksa bu his kuvvetleniyor.


*:elbette, ahmet hamdi tanpınar... 

25 Ağustos 2021 Çarşamba

yaza veda

baharları sevmediğimi yıllar önce fark etmiştim. çünkü, çok sevdiğim kış ve yaz o ikisi yüzünden bitiyordu. çünkü, biten şeyler o zaman da hüzün veriyordu.

ama son bir kaç yazdır fark ettiğim bir şey daha var: denizde olmak, başka bir deyişle plajda ya da suda olmak ve kendimi bildim bileli içimde varolan, on yaşından sonra bir de fiziksel gerçeklik kazanan gurbet hissi olmasa geriye sadece kış kalır, yaz aylarını da sevmezmişim.

denize doğmuş bir çocuk olarak yüzmeyi hep sevdim. yüzmek deniz, deniz de yaz demekti. sonra yaz tatil demekti. tatilse ev, kuzenler, akrabalar, en çok da bahçe ortasındaki üç katlı ev ve annanem...

şimdilerde ise, tatilini isterse yazdan bağımsız da seçebilecek yerlere ve yaşlara gelmiş biri olarak yaylada ya da denizde değilsem yazları sevmediğimi itiraf ediyorum.

ve abartıyorum: bittiğini, artık sevilmediğini kabul etmeyen eski muhatabınızdan sonra dünyadaki en berbat şeydir neme bulaşmış sıcak.

hep kış olsun istemiyorsam yalnızca soğuk havaların maliyetini düşündüğümdendir. bu berbat dünyada hâlâ yakacak, giyecek derdi var bazı insanların. kış gelince yiyecek içecek gideri artıyor hâlâ. bazılarına her mevsim yaz, bazılarına "yaz ayları fakir ayları".

bir de, yaz takvimlerden bağımsız olarak o yaz yakari'yi son defa gördüğümde biter. ki bunu zaten biliyorsunuz.

13 Ağustos 2021 Cuma

on üç ağustos

"We look at the world once, in childhood.
The rest is memory."

ya da

"Dünyaya bir kez çocukken bakarız.
Gerisi hatıradır."*


*: louise glück, nostos - nuray önoğlu çevirisi

11 Ağustos 2021 Çarşamba

yollarda

yolu biliyordum. ilk defa aklı bir karış havada, önünde tanrılarınki kadar uzun bir gençlik var sanan üniversite öğrencisi olarak gelmiş, neredeyse her sene bunu tekrar etmiştim.

adını her zaman bir sonrakiyle karıştırdığım küçük şehri geçecek, ilk yol ayrımında yönümü dağlara dönecektim. çok değil, bir kilometre daha.

bir sırt çantası ve bir sürü yorgunluk olurdu yanımda. alnımda ise ancak uzak rüzgârların söndürebileceği bir ateş.

soru sorulmaz, "hoş geldin"den, memnuniyet göstergesi cümlelerden başkası söylenmezdi. vadi boyunca esen rüzgâr, vadiyi, biraz dikkatli bakarsanız denizi de seyreden pencereden girer, olanca serinliğini odada bırakıp diğer pencereden çıkardı. o serinlikte, yakari elinde sigara, karşı yamacı seyreder, ben de gözlerimi ahşap tavandan hiç ayırmadan biteviye anlatırdım.

en çok da bakü hayalleri kurardık. denizler kadar büyük bir gölün kıyısında, gri, taş binalar şehri.

*

bir gün hasan dedenin hasta olduğunu öğrendim adını taşıyan torunundan. çok uzaktaydım ama hem yaza hem ona yetiştim. elini öptüm. tek bir isyan sözcüğü çıkmadı ağzından. nasıl yaşadıysa öyle.

sonra murat amca aşağıya, dağları sırtlayıp denize götüren yolun kenarına kocaman bir ev yaptırdı. herkes mutlu oldu ama ne zaman uyansam dış kapının eşiğine oturmuş, bir işle meşgul bulduğum hasan dedenin hayali eski evde kaldı. çok geçmedi babanne de hayal oldu. kocaman ekmeklerden kestiği dilimler, guymaklar, ballar...

ben de yavaş yavaş uzaklara, saat farkına alışmaya başladım. yakari bakülü bir kızla evlendi. dünya tatlısı iki oğula baba oldu. artık sigara değil puro içiyor.

ama değişmeyen bir şeyler de kaldı. mesela, yaz takvimlerden bağımsız olarak o yaz yakari'yi son defa gördüğümde bitiyor hâlâ...

*

bu defa da bir sırt çantası ve bir sürü yorgunlukla vardım oraya. kalbim kırık bile sayılabilir.

yine dostlukla kuşattılar beni. ne de olsa, ben de evin bir çocuğuyum. ya da çocuklardan bir çocuk.

bir bahane icat edip yine evden kaçtık yakariyle. yemekten sonra çaydan önceydi. yine yola eşlik eden ırmağın üstündeki eski zaman köprüsüne. yine ırmağın karanlık sularını seyrederek, birbirimizi olduğu kadar ırmağı da dinleyerek.

son günlerin en huzurlu uykusunu uyudum. amaç biraz da buydu. sabah uyandığımda bir de baktım, kocaman bir odadayım. neredeyse basketbol sahası kadar. odaya ışık dolduran pencerenin diğer yanında, duvar dibinde bir yatak daha olduğunu fark ettim. normalde, "simetri yaratıcılığı öldürür," derdim ama, "kız kaçırırsam buraya gelirim," dedim.

bu fikre hem gülümsedim hem de kendimle konuşmaya devam ettim.

"bunu ze.'ye söyleyeyim ben. uzun zamandır kavga etmemiştik, bahane olur."

9 Ağustos 2021 Pazartesi

çocuk ve deniz

uzak, çok uzak bir ağustos. saat altı gibi. akşama doğru. deniz dalgalı. başka bir deyişle, ufka doğru yüzmek için değil, oyunlar ve oyunbaz çocuklar için.

çocuk da öyle yapıyor zaten. dalgaların içine dalıyor, üstünden atlıyor, önünde küçücük gövdesiyle duvar oluyor falan. denizi çok sevdiği, mutluluğu her hâlinden belli.

bir de adam var bakışlarını çocuktan ayırmayan. su dizlerini aşmış, biraz uzakta ama her ihtimale karşı, aradaki mesafe artmasın diye dikkatli. yüzünde mutlu bir tebessüm var, üzerinde hüzün bulaşığı.

"allahım," diyor içinden. "bu anı benden alma. sonsuza kadar hatırlamamı sağla."

evde, vakit geceyi bulup da evdekiler uykuya varınca günlük olmayan ama bazan günlük gibi davrandığı defterini önüne çekecek ve oraya günün tarihine eşlik eden iki cümle yazacak.

"o an dünyada sadece ikimiz kalmış gibi hissettim. başka ne varsa yok olmuş, belki de hiç yokmuş."

3 Ağustos 2021 Salı

paralel evrenler: on beş

"verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin, özlenilmeye değer olmaktan, ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu… bir eliyle verdiğini, öteki eliyle alıyor," der schopenhauer.

ve ingilizlerin haşarı çocuğu martin amis de londra'da bir park namlı romanında aynı fikirde olduğunu beyan eder: "bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor. bunu anladınız mı? bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor."

1 Ağustos 2021 Pazar

dakika ve skor

"Yerler cilalanmış, aynalara ise fırçayla üstübeç sürülmüştü. Yargıç Arcadio koltuğa otururken berber de bir bezle aynaları siliyordu.
"Dünyada pazartesi diye bir şey olmamalıydı," dedi yargıç.
Berber onun saçını kesmeye başladı.
"Bütün kabahat pazar gününde, dedi. "Pazarlar olmasaydı pazartesiler de olmazdı.""*

*: gabriel garcía márquez, kötü saatte

29 Temmuz 2021 Perşembe

günün sorusu: yine de

sevebilir miyiz kendimizi, bir başkasını; yaratandan ötürü değil, kendinden ötürü?

27 Temmuz 2021 Salı

güney amerikada bir ülke

en sevdiğim değil. o arjantin. biraz da şili. görmeyi istediğim de. kısmet olursa hepsini görmek isterim.

bu, bambaşka bir hikâye ve üstelik bir değil üç tane.

*

her insanın yanından ayırmadığı, hastane, havaalanı, yolculuklar veya iş yemekleri için ne olur ne olmaz diye hazır ettiği, hatta üzerinde çalıştığı, zamanla en mükemmel formuna ulaşan küçük anlatıları, esprileri vardır. anlatılır, kullanılır ve eğer gerekliyse tozu alınıp bakımı yapıldıktan sonra bir dahaki sefere kadar kutusuna kaldırılır.

dünya küçülüp global bir köye döndükten beridir de bu küçük anlatılar değişti, çeşitlendi. elin adamına ya da kadınına askerlik anısı da anlatılmaz ki. ya da bir almana dedemizin kaçırdığı deniz kenarındaki arsa fırsatını anlatsak anlar mı? hem amerikalı biri ne anlasın ilk aşkın güzelliğinden.

carapaz'ın kazandığı olimpiyat altın madalyasından sonra fark ettim ki benim ekvatorlular için özel bir sohbet konum var ve iki yıldır bu böyle.

çok geçmedi, arjantinliler için de bir tane olduğunu fark ettim. ve şilililer için de.

*

ekvator:

yalan konuşmayacağım, şair isimli richard carapaz'ı iki bin on dokuz italya bisiklet turu'ndaki muhteşem solo atağı ile fark ettim ilk. "tıpkı nibali gibi," dediğimi hatırlıyorum. o sene şampiyon oldu zaten.

adı bir marquez bir de bisikletle anılan kolombiya yerine ekvatorlu olması bile başlı başına bir hikâyeydi. her ne kadar kolombiya sınırına yakın bir köyde doğup büyüse de.

kabul, nibali bir titan. üstad. köpek balığı. taktik, takım emri bilmez. "şimdi değilse ne zaman?" der, atağını yapar. tereddüt yoktur. ama demez.

işte carapaz da öyle. tek eksiği nibali'de var olan karizmaya sahip olmayışı. lider ruhlu durmuyor, yüzü nibali kadar pis değil. ama olimpiyat şampiyonu. üstelik şarkısı da var.

şili:

öyle olmadığını bile bile, "türkçe'de bir söz var," diyorum. "kadın şili gibi olmalı; ince, uzun." sonra muhabbet gelişiyor, koyulaşıyor.

ne yani? ben uydurdum mu deseydim?

arjantin: 

sadece sohbet ettiklerime değil, üzerinde on numaralı arjantin forması gördüğüm herkese sordum bu soruyu. aynı kompartımanı paylaştığımız, öğrenci değişim programıyla avrupa'ya gelen kuzenini ziyarete gelmiş üniversitelilere de sordum, kızlı erkekli futbol maçına o ünlü formayla gelmiş genç kıza da. 

koşarken rastladıklarım da oldu, market alışverişinden sonra kasa sırasında hemen arkasında durduklarım da. arkadaşımın sevgilisi olanlar da vardı, kırmızı ışıkta iki bisikletli yanyana durduğumuz da. adres soran da vardı aralarında, tirübünde yanyana maç izlediklerim de. haliyle arjantinli olmayanlara da denk geldim bazan.

"messi mi? maradona mı?" sadece bu. elbette bir sürü yan soru ihtiva ediyor: hangisini seviyorsun? hangisi daha büyük? on numaralı arjantin forması kimi temsil ediyor?

yıllarca "maradona" cevabının peşinden koştum. ama, hayır. nihayet koşarken rastladım. bir pazar sabahı, üniversitenin atletizm pistinde. biraz hızlanıp yakaladım. kaldı ki, belki de ilk kez koşan sevgilisi yüzünden yavaş koşuyorlardı. 

adamım, "maradona" dedi. çok sevindim ama sevgilisinin, "sen ciddi misin?" deyişini duyunca sevincim yarım kaldı. sonra ne oldu bilmiyorum ama kızın bizim elemana bir müddet, "yorgunum," dediğine eminim. ne de olsa koşmak yorar insanı.

hele de koşmaya yeni başlamışsanız. 

20 Temmuz 2021 Salı

ihmal ettiğim müzikler

gerçeği söylemek istemediğim için yolumu benzetmelerle yürüyeceğim...

müzik kulaklıktan taşmış da dinleyeni ele vermiş gibi. ya da arabadan çıkmak için kapıyı açmış ama müziği kapatmakta geç kalmış gibi. ya da odaya biri girmiş de iş yaparken eşlik etsin diye açtığın müziğe şahit olmuş gibi.

daha yirmili yaşlarının yarısında bile değil. kocaman bir gençlik tebessümüyle "burada dertli birileri var galiba," dedi.

"dertsiz olduğumu söyleyemem ama o yüzden değil zamanında ihmal ettiğim için dinliyorum," diye, yanıtladım tahmin-sorusunu.

anlamadığı için değil soran gözlerle baktığı için de devam ettim.

"ben müzik diye bir keyfin olduğunu fark ettiğimde klasik müzik dayatması vardı. ve yabancı müzik modası. başka şeyler dinlenmezdi, dinleyen varsa da saklardı. ben de öyle yapardım. şimdi ise "insanlar ne der?" putunu yıkmış olmanın rahatlığıyla istediğim müziği dinliyorum."

anladı mı, bilmiyorum. ama buraya kadar okuyanlar için işte o müzik...

17 Temmuz 2021 Cumartesi

atışma - on yedi

modern resmin öncülerinden paul klee, bir halka sesleniş konuşmasında ya da derste, "sanat, gördüğünü resmetmez; görmemizi sağlar," diyerek gözümüzün önünde durduğu halde göremediklerimizi, aşikar oldukları halde anlayamadıklarımızı, ancak daha derin bir bakışla, bir zihin ve ruh terbiyesiyle görüp anlayabileceğimizi söylerken, sembolizmden mustarip şair mallermé de, bir kenara çektiği ressam manet'yi, "nesnenin kendisini değil, yarattığı etkiyi resmediniz," diye ikaz ederek adeta onu izlenimciliğe götüren yola taş döşüyor.

13 Temmuz 2021 Salı

tehlikeli şiirler - elli iki

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
behçet necatigil'den yaralar* mesela

Biz ki bu yolda kır çiçeklerine ser--
Küçükserler bırakırız.
Besler besinlerim üzüntü
Yıllarca yokuşları--birden patlar atlarımız.

İrin gene bir yol akar, iner yere bilirim.
Islak kutularda kibritler nasıl yanar
Kurumuştu boynumda köstebek yuvalarından
Çamur--bir gün de bu yaralar.

Bitişleri düşünmekten başlatabildik mi
İlk bölümü hemen ölüm kitaplar getirdim
Düşer sular bir yardan--bir gün de bu yaralar
İyi ki yoksunuz, şimdi çok çirkinim.

*:yeni dergi:42, mart 1968

10 Temmuz 2021 Cumartesi

sirkeli ılık su

uzun, çok uzun zaman önceydi.

hangi romanda okuduğumu ya da hangi filmde seyrettiğimi bilmiyorum. o an uydurmuş da olabilirim. ama muhatabıma, "kullandığın depresyon ilacını söyler misin," dediğimi çok iyi hatırlıyorum.

sohbet ediyorduk, laf arasında ilaç kullandığına dair bir cümle geçmişti. "ben de kullanmak ve seni nasıl etkilediğini görmek istiyorum. sabahları uyanınca yeni gün karşısında hissettiklerini daha iyi anlarım belki."

dedim ya, "uzun, çok uzun zaman önceydi."

son zamanlarda bir tanıdığın -aile dostu da denilebilir-, o kadar çok sirkeli su muhabbetine maruz kaldım ki bu eski hatıra artık dayanamadı, saklandığı yerden çıkıp geldi.

bu sabah uyanınca ilk iş olarak bir kaşık sirke ilave edilmiş bir bardak ılık su içmeye niyetlendim. böylece anlayacaktım.

yapmaz olaydım. o kadar berbattı ki daha ilk yudumda pişman oldum ve "bunu içeceğime her defasında beş kilometre daha uzun koşarım," dedim. "hatta ölürüm."

inat etsem, irade göstersem de sonuna kadar gidemedim. bardakta kalanları lavaboya dökerken buna nasıl tahammül edebildiğini düşündüm. yüzümün engel olamadığım buruşması eşliğinde "insan bu kötülüğü kendine niye yapar?" diye mutfağın duvarlarına bile sordum.

"lan," dedim sonra. "bu manyak, aynaya bakınca şişko birini görüyor olmasın?"

8 Temmuz 2021 Perşembe

kader/ hayat

seneca'nın sürgünden, sürgüne gönderildiği adadan annesine yazdığı mektup. 

"hiçbir zaman kader tanrıçasına güvenmedim, bana huzur verdiği zamanlarda bile. bana bahşettiği her şeyi (parayı, mevkii, gücü) öyle bir yere koydum ki geri almak istediği zaman beni rahatsız etmeden alabilsin. bütün bu sahip olduğum şeylere belli bir mesafede durdum ki istediği zaman onları bulundukları yerden rahatça alsın, benden söküp koparmasın."

*

kader ki, çoğu zaman almasını hiç istemediğinizi alırken, alması için yalvardığınızı da ya almıyor ya da çok yavaş alıyor.


notgibi: seneca mektubunda "kader" derken, "hayat"ı kastetmiş gibi gelir hep bana. bu nedenle o mektuba yaptığım 'çıkma', "hayat ki, çoğu zaman almasını hiç istemediğinizi alırken, alması için yalvardığınızı da ya almıyor ya da çok yavaş alıyor," şeklinde okunursa asıl manasına kavuşur.

6 Temmuz 2021 Salı

eski şarkılar

önce bir konuda anlaşalım: "eski şarkı" geçmişte yapılmış her şarkı değil, geçmişte yapıldığı hâlde bugün de dinlenen şarkı demektir.

buradan cevabını sevdiğim bir soruya geçebiliriz: neden bütün eski şarkılar güzeldir? çünkü, güzel olmasa unutulur giderdi.

bu cevabı biraz köpürtelim: bir başka deyişle doğal seçilim. yani, darwin günümüzde yaşasa beagle yollarına düşmeden, yalnızca müzik tarihine bakarak evrim fikrini geliştirebilirdi: kötü şarkılar yok olur gider, iyi şarkılar ise yıllar geçse bile gök kubbede yankılanır durur.

şimdi ise kendimiz bir soru sorup cevaplayalım: otuz, hatta yirmi yıl öncesiyle karşılaştırıldığında son bir kaç yıldır neden eski şarkıları daha çok anar ve dinler olduk?

ahir zamana kaldığımız ve berbat bir çağda yaşadığımız için geçmişe kaçmak arzusu, her dem moda olan nostaljinin bizi eski güzel günlere çağırıp durması, internet çağında eski şarkılara ulaşmanın kolaylığı... 

olası cevaplardan bir kaçı bunlar. ama doğrusu değil bence.

eskiden, ne tür müzik severse sevsin herkesi bir biçimde yakalayacak ve oyalayacak yeni bir şarkı muhakkak olurdu. tek şarkıdan başka bir şeyi olmayan da her şarkısı 'bir olay' sanatçılar da vardı. biri tükenmeden diğeri başlardı.

ama şimdi öyle mi? türkçe müziğin göğünde bir kuyruklu yıldız gibi görünüp kaybolan manuş baba'yı saymazsak mabel matiz'den başkası aklıma gelmiyor. diğer dillerde ise, denk gelip de beğendiğim bazı şarkıları saymazsak en son beirut'u keşfetmiştim.

işin tuhaf yanı da sevdiğimiz grup ya da kişiler ne zaman yeni bir şeyler yapsa bir kaç dinlemenin ardından aynı grubun ya da kişilerin eski şarkılarına dönmek. 

anlayacağınız, müzik iklimi bu denli bir kuraklık olmamıştı hiç. zaten, ne varsa eskilerde var dememiz hep bu kuraklıktan değil mi?

3 Temmuz 2021 Cumartesi

dakika ve skor

"Yazıyorum çünkü dünyada yapacak başka bir şeyim yok: ben artakalanım ve insanların dünyasında bana yer yok. Umutsuz ve yorgun olduğum için yazıyorum, kendim olmanın monotonluğuna artık dayanamıyorum ve eğer yazmanın o hep tazelenen yeniliği olmasa sembolik olarak her gün ölebilirim. Ama gizlice arka kapıdan çıkmaya da hazırım. Hemen her şey geldi başıma, tutku da umutsuzluk da. Şimdi sadece olabileceğim ama hiçbir zaman olmadığım şey olmak istiyorum."*


*: clarice lispector, yıldızın saati

1 Temmuz 2021 Perşembe

kurbağalar

"kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi yakup/ bunu kendine üç kere söyledi"*

ama önce geçmişe gidelim.

geldiniz mi? o halde başlayalım...

ingilizce çalıp söyleyen gruplar içinde en sevdiğim grup tartışmasız dire straits. evet, onlar. beatles ya da pink floyd sizin olsun. ama ikinci en sevdiğim grup söz konusu olunca karar veremem, led zeppelin ile metallica arasında gidip gelirim.

bu iki gruptan led zeppelin'in adı geçtiğimiz günlerde güney amerika keşfedilen kara kurbağası türüne verildi. and dağları'nın doğusunda, ekvador ile peru arasındaki sınırda uzanan cordillera del cóndor isimli silsilede yeni bir kara kurbağası keşfeden bilim insanları david brito-zapata ile carolina reyes-puig, keşfettikleri kurbağaya "led zeppelin yağmur kurbağası" anlamına gelen "pristimantis ledzeppelin" adını verdi.

robert plant, jimmy page, john paul jones ve john bonham tarafından kurulup, tarihe ve rock müziğe damga vurduktan sonra bonham'ın ölümüyle dağılan britanyalı gruptan adını alan yeni türün tüm üyeleri, orman içindeki akarsuların kenarında büyüyen çalılarda, sudan yaklaşık üç metre yükseklikteki yapraklara tünemiş halde yaşıyor.

bu yeni türü keşfeden ikilinin isimlendirme sebepleri ise oldukça basit: led zeppelin ile sıradışı müziklerini onurlandırmak...

vesselam.


*: edip cansever, çağrılmayan yakup

27 Haziran 2021 Pazar

péninsule

fransansızca bir kelime. fransa bisiklet turu, yani tour de france izlerken öğrendim.

/eğer seçme şansım varsa sarper günsal, berkem ceylan ve caner eler anlatımıyla dinlemeyi tercih ederim bisiklet yarışlarını. o kutlu zamanlarda televizyon evde ses olsun diye rağbet ettiğim bir eşya olmaktan çıkar, bir kaç arkadaşım ziyarete gelmiş de ben başka işlerin hakkından gelirken zaman zaman benim de katıldığım bir sohbetin fitili ateşlenmiş gibi hissederim./

anlamadığım bir kelime duydum ilk önce. caner eler, hemen peşi sıra, "fransızcanın en sevilen kelimesi olabilir," deyince dikkat kesildim. "yarımada" demekmiş. ama birebir türkçeye çevrilince "neredeyse ada" anlamına geliyormuş.

üç tarafı su ile çevrili, çoğu zaman dar bir kıstakla anakaraya bağlı kara parçaları için şiir gibi bir isim: neredeyse ada...

*

türkiye'nin en ünlü sözlüğüne itimat edersek: latince "paeninsula" kelimesinden gelmektedir. "paene" neredeyse, "insula" ada anlamındadır. bir anakaraya bağlı üç tarafı su ile çevrili kara parçaları için kullanılır.

24 Haziran 2021 Perşembe

modern sanat ve ütü masası

alt başlık olarak, "ütü masası sanat eseri sayılabilir mi?"

*

bartleby ve şürekası ile muhteşem bir başlangıç yapan ama sonradan "ailemizin çağdaş ispanyol romancısı" unvanını javier marías'a kaptıran enrique vila-matas'ın şenlikli anlatısı kassel'de mantık aramak'ı okuduktan sonra modern sanat hakkındaki fikrim değişmedi -hâlâ hazzetmiyorum- ama anlaşılır bir modern sanat tanımına ulaştım.

modern sanat, sadece nesneler değildir. bir kısmını nesnenin görselliği bir diğer kısmını da bu görselliği açıklamaya ya da pekiştirmeye yeltenen konuşma, yorum veya yazıların oluşturduğu bir toplamdır.

*

mesela, bir ütü masası. salonun ortasında öylece duruyor.

son anda en sevdiği bluzu giymeye karar veren ama ütüden sonra ancak servise yetişecek vakti kaldığı için aceleyle evden çıkan bir kadın ya da haftanın maçlarından özet görüntüler başlayınca, bitsin öyle götürürüm, diyen ve sonrasında kendisini rahatsız etmediği için bırakın kaldırmayı, varlığını bile unutan bir ev erkeği olduğu gibi bırakmış olabilir.

ya da dekoratif bir unsur olarak oradadır. ama çirkin ve işlevsiz olduğu kesin. hatta bazı belediyelerin şehir girişlerine diktiği ve nereye geldiğimizi anlayalım diye yaptırdığı heykeller gibi rahatsızlık verici.

*

şimdi o salona birisi girsin. bu ütü masasının bir yerleştirme olduğunu düşünmesi ve bunun yapan sanatçının ne amaçlamış olabileceğini kendine ya da yöresindekilere açıklamaya çalışması ile olayın rengi değişecek. bu da salonun ortasında duran ütü masasını sanat eserine dönüştürecek.

hadi, biz de yapalım.

"sivil itaatsizlik nedir, derseniz, işte budur, derim. hem de en mükemmelinden. işi bittikten sonra ütü masasını aldığı yere bırakmayan birey, koşulların onu mecbur kıldığı dar çerçeveye isyan etmektedir. bu daha başlangıçtır ve yakında fişten çekilmemiş ütü de yerleştirmeye katılacak, bu isyanın marşı da vakti gelince yanan, vakti gelince sönen ısı sensörünün çıkardığı ses olacaktır."

"çağdaş insan teki ihtiyaçları için kullanmak üzere vaktini ve emeğini parayla değiştirirken hiçbir zaman ihtiyaçları kendisinin tanımladığını aklına getirmez. oysa yüksekliği ayarlanabilir bir ütü masası orta sehpası, fiskos hatta çekirdek aile ya da yalnız yaşayan bireyler için yemek masası bile olabilir. ama bu 'artistlik', plastik kola şişesinden kendisine ayakkabı icat eden fakir afrikalının mecburiyetiyle karıştırılmamalıdır."

"tolstoy, anna karenina'da bildik öykünün aksine bir çamaşırhanede çalışan güzel anna'nın hikâyesini anlatmış olsaydı, "bütün ütülü giysiler birbirine benzer, oysa ütüsüz giysilerin kırışıklıkları farklı farklıdır," diyerek başlardı. nasıl mutlu ailelerin, "mutlu bir aileydiler. öyle ki, görüp görebileceğiniz en mutlu aileydiler"den başka hikâyesi yoksa ütülü giysinin de "düzgün ütülenmişti"den başka hikâyesi olamaz. "ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim" mısrasını ütülü bir pantolon yazdırabilir mi hiç?"

*

belki de o salonun ve ütü masasının sahibi ya da o evin ütülerden sorumlu kişisi sadece tembeldir. o kadar tembeldir ki, "çocukların yediği ebeveynlerine yarar" sözünden yola çıkarak, çocukları hareket eden ebeveynlerin fazlalıklarından kurtulabileceği gibi boş bir inanca sahiptir.

ona bir dost tavsiyesi: yaz bitmeden o leopar desenli bikiniyi giymek gayretindeyse, sabahları ilk iş sirkeli suyunu içsin, sonra da adam gibi sporunu yapsın. ya da gelsin, her çarşamba yerel saatle on altıda tenis kortlarının oradaki atletizm pistinde çarpışalım.

22 Haziran 2021 Salı

bankalar

geçen gün doksanlardan kalma bir türk filmi izledim. bin dokuz yüz doksan dört yapımı bir sonbahar hikâyesi... klişelerde boğulmayı seviyor ve zuhal olcay'ın her hâlini beğeniyorsanız, bütün bunların üzerine bir de vaktiniz varsa izleyebilirsiniz.

uzun uzun beni varış noktasına getiren güzergâhı anlatmak istemiyorum ama adına aldandığımı, bu aldanışa da kırık bir aşk hikâyesi(1981) çağrışımlarının sebep olduğunu itiraf ederim. 

/ıssız adaya düşünce yanıma alacağım üç şeyden biri ya da türk sinemasının en iyi on filmi listesinin bir parçası olmasa da kırık bir aşk hikâyesi'ne özel bir zaafım var çünkü. çünkü, "kırık bir aşk hikâyesi filmini bilmeyen bir kızla olmaz"./

senaryo klişe, oyunculuk vasat, film ise berbattı. türk sinemasının neden eşkıya'ya ihtiyaç duyduğunu anlamak, burun kıvırdığımız hollywood bile altın dönemini yaşarken biz nasıl bu kadar kötü filmler yapabildik diye sormak için de izlenebilir.

ama tek bir sahnesi vardı ki, beni olduğum yere çiviledi. çoğu insanın sevgiyle, bir çeşit nostalji duygusuyla andığı, bana göre sonun başlangıcı olan doksanlardan bir defa nefret ettim. 

/gerçi başlattığı toplumsal erozyon olmasaydı bile yüksel bel pantolonlar, omuzları vatkalı bol ceketler, pantolonun içine atılan kazaklar, permalı saçlar, araba camı kadar kocaman ve koyu renkli camlı gözlükler, tavuk götü saç kesimi yüzünden de nefret ederdim doksanlardan.

dikkat ettiniz mi bilmem, siyasi hayattaki ve halkın devleti emanet ettiği insanlardaki kirlenmeyi saymadım bile./

neyse... çünkü konumuz bunlar değil o sahne. filmin adını şimdi hatırlamadığım, amerikada eğitim görmüş, ingilizcesi shit ve all rightan ibaret, baş-erkek karakteri iş görüşmesindedir. referansları çok iyidir. amerikada ihtisas yapmış olmak büyük şanstır. yani, başvurusu kabul edilmiş, bu iş olmuştur. biraz sohbet şarttır:

"insanlar bankalara borcu olmadan yaşamaya bırakılmamalıdır. araba, ev... sonra ne bileyim? tatil, elektronik eşya, giyim-kuşam.

-zamanla burada da o duruma gelinecektir. biz görür müyüz bilmiyorum ama."

ne dersiniz, görmüş müdür?

17 Haziran 2021 Perşembe

dakika ve skor

"Öğle sonrası ay'ına kimse bakmıyor, oysa Ay'ın ilgimize en çok gereksinim duyduğu zaman bu, çünkü varlığı kuşkulu henüz. Güneş ışığı yüklü gökyüzünün yoğun mavisinde beliren beyazımsı bir gölge; bu kez de biçimleneceği ve ışıyacağı konusunda kim güvence verebilir bize? Öyle kırılgan, soluk ve ince ki; yalnızca bir yanı, bir orak yayına benzeyen belirgin bir sınır oluşturmaya başlıyor, gerisi hâlâ maviliklere gömülü. Sanki saydam bir ayin ekmeği ya da yarı erimiş bir hap gibi; ne var ki, beyaz çember dağılacak yerde koyulaşıyor. Ay coğrafyasından mı yoksa sünger gibi delikli uydunun hâlâ içine işleyen çapaklar mı oldukları anlaşılmayan lekelerle, gölgelerle birleşerek koyulaşıyor."


*:italo calvino, palomar

15 Haziran 2021 Salı

iz peşinde

sermet pars'a

soğuk, çok soğuk bir kış gecesiydi. postmodern bir romanda kahraman olsaydım, trenden yeni inmiş, istasyon yakınındaki camları buğulu büfeye giren bir yolcu olurdum ama roman kahramanı değilim. roman kahramanı olmadığım için de evimin emniyetinde, salondaki rahat kanepede oturmakla yatmak arasında uzanmış, her üç dakikada bir "bunu kendime neden yapıyorum ki?" diye diye altmışlardan kalma bir sanat filmi izliyordum.

kendime itiraf etmesem de bunu neden yaptığımı biliyorum aslında. bana musallat olmak için gecenin ilerleyen saatlerini bekleyen melankoli gelene kadar vakit öldürüyorum. itiraf ediyorum, arada sırada üstüme çullanan hüzün olmadan ben bir hiçim. böyle olduğu için de yazdıklarımı bir defa daha okuyup, "olmuş bu" dediğim hâlde bu paragrafı metne eklemeden duramadım.

derken telefonum çaldı. duaları kabul olmuş kul sevinciyle televizyonun karşısındaki kanepeden ayağa fırladım. soğuk bir ses kendini tanıtmaya ihtiyaç bile duymadan, "beni arıyormuşsun," dedi. "twitterdaki mevzu mu?"

tam on ikide, il encümen üyesi hidayet elibol'un şehrin batı çıkışındaki babadan kalma benzinliği yıkıp yerine ilk on yılı geri ödemesiz tarım kredisi ile yaptırdığı konaklama tesisinde buluştuk sacitle. mahallenin ve googleın harbi delikanlılarından sacit. iyi top oynardı. şehrin adını şehirden alan lisesi tek şampiyonluğunu onun sayesinden kazanmış, o da aynı sene gol kralı olmuştu. ama annesinin inadına yenik düştü. okudu, adam oldu.

peş bölgemizi benim emektarın kaputuna yaslayıp konuşmadan öylece durduk. ellerimiz ceplerimize gömülü. sacit'in bir eli dışarda ama. evde sigara içmesine izin vermeyen ikinci karısı yüzünden bulduğu her fırsatta sigaraya sarıldığını bilmeyen yok. artık siz de biliyorsunuz.

şimdiden ikinciyi yaktı ve biz tek kelime bile konuşmadık. aslında elektronik sigara içmesi tarzına daha uygun ama birazdan o sigarayı don vurmuş asfalta fırlatacak ve yola fırlatılan sigara izmaritinin ucundaki közü döke saça asfaltta yuvarlanması çok hoşuma gidiyor.

"bergman burada olsa "kilise ayinleri ya da kötü tiyatro"ya benzetirdi," diye düşündüğüm, sanat filmlerindeki kadar uzun, upuzun bir suskunluğun ardından, önce sigarasından son bir nefes alıp kalanı tıpkı az evvel dediğim gibi asfalta fırlattı, sonra da yeterince uzak mı diye bir defa daha tesiste mola vermiş tek otobüsü yıkayan elemana baktı ve zor duyulur bir sesle, "satrançta balkan üçüncülüğü var," dedi.

der demez de geldiği gibi gitmek üzere gecenin en karanlık yeriyle boyanmış otomobiline yöneldi. arkasından "hangi yıl?" diye seslendim. geri dönüp, "bilmiyorum," anlamında ellerini açtı. belki, "ben nereden bileyim?" demiş de olabilir.

"başka bir şey yok mu? ya da öğrenebileceğimiz birileri?" diye ısrar ettim otobüsü yıkamayı bitirip sigara yakan adama aldırmadan. "olsa biz bilirdik," dedi ve kapıyı kapattı. evet, biraz sertçe.

istanbul tarafına dönmek için yanıp sönen sinyal lambasına bakarken, "it," dedim çevirisi kolay olsun diye. "daha iki dakika önce, harbi delikanlı, dedim senin için. kupası paslanmış şampiyonluğu bile andım. sense artistlik yapmak için yazının bitmesini bekleyemedin."

sinirden apartmanın park yerinde arabayı sürttüm. bunları da sanayide, oto-boyacı cemil'in dükkânı açmasını beklerken yazıyorum.