vadiyi yeşile boyayan kadim ağaçların güneş yorgunu yaprakları zamanını ve yerini şaşırmış şaşkın bir rüzgar tarafında huzursuz edilince aşağıdaki zeytinlik balıkların gümüşi karınlarını gösterdiği bir koy gibi ışıldadı.
30 Ekim 2017 Pazartesi
27 Ekim 2017 Cuma
kadınlar-erkekler: on yedi
kadınlar bir öncekini unutturmak ve ilk defa gibi olmasa da farklı olmak isterken, erkekler bir öncekinin yaptıklarının yerini almayı ve böylece eskiyi olmamış kabul ettirmeyi seçerler.
25 Ekim 2017 Çarşamba
best of nazan bekiroğlu: yerli yersiz cümleler
bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez. ama ikinci defa olduysa üçüncü defa da olacaktır.
*
yeni nazan bekiroğlu kitabının haberini twitter'dan aldım. bu, uzun zamandır beklediğim bir haberdi. 'haber' değil 'müjde' demek daha yerinde olur. ne de olsa, "yemek tarifi yazsa okurum ben," dediğim bir yazar söz konusu. üstelik mücellâ'nın üzerinden iki yıl geçti.
"türkçe'de en sevdiğim yazarlar üçlemesi" yapacak olsam, o üçlemenin "paha biçilmez"i kesinlikle nazan bekiroğlu olurdu. sadece seçtiği, kalbime temas eden konular, tıpkı beni anlatmış dediğim cümleleri ve duyarlılıkları sebebiyle değil, kelimeleri ve türkçe'yi kullanma biçimi yüzünden de onu severim. eski ve yeni kelimeleri bir arada ve bu denli güzel kullanan başka bir günümüz yazarı bilmiyorum. akademisyen yanının dilini, kelimelerini, kalbini makineleştirmemiş olması bile tek başına övgü sebebi.
o yüzden çok satıyor diye iskender pala, aynı pozları veriyor, kaynaklardan besleniyorlar diye elif şafak'la aynı kefeye konulmasına her zaman karşı çıktım. sadece kitaplarını değil, yayınlanmış her yazısını okumuş olmalıyım. öncelik sıralaması değişse de bütün kitapları ve yazdıkları kıymetli benim için. bazılarını "daha çok" olsa da her birini sonsuz bir zevkle keyif alarak okudum. içlerinden yalnızca isimle ateş arasında'yı sevmiyorum ve sayın yazar mücellâ'yı roman kahramanına dönüştürdüğü için de kızgınım.
*
sadık bir okuru olarak, ona olan kızgınlığım yeni kitabının mahiyetini öğrenince ikiye çıktı. oysa kitap müjde gibi, tıpkı bulutsuz gökyüzünden usul usul dökülen kar taneleri gibi hiç beklenmedik bir anda çıkıp gelmişti. ama hayat masala hep galip gelir değil mi?
"yerli yersiz cümleler" gibi nazan bekiroğlu lisanına uymayan ama güzel bir isimle gelmişti. isimlendirmedeki bu rahatlık yazar olgunluğu kadar yaşını başını almış bir kadın olmakla da açıklanabilir. yazar, tıpkı mücellâ'nın yaşadıkça anladığı gibi her türden toplumsal baskıyı görmezden gelse, bazı kuralları ihmal etse de insanların umursamayacağı yaşlara geldiğini düşünüyordur.
bana bruegel'in karda avcılar tablosunu hatırlatan kapağını da çok beğendim. sanırım bu hatırlayışta yapraksız ağaçlar ve kompozisyonun önündeki kedi ve köpeğin formu etkili oldu. bu vesileyle tabloyu yeniden seyrettim. hem resim hem kapak daha da hoşuma gitti.
sonra arka kapak yazısı olması muhtemel bir yazıdan kitabın mahiyetini öğrendim. öğrenmez olaydım. en hafif tabirle başımdan kaynar sular döküldü. bana göre her türden övgüyü hak eden nazan bekiroğlu, bu yazıda isminin ikince defa geçmesini kabul edilemez bulduğum ve aralarında ne zaman birileri benzerlik görse itiraz edip düzeltmeye çabaladığım bir yazar gibi yapıp kelimenin tam anlamıyla bir "best of albüm"ü çıkartmış. araya daha önce yayınlanmamış parçalar da koymuş ki, en azından yeni şarkılar için albümünü alanlar olsun.
kabul etmeliyim; twitter çağında yerinde bir hamle. yüz kırk karakteri aşmayan cümleler çoğunluktaysa herkes bu alış verişten memnun kalır. bir de, twitterda mesaj uzunluğunun iki yüz seksen karakter olma ihtimali var ki, o kadar karaktere bırakın cümleler, roman sığar.
*
başa dönersek. bu ikinci oldu sayın yazar. mutfak masasının çalışma masasına dönüştürdüğüm ve bunları yazdığım köşesinde oturmuş üçüncüyü bekliyorum.
*
yeni nazan bekiroğlu kitabının haberini twitter'dan aldım. bu, uzun zamandır beklediğim bir haberdi. 'haber' değil 'müjde' demek daha yerinde olur. ne de olsa, "yemek tarifi yazsa okurum ben," dediğim bir yazar söz konusu. üstelik mücellâ'nın üzerinden iki yıl geçti.
"türkçe'de en sevdiğim yazarlar üçlemesi" yapacak olsam, o üçlemenin "paha biçilmez"i kesinlikle nazan bekiroğlu olurdu. sadece seçtiği, kalbime temas eden konular, tıpkı beni anlatmış dediğim cümleleri ve duyarlılıkları sebebiyle değil, kelimeleri ve türkçe'yi kullanma biçimi yüzünden de onu severim. eski ve yeni kelimeleri bir arada ve bu denli güzel kullanan başka bir günümüz yazarı bilmiyorum. akademisyen yanının dilini, kelimelerini, kalbini makineleştirmemiş olması bile tek başına övgü sebebi.
o yüzden çok satıyor diye iskender pala, aynı pozları veriyor, kaynaklardan besleniyorlar diye elif şafak'la aynı kefeye konulmasına her zaman karşı çıktım. sadece kitaplarını değil, yayınlanmış her yazısını okumuş olmalıyım. öncelik sıralaması değişse de bütün kitapları ve yazdıkları kıymetli benim için. bazılarını "daha çok" olsa da her birini sonsuz bir zevkle keyif alarak okudum. içlerinden yalnızca isimle ateş arasında'yı sevmiyorum ve sayın yazar mücellâ'yı roman kahramanına dönüştürdüğü için de kızgınım.
*
sadık bir okuru olarak, ona olan kızgınlığım yeni kitabının mahiyetini öğrenince ikiye çıktı. oysa kitap müjde gibi, tıpkı bulutsuz gökyüzünden usul usul dökülen kar taneleri gibi hiç beklenmedik bir anda çıkıp gelmişti. ama hayat masala hep galip gelir değil mi?
"yerli yersiz cümleler" gibi nazan bekiroğlu lisanına uymayan ama güzel bir isimle gelmişti. isimlendirmedeki bu rahatlık yazar olgunluğu kadar yaşını başını almış bir kadın olmakla da açıklanabilir. yazar, tıpkı mücellâ'nın yaşadıkça anladığı gibi her türden toplumsal baskıyı görmezden gelse, bazı kuralları ihmal etse de insanların umursamayacağı yaşlara geldiğini düşünüyordur.
bana bruegel'in karda avcılar tablosunu hatırlatan kapağını da çok beğendim. sanırım bu hatırlayışta yapraksız ağaçlar ve kompozisyonun önündeki kedi ve köpeğin formu etkili oldu. bu vesileyle tabloyu yeniden seyrettim. hem resim hem kapak daha da hoşuma gitti.
sonra arka kapak yazısı olması muhtemel bir yazıdan kitabın mahiyetini öğrendim. öğrenmez olaydım. en hafif tabirle başımdan kaynar sular döküldü. bana göre her türden övgüyü hak eden nazan bekiroğlu, bu yazıda isminin ikince defa geçmesini kabul edilemez bulduğum ve aralarında ne zaman birileri benzerlik görse itiraz edip düzeltmeye çabaladığım bir yazar gibi yapıp kelimenin tam anlamıyla bir "best of albüm"ü çıkartmış. araya daha önce yayınlanmamış parçalar da koymuş ki, en azından yeni şarkılar için albümünü alanlar olsun.
kabul etmeliyim; twitter çağında yerinde bir hamle. yüz kırk karakteri aşmayan cümleler çoğunluktaysa herkes bu alış verişten memnun kalır. bir de, twitterda mesaj uzunluğunun iki yüz seksen karakter olma ihtimali var ki, o kadar karaktere bırakın cümleler, roman sığar.
*
başa dönersek. bu ikinci oldu sayın yazar. mutfak masasının çalışma masasına dönüştürdüğüm ve bunları yazdığım köşesinde oturmuş üçüncüyü bekliyorum.
23 Ekim 2017 Pazartesi
söz yüzüğü
gündelik hayatta ya da sosyal medyada, fark etmiyor.
ne zaman henüz taze, yıllarla sınanmamış, olayların imtihanından geçmemiş aşklarının, ilişkilerinin ya da evliliklerinin güzellemesine soyunan coşkulu erkeklere/ kadınlara rastlasam yüzük takıp kendi aralarında sözlenen lise öğrencilerini hatırlıyorum.
ne oğlan ne de kızdan bir baltaya sap olmaz. oğlan askere gider, dönüşte bir süre işsiz takılır, bir dolmuşa ya da taksiye şoför olur. biraz şanslıysa babasının kurup büyüttüğü, o vakte kadar burun kıvırdığı aile işinde çalışmaya başlar. kız sözlüsünün askerden dönüşünü bekler, bir küs bir barışık, belki aileler de tanışır ve yaşı geçmeden başka bir adamla evlenir.
ne zaman henüz taze, yıllarla sınanmamış, olayların imtihanından geçmemiş aşklarının, ilişkilerinin ya da evliliklerinin güzellemesine soyunan coşkulu erkeklere/ kadınlara rastlasam yüzük takıp kendi aralarında sözlenen lise öğrencilerini hatırlıyorum.
ne oğlan ne de kızdan bir baltaya sap olmaz. oğlan askere gider, dönüşte bir süre işsiz takılır, bir dolmuşa ya da taksiye şoför olur. biraz şanslıysa babasının kurup büyüttüğü, o vakte kadar burun kıvırdığı aile işinde çalışmaya başlar. kız sözlüsünün askerden dönüşünü bekler, bir küs bir barışık, belki aileler de tanışır ve yaşı geçmeden başka bir adamla evlenir.
20 Ekim 2017 Cuma
çekirdek aile
o sonbahar babasıyla birlikte, tıpkı beraber okudukları bir kitapta olduğu gibi dökülen yaprakları yere düşmeden yakalama oyunu oynamışlar, yere düşmeden yakaladıkları yaprakları birer ipin ucuna bağlayıp diğer ucunu da tavana bantlayarak asmışlardı.
cam kapalı, odada en ufak bir esinti yoktu. yine de tavandan sarkan yapraklar bir ipin ucuna asılı bütün hafif nesnelerin yaşadığı küçük gelgitleri yaşıyor, ışığını gece lambasından alan gölgeleri duvarda, küçük çocuğun yaptığı, annesinin duvara yapıştırdığı iki acemi, çok renkli resim arasında titreşiyordu.
cam kapalı, odada en ufak bir esinti yoktu. yine de tavandan sarkan yapraklar bir ipin ucuna asılı bütün hafif nesnelerin yaşadığı küçük gelgitleri yaşıyor, ışığını gece lambasından alan gölgeleri duvarda, küçük çocuğun yaptığı, annesinin duvara yapıştırdığı iki acemi, çok renkli resim arasında titreşiyordu.
18 Ekim 2017 Çarşamba
tehlikeli şiirler - otuz
bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
mehmet aycı'dan maçka palas* mesela...
*: fayrap, nr:100
mehmet aycı'dan maçka palas* mesela...
" Eren Bülbül için
Çil Mecidiye kestirdi babanız Sultanımız,
Çili çil altınlar saçtı siz doğduğunuzda
Adı Münire olsun, odalarında yıldız
Sofalarında mehtap, devlet-i ebet müddet
Yalan yıkıldığımız!
Hala gülümsüyorsunuz edanız dolaşıyor
Gümüş ayaklarıyla dolanıyor işveniz
Temelinden sökülüp Maçka Palas yapılan
Bu saray yavrusunda...
1922'de Guilio Mongeri Bey,
Mangır bakırına çalan bir bina konduruyor
Biraz keklik renginde, palası bundan
Biraz nankör, Maçka kedi demekmiş
Ulusal mimari amma çokça batı melezi
Artık kimin reyiyle, önemsiz bir şey...
Hepsi ucundan...
Orda Şair-i Azam'dan Yahya Kemal'e
Şuara toplantıları, sosyete partileri
Her şey biraz plastik ne istiklal ne ölüm
Her şey biraz plastik ne kedi ne keklik
Oldum olası karışık bu Teşvikiye...
Kızını palasım diye orada kimse sevmez
Orada kimse söylemez Maçka yolları taşlı
Orada kalbi yaşarmaz Anadolu'nun
Orada 461 hangi tarih bilinmez
Ora Fransız'ıdır, sızıdır, Türkiye'nin
Orada dereler akmaz kurban olunmaz
Bir de bozkır!
Bu yanda bin yıldır taşlı ülkemin yolları
Bu yanda beşikte ergenleşir çocuklar
Bu yanda devlet bir ekin yeşermesi
Bu yanda PetShopa girmez, girmedi bülbül
Çukurova'dan Maçka'ya Iğdır'dan Burgaz'a
Doğal haliyle yaşar, güneşi doğurur
Bu yanda dereler akar karışır denizlere
Bu yanda Eren vurulur 15 yaşında
Bu yanda analar 13 çocuk doğurur
İlahi Münire Sultan, ruhunuz aziz olsun
Şimdi siz mi vakursunuz Eren mi vakur..."
*: fayrap, nr:100
16 Ekim 2017 Pazartesi
dönüş
denizciler iki nedenle karaya döner; yüzünü duvara dönüp ölmek ya da denizi seyretmek için.
deniz fenerleri ise her türden ölümün yakasında şık dursa da denizi değil "dünyayı seyretmek için bir yer"dir.
deniz fenerleri ise her türden ölümün yakasında şık dursa da denizi değil "dünyayı seyretmek için bir yer"dir.
13 Ekim 2017 Cuma
elmanın kalbi
ismet özel: türkçenin en büyük şairi.
orhan pamuk: yaşayan türkçenin en büyük yazarı. evet, yaşayan. çünkü, ahmet hamdi tanpınar yok.
ve ismet özel ile orhan pamuk aynı yerde, bir "elmanın kalbi"nde buluşuyor. aynı zamanda ayrılıyor.
"elmanın kalbine eşelek diyen biz türkler"*
"dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim"**
*: şiir okuma kılavuzu
**: kara kitap
orhan pamuk: yaşayan türkçenin en büyük yazarı. evet, yaşayan. çünkü, ahmet hamdi tanpınar yok.
ve ismet özel ile orhan pamuk aynı yerde, bir "elmanın kalbi"nde buluşuyor. aynı zamanda ayrılıyor.
"elmanın kalbine eşelek diyen biz türkler"*
"dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim"**
*: şiir okuma kılavuzu
**: kara kitap
Etiketler:
atışma,
beni ben yapan kitaplar,
paralel evrenler
11 Ekim 2017 Çarşamba
fondaki adam
bu sabah yüzlerce fotoğrafa uyandım. yazdan kalma bir sürü fotoğraf. yakari yollamış.
bulutlar, suda yansıyan ışık, kanat uçları suya değerek uçan kuşlar, köprüler, binalar, insanlar, anlar, ev halleri, manav tezgahları, bahçeler, yaprağına su dokunmuş sardunya, duvar yazıları... olası her şeyi bir fotoğrafa konu etmiş. ya da ne bulduysa fotoğrafını çekmiş.
ama en çok oğlu var fotoğraflarda. büyük oğlu. murat sultan'ı.
onlardan birinde, murat akademinin atletizm pistinde. daha doğrusu pistin kenarında ve babasına poza benzemeyen pozlarından birini vermiş. yüzünde bir tebessüm var. fotoğraf için değil, babası için bence o tebessüm. poz vermek sandığı şey sabit durmak çünkü.
fotoğrafı biraz yaklaştırınca arkada koşmakta olan birini fark ettim. tebessüm ederek daha da yaklaştırdım. beyaz tişört gitmişti. tam o sırada sağ elini havaya kaldırmıştı.
daha doğrusu söz hakkı isteyen öğrenciler gibi işaret parmağını kaldırmıştı. yani şehadet parmağını.
"temmuz sonu ya da ağustos başı olmalı," dedim. "eğer o parmak havadaysa, allahu ekber, diyordur."
"allahu ekber. hamd ona olsun. bu bedeni herhangi bir sağlık probleminden ve arazdan uzak ve bana ait kıldığı için."
bulutlar, suda yansıyan ışık, kanat uçları suya değerek uçan kuşlar, köprüler, binalar, insanlar, anlar, ev halleri, manav tezgahları, bahçeler, yaprağına su dokunmuş sardunya, duvar yazıları... olası her şeyi bir fotoğrafa konu etmiş. ya da ne bulduysa fotoğrafını çekmiş.
ama en çok oğlu var fotoğraflarda. büyük oğlu. murat sultan'ı.
onlardan birinde, murat akademinin atletizm pistinde. daha doğrusu pistin kenarında ve babasına poza benzemeyen pozlarından birini vermiş. yüzünde bir tebessüm var. fotoğraf için değil, babası için bence o tebessüm. poz vermek sandığı şey sabit durmak çünkü.
fotoğrafı biraz yaklaştırınca arkada koşmakta olan birini fark ettim. tebessüm ederek daha da yaklaştırdım. beyaz tişört gitmişti. tam o sırada sağ elini havaya kaldırmıştı.
daha doğrusu söz hakkı isteyen öğrenciler gibi işaret parmağını kaldırmıştı. yani şehadet parmağını.
"temmuz sonu ya da ağustos başı olmalı," dedim. "eğer o parmak havadaysa, allahu ekber, diyordur."
"allahu ekber. hamd ona olsun. bu bedeni herhangi bir sağlık probleminden ve arazdan uzak ve bana ait kıldığı için."
8 Ekim 2017 Pazar
diyalog
"memur bey!"
"şuradaki kızı bir süredir rahatsız ediyorum ama, o bir türlü gelip beni size şikayet etmiyor."
"evet, o. kirpikleri kuzey denizi kenarındaki bir kumsalın bitiminde boy vermiş, rüzgârda çırpınan otları hatırlatan."
"ne demek, "rahatsız olmuyorum, üstelik keyif aldığım bile söylenebilir, dedi"?"
"rahatsız ediyorum, diyorum. neden anlamıyorsunuz?"
"evet. bile isteye. sonuçlarına razı gelerek."
"kör şeytan diyor ki; çık karşısına, izin verirseniz size aşık olmak istiyorum, de."
"oldum aslında. sadece haberi olsun istiyorum."
"şuradaki kızı bir süredir rahatsız ediyorum ama, o bir türlü gelip beni size şikayet etmiyor."
"evet, o. kirpikleri kuzey denizi kenarındaki bir kumsalın bitiminde boy vermiş, rüzgârda çırpınan otları hatırlatan."
"ne demek, "rahatsız olmuyorum, üstelik keyif aldığım bile söylenebilir, dedi"?"
"rahatsız ediyorum, diyorum. neden anlamıyorsunuz?"
"evet. bile isteye. sonuçlarına razı gelerek."
"kör şeytan diyor ki; çık karşısına, izin verirseniz size aşık olmak istiyorum, de."
"oldum aslında. sadece haberi olsun istiyorum."
6 Ekim 2017 Cuma
nomofobi
bazan siz de cep telefonlarının kaç yıldır hayatınızda olduğunu düşünüyor musunuz? telefon kulübelerini, ankesörlü telefonları, telefon kartlarını ve hatta hiç paranız olmasa bile cebinizde mutlaka bulunan jetonları...
cep telefonu kültürüne kolayca adapte olanlar da oldu, uzun süre direnen, biraz gereksiz bulduğu için biraz da artistçe karşı çıkanlar da. ama bugün, ev telefonları iptal ediliyor, telefon kulübelerinin soyu tükenmek üzere. çünkü herkesin cep telefonu var.
elbette bu durumun bazı sonuçları oldu. nomofobi de onlardan.
kısaca, bozulması, şarjının bitmesi veya evde unutmaktan dolayı cep telefonuyla bağlantıyı kaybetme korkusu anlamına geliyor.
neredeyse bütün bir hayat, her türden ilişkimizin bir parçası haline dönüşen cep telefonlarımızın içinden geçerek bize ulaşıyor. haliyle, cep telefonumuzla bağlantımızın kopması, hayatımızdaki insanlarla bağlantının kopması anlamına geliyor artık.
kaygılanmak için yeterli sebep.
cep telefonu kültürüne kolayca adapte olanlar da oldu, uzun süre direnen, biraz gereksiz bulduğu için biraz da artistçe karşı çıkanlar da. ama bugün, ev telefonları iptal ediliyor, telefon kulübelerinin soyu tükenmek üzere. çünkü herkesin cep telefonu var.
elbette bu durumun bazı sonuçları oldu. nomofobi de onlardan.
kısaca, bozulması, şarjının bitmesi veya evde unutmaktan dolayı cep telefonuyla bağlantıyı kaybetme korkusu anlamına geliyor.
neredeyse bütün bir hayat, her türden ilişkimizin bir parçası haline dönüşen cep telefonlarımızın içinden geçerek bize ulaşıyor. haliyle, cep telefonumuzla bağlantımızın kopması, hayatımızdaki insanlarla bağlantının kopması anlamına geliyor artık.
kaygılanmak için yeterli sebep.
4 Ekim 2017 Çarşamba
üçüncü romandan hemen önce
bu sene çok kitap okudum. tıpkı şarkının dediği gibi: yokluğunda...
şimdiye kadar okuduğum kitaplar içinde en iyi roman bullet park. aynı zamanda okuduğum ilk john cheever romanı. bir çeşit tavsiye üzerine okudum ve "sadece cheever külliyatı değil, bildiğim tüm romanlar içinde başlı başına bir sınıf oluşturan bir eser" diyen joseph heller'a katılıyorum.
nasıl bu senenin romanı bullet park ise yazarı da javier marías. onu da ilk defa bu yıl okudum. üstelik ard arda iki kitap. üçüncü kitap ise masada bu yazının bitmesini bekliyor.
anlatacağım.
beyaz kalp'i konusundan etkilenerek okumaya karar vermiştim. yazarın yapı kredi yayınları'nın internet sayfasında yer alan alçak gönüllü biyografisini okuyunca da kararım kesinlik kazandı. özellikle "bin dokuz yüz seksen altıdan itibaren yazdığı romanların kahramanların hepsi çevirmenlerdir. bunda bizzat çevirmen olarak yaşadıklarından esinlenmiştir." cümlelerini okuduğumda. çünkü bu tarz oyunlara zaafım var.
ben olsaydım roman kahramanlarım deniz feneri bekçisi olmazdı belki ama bazı karakterler diğer romanlarda bir anlığına da olsa görünür sonra kaybolurdu. rüzgarın önü sıra kaçarken bir an için güneşi örten bulut gibi mesela. ya da su içmeye eğilmiş bir karacanın su dalgalanmadan önce suda yansıyan gözleri gibi.
dediğim gibi beyaz kalp ve karasevdalılar'ı ard arda okudum. 'suç ve ceza'vari yanları da olan bu iki kitabı, insan ruhunun sınırlarında dolaşmayı, ondan beslenircesine bir edebi yapıtı merkezine alan romanları seven herkese tavsiye ederim.
üçüncü kitabı, yani yarın savaşta beni düşün'ü keyifle okuyacağımı adım gibi biliyorum. sadece ilk iki kitapta olan bazı ortak şeylerin üçüncü kitapta olmamasından korkuyorum. gerçi olmasından daha çok korkuyorum. çünkü, benzerlik sadece başkahramanların çevirmen olması değil.
her iki romanda da cinayet var. aşk cinayeti. birileri aşık olduğu kadına ulaşsın diye işlenen cinayetler. ama bunun için kimse ceza almıyor. neredeyse kusursuzlar. sırlar anlatıcının kapı ardından bazı konuşmaları dinlemesiyle ortaya çıkıyor. her ikisinde de anlatıcı uykudan yeni uyanmış ve yatak odasında. salonda konuşulanları aralık bir kapıdan dinliyor. macbeth'e çokça gönderme var. elden düşmeyen, alıntı ya da göndermelerle olan biteni anlaşılır kılan bir kitap var. ve en az bir karakter ünlü bir sinema oyuncusuna çok benziyor.
biliyorum, bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez. yine de umuyorum.
şimdiye kadar okuduğum kitaplar içinde en iyi roman bullet park. aynı zamanda okuduğum ilk john cheever romanı. bir çeşit tavsiye üzerine okudum ve "sadece cheever külliyatı değil, bildiğim tüm romanlar içinde başlı başına bir sınıf oluşturan bir eser" diyen joseph heller'a katılıyorum.
nasıl bu senenin romanı bullet park ise yazarı da javier marías. onu da ilk defa bu yıl okudum. üstelik ard arda iki kitap. üçüncü kitap ise masada bu yazının bitmesini bekliyor.
anlatacağım.
beyaz kalp'i konusundan etkilenerek okumaya karar vermiştim. yazarın yapı kredi yayınları'nın internet sayfasında yer alan alçak gönüllü biyografisini okuyunca da kararım kesinlik kazandı. özellikle "bin dokuz yüz seksen altıdan itibaren yazdığı romanların kahramanların hepsi çevirmenlerdir. bunda bizzat çevirmen olarak yaşadıklarından esinlenmiştir." cümlelerini okuduğumda. çünkü bu tarz oyunlara zaafım var.
ben olsaydım roman kahramanlarım deniz feneri bekçisi olmazdı belki ama bazı karakterler diğer romanlarda bir anlığına da olsa görünür sonra kaybolurdu. rüzgarın önü sıra kaçarken bir an için güneşi örten bulut gibi mesela. ya da su içmeye eğilmiş bir karacanın su dalgalanmadan önce suda yansıyan gözleri gibi.
dediğim gibi beyaz kalp ve karasevdalılar'ı ard arda okudum. 'suç ve ceza'vari yanları da olan bu iki kitabı, insan ruhunun sınırlarında dolaşmayı, ondan beslenircesine bir edebi yapıtı merkezine alan romanları seven herkese tavsiye ederim.
üçüncü kitabı, yani yarın savaşta beni düşün'ü keyifle okuyacağımı adım gibi biliyorum. sadece ilk iki kitapta olan bazı ortak şeylerin üçüncü kitapta olmamasından korkuyorum. gerçi olmasından daha çok korkuyorum. çünkü, benzerlik sadece başkahramanların çevirmen olması değil.
her iki romanda da cinayet var. aşk cinayeti. birileri aşık olduğu kadına ulaşsın diye işlenen cinayetler. ama bunun için kimse ceza almıyor. neredeyse kusursuzlar. sırlar anlatıcının kapı ardından bazı konuşmaları dinlemesiyle ortaya çıkıyor. her ikisinde de anlatıcı uykudan yeni uyanmış ve yatak odasında. salonda konuşulanları aralık bir kapıdan dinliyor. macbeth'e çokça gönderme var. elden düşmeyen, alıntı ya da göndermelerle olan biteni anlaşılır kılan bir kitap var. ve en az bir karakter ünlü bir sinema oyuncusuna çok benziyor.
biliyorum, bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez. yine de umuyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)