otobüs daha fazla gecikmesin diye tuhaf bir inançla geleceği yöne bakmaktan kaçınan yolcular durağın önündeki suskunluk gölüne dalmış her zamanki gibi geciken sekiz buçuk otobüsünü bekliyordu.
29 Eylül 2017 Cuma
27 Eylül 2017 Çarşamba
sonsuz seçenek
geçen gün bir arkadaşımla kitaplardan konuşurken, iki bin on altı yılında okuduğum bir romandan bahsettim. mayıs ayıydı. yani güllerin iklimi.
iyi, tavsiye edilesi bir roman değil ama bu romanın kahramanı adaşımdı. hatta sonunda şunu demiştim: "ilk defa kahramanıyla adaş olduğum bir roman okudum... sonunda öldü."
söz kahramanlara gelince daha önce duymadığım bir şey söyledi. belki 'yaratıcı yazarlık saçmalamaları'nda öğretiliyordur. "romanlarda ana karakterlerin isimleri aynı harfle başlamaz"mış.
ve devam etti: "bence roman yazmanın iki zor yanı var. birincisi, belki de yıllarca, sabırla bir hedefe odaklanmak. ikincisi de, karakterlere isim bulmak. insanlar seçme şansının sonsuz olduğunu düşünürler. ama yanılıyorlar. bugün üç basamaklı sayıların çarpımıyla ilgili bir örnek verecektim ve "üç yüz seksen..." dedim kaldım. önümde sonsuz seçenek olmasına rağmen birini bile seçemedim. isim bulma bahsi de böyle bir şey. sonsuz seçenek arasında sıkışıp kalmak değilse de kaybolmak gibi..."
kime ait olduğunu bilmediğim ama 'rehavet biraderim'den duyduğum bir cümleyi hatırladım ben de. "roman yazmak isteyen birisi bütün akrabalarını öldürmelidir." bu cümleyi, romanınızda eş, dost, akraba çevresinden isimleri kullanmayın, olarak da okuyabiliriz. mesela, ne zaman evdeki kedi konusunda cesarete ihtiyaç duysa en yakın arkadaşını arayan bir karakteriniz var ve adını selçuk koyuyorsunuz. selçuk çok üzülür...
ben olsam gerçekten de tanıdık, özellikle akraba isimlerinden kaçardım. kendi ismimi de kullanmazdım ama bir bahane ile kendime anlatıda yer açardım. "kartvizitleri bir yerde unutmakta sakınca görmedim de ne demek? hep vnf.den öğreniyorsunuz bunları." mesela...
ya da dünyaya düştüklerini hisseden, bu düşüşün izlerini hâlâ dizlerinde taşıyan ve birbirini bu izlerden tanıyan iki roman kahramanım olsa adlarını hilal ve ayhan gibi gökyüzünden seçerdim.
iyi, tavsiye edilesi bir roman değil ama bu romanın kahramanı adaşımdı. hatta sonunda şunu demiştim: "ilk defa kahramanıyla adaş olduğum bir roman okudum... sonunda öldü."
söz kahramanlara gelince daha önce duymadığım bir şey söyledi. belki 'yaratıcı yazarlık saçmalamaları'nda öğretiliyordur. "romanlarda ana karakterlerin isimleri aynı harfle başlamaz"mış.
ve devam etti: "bence roman yazmanın iki zor yanı var. birincisi, belki de yıllarca, sabırla bir hedefe odaklanmak. ikincisi de, karakterlere isim bulmak. insanlar seçme şansının sonsuz olduğunu düşünürler. ama yanılıyorlar. bugün üç basamaklı sayıların çarpımıyla ilgili bir örnek verecektim ve "üç yüz seksen..." dedim kaldım. önümde sonsuz seçenek olmasına rağmen birini bile seçemedim. isim bulma bahsi de böyle bir şey. sonsuz seçenek arasında sıkışıp kalmak değilse de kaybolmak gibi..."
kime ait olduğunu bilmediğim ama 'rehavet biraderim'den duyduğum bir cümleyi hatırladım ben de. "roman yazmak isteyen birisi bütün akrabalarını öldürmelidir." bu cümleyi, romanınızda eş, dost, akraba çevresinden isimleri kullanmayın, olarak da okuyabiliriz. mesela, ne zaman evdeki kedi konusunda cesarete ihtiyaç duysa en yakın arkadaşını arayan bir karakteriniz var ve adını selçuk koyuyorsunuz. selçuk çok üzülür...
ben olsam gerçekten de tanıdık, özellikle akraba isimlerinden kaçardım. kendi ismimi de kullanmazdım ama bir bahane ile kendime anlatıda yer açardım. "kartvizitleri bir yerde unutmakta sakınca görmedim de ne demek? hep vnf.den öğreniyorsunuz bunları." mesela...
ya da dünyaya düştüklerini hisseden, bu düşüşün izlerini hâlâ dizlerinde taşıyan ve birbirini bu izlerden tanıyan iki roman kahramanım olsa adlarını hilal ve ayhan gibi gökyüzünden seçerdim.
24 Eylül 2017 Pazar
günün sorusu: bardak
yere düşen bir bardağın tanımlar dünyasından kurtulduğuna ve eskisi gibi sadece cam parçası oluşuna sevinmediğini kim söyleyebilir?
22 Eylül 2017 Cuma
eş, dost ve akrabalardan kitaplar
edebiyatın bahçelerinde yürümekten aldığı keyfi de eserlerini bu yürüyüşlere borçlu olduğunu da saklamayan enrique vila-matas, montano hastalığı'nda da o güzergâha sıkça sapıyor. bunlardan biri de bioy casares'in bahçesinden: kimi arkadaşlarınız âdeta edebiyattan soğuyasınız diye size kitaplarını gönderir.
sanat ve sanatçılarla iç içe yaşadığım söylenemez. yine de sanatın herhangi bir dalına bulaşmış dost ve arkadaşlarım var. elbette bunlar içinde yazarlar da var. bu alıntıyı okuyunca ne kadar şanslı olduğumu, sadece bana hediye dost kitaplarından değil dost çevirilerinden bile müthiş bir keyif aldığımı hatırladım.
ve bir şey daha. kitaplığa yürüdüm. "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan bir kitabı yerinden aldım.
şimdi geçmiş denilen yarı karanlığı yokluyorum. mutfakta. pencerenin önünde.
*
tekelleşmiş sermayenin kafe ve pastanelere yeni yeni el attığı, olası zincirlere ilk halkaların inşa edildiği dönemdi. ama biz sakal'a giderdik. üstelik sakinliği, sıcaklığı, rahatlığı dışında bir sebep daha vardı: tarçınlı kek... filtre kahve öncesi dönemdi ve çayla beraber muhteşemdi.
bazan liseli öğrenciler de gelirdi. dersane çıkışında üniversite hazırlık öğrencileri de. sohbet edenler, öpüşüp koklaşanlar, ders çalışanlar hepsi bir arada. bazan aynı masayı paylaştıklarım da olurdu. kendimi tutamaz, "ikiz kenar üçgenle ilgili sorularda ilk olarak aklınıza tabana indirilen dikmenin aynı zamanda hem kenarortay hem açıortay olduğu gelsin" ya da "ikinin karesi çarpı üçün dördüncü kuvveti" diye cevap verirdim, arkadaşına "üç yüz yirmi dördü çarpanlarına ayırsana" diyen birine. anında verilmiş bu cevap yüzünden benden yana bakanlara da, "üniversite numaramın son üç rakamı," derdim beni manyak sanmasınlar diye.
bir gün bir kız geldi. adını söyledi ama şimdi aklıma gelmiyor. "sürekli bir şeyler okuyorsunuz," dedi.
"konuştuklarınıza bakılırsa şiir de seviyorsunuz. benim amcam şair. size onun şiir kitabını armağan etmek istiyorum."
"elbette," dedim. "çok sevinirim." ama aklımdan geçen kelimesi kelimesine şuydu: "nereden çıktı şimdi bu? kesin hayatı boyunca, neden kitap yazmıyorsun, sorusuna muhatap olmuş, emekli olunca da ilk fırsatta şiir kitabı çıkartmıştır. kız bir süre sonra gelip soracak. beğendim desen bir türlü beğenmedim desen bir türlü."
'kelimesi kelimesine' eminim. çünkü, başta iki gün sonra o kız olmak üzere bu anıyı defalarca anlattım.
iki gün sonra geldi. kitapları yana sarkıttığı elinde taşıyordu. şiir kitabı da en üstte, görünür vaziyette. yerimden fırladım. ne düşünür, ne anlar umursamadan kolundan tutup dışarı çıkarttım onu. "amcan," dedim, "amcan ilhami çiçek mi senin?"
sonrası malûm. 'kelimesi kelimesine' emin olduğum o cümleler. satranç dersleri'nin beni ben yapan etkisi, "müntehir çiçek" ilhami'nin türk edebiyatının göğünde bir süre görünüp kaybolan en parlak yıldız olduğu, bu kitabın bende zaten var olduğu. edebiyat dergisi yayınları'ndan çıkan baskısını bulamadığım için bu kitapla avunduğum falan...
*
sonra buldum ilk baskıyı. olgunlar'daki kitapçılardan birindeydi. hem de iki tane. bir bana diğeri yakari'ye. onu kitaplığa koydum da "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan göğekin'i askerde bile yanımdan ayırmadım.
sanat ve sanatçılarla iç içe yaşadığım söylenemez. yine de sanatın herhangi bir dalına bulaşmış dost ve arkadaşlarım var. elbette bunlar içinde yazarlar da var. bu alıntıyı okuyunca ne kadar şanslı olduğumu, sadece bana hediye dost kitaplarından değil dost çevirilerinden bile müthiş bir keyif aldığımı hatırladım.
ve bir şey daha. kitaplığa yürüdüm. "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan bir kitabı yerinden aldım.
şimdi geçmiş denilen yarı karanlığı yokluyorum. mutfakta. pencerenin önünde.
*
tekelleşmiş sermayenin kafe ve pastanelere yeni yeni el attığı, olası zincirlere ilk halkaların inşa edildiği dönemdi. ama biz sakal'a giderdik. üstelik sakinliği, sıcaklığı, rahatlığı dışında bir sebep daha vardı: tarçınlı kek... filtre kahve öncesi dönemdi ve çayla beraber muhteşemdi.
bazan liseli öğrenciler de gelirdi. dersane çıkışında üniversite hazırlık öğrencileri de. sohbet edenler, öpüşüp koklaşanlar, ders çalışanlar hepsi bir arada. bazan aynı masayı paylaştıklarım da olurdu. kendimi tutamaz, "ikiz kenar üçgenle ilgili sorularda ilk olarak aklınıza tabana indirilen dikmenin aynı zamanda hem kenarortay hem açıortay olduğu gelsin" ya da "ikinin karesi çarpı üçün dördüncü kuvveti" diye cevap verirdim, arkadaşına "üç yüz yirmi dördü çarpanlarına ayırsana" diyen birine. anında verilmiş bu cevap yüzünden benden yana bakanlara da, "üniversite numaramın son üç rakamı," derdim beni manyak sanmasınlar diye.
bir gün bir kız geldi. adını söyledi ama şimdi aklıma gelmiyor. "sürekli bir şeyler okuyorsunuz," dedi.
"konuştuklarınıza bakılırsa şiir de seviyorsunuz. benim amcam şair. size onun şiir kitabını armağan etmek istiyorum."
"elbette," dedim. "çok sevinirim." ama aklımdan geçen kelimesi kelimesine şuydu: "nereden çıktı şimdi bu? kesin hayatı boyunca, neden kitap yazmıyorsun, sorusuna muhatap olmuş, emekli olunca da ilk fırsatta şiir kitabı çıkartmıştır. kız bir süre sonra gelip soracak. beğendim desen bir türlü beğenmedim desen bir türlü."
'kelimesi kelimesine' eminim. çünkü, başta iki gün sonra o kız olmak üzere bu anıyı defalarca anlattım.
iki gün sonra geldi. kitapları yana sarkıttığı elinde taşıyordu. şiir kitabı da en üstte, görünür vaziyette. yerimden fırladım. ne düşünür, ne anlar umursamadan kolundan tutup dışarı çıkarttım onu. "amcan," dedim, "amcan ilhami çiçek mi senin?"
sonrası malûm. 'kelimesi kelimesine' emin olduğum o cümleler. satranç dersleri'nin beni ben yapan etkisi, "müntehir çiçek" ilhami'nin türk edebiyatının göğünde bir süre görünüp kaybolan en parlak yıldız olduğu, bu kitabın bende zaten var olduğu. edebiyat dergisi yayınları'ndan çıkan baskısını bulamadığım için bu kitapla avunduğum falan...
*
sonra buldum ilk baskıyı. olgunlar'daki kitapçılardan birindeydi. hem de iki tane. bir bana diğeri yakari'ye. onu kitaplığa koydum da "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan göğekin'i askerde bile yanımdan ayırmadım.
Etiketler:
anı parçası,
beni ben yapan kitaplar,
günden kalan
19 Eylül 2017 Salı
bir masada iki kişi: yolun sonu
çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:
- hepsi bu kadar. galiba her şeyi anlattım.
- çok mu seviyorsun onu?
- bunu ben de bilmek isterdim.
- o zaman şanslısın.
- şans mı?
- kesin olarak bilmemek iyidir. tıpkı sisin manzaraya güzellik katması gibi.
- bazan insana yolunu kaybettiriyor.
- merak etme bütün yollar aynı yere çıkar. hayal kırıklığına...
*
bir süredir "son-uç"ta. ama geçecek. her zaman geçer. gelir yeni hikâyeler anlatır bana. ben de dinlerim. hatta onları yazarım.
- hepsi bu kadar. galiba her şeyi anlattım.
- çok mu seviyorsun onu?
- bunu ben de bilmek isterdim.
- o zaman şanslısın.
- şans mı?
- kesin olarak bilmemek iyidir. tıpkı sisin manzaraya güzellik katması gibi.
- bazan insana yolunu kaybettiriyor.
- merak etme bütün yollar aynı yere çıkar. hayal kırıklığına...
*
bir süredir "son-uç"ta. ama geçecek. her zaman geçer. gelir yeni hikâyeler anlatır bana. ben de dinlerim. hatta onları yazarım.
17 Eylül 2017 Pazar
geçmek bilmeyen bir ergenlik
az önce, bir hafta kadar önce yazdığım bir metni gözden geçirirken "bitmeye yazgılı aşk edimi" diye bir ifade kullandığımı fark ettim.
en son, üniversitede yazdığım son şiirlerden ikisinin adının "sensizlik üzerine betimlemeler - I" ve "sensizlik üzerine betimlemeler - II" olduğunu hatırlayınca bu kadar çok utanmıştım.
allahtan üzerinden fazla zaman geçmeden şiire tövbe etmiştim de orada kalmıştı.
ama şimdi ne yapabilirim bilmiyorum.
en son, üniversitede yazdığım son şiirlerden ikisinin adının "sensizlik üzerine betimlemeler - I" ve "sensizlik üzerine betimlemeler - II" olduğunu hatırlayınca bu kadar çok utanmıştım.
allahtan üzerinden fazla zaman geçmeden şiire tövbe etmiştim de orada kalmıştı.
ama şimdi ne yapabilirim bilmiyorum.
Etiketler:
anı parçası,
günden kalan,
hâl beyanı
14 Eylül 2017 Perşembe
çok satarlar: bir "kırk katır mı kırk satır mı" hikâyesi
"bugün on sekizinci yüzyıl fransız edebiyatı diye geçen şeylerin çoğu, on sekizinci yüzyılda fransızlar tarafından pek okunmuyordu… edebiyat tarihini klasiklerden oluşan bir kanon olarak gören keyfi anlayışın, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda edebiyat profesörleri tarafından geliştirilmiş olan bir anlayışın gadrine uğramış durumdayız – halbuki on sekizinci yüzyılda insanlar bambaşka şeyler okuyorlardı. société typographique de neuchatel'de, o zamanki yayınevlerinin muhasebe defterlerini ve belgelerini inceleyerek, devrim öncesi fransa’ya ilişkin bir tür çok-satarlar listesi oluşturmayı başardım; bu liste bugün sınıflarda öğrencilere önerilen okuma listelerine hiç mi hiç benzemiyor."
deyim yerindeyse başka söze ihtiyaç duymayan, benim de nurdan gürbilek'le yapılan bir röportaj vasıtasıyla haberdar olduğum bu alıntı robert darnton'dan. edward said'in türkçe'de kış ruhu adıyla yayınlanan denemelerinden birinde yer alıyor.
edward said, bu alıntıyı, kültürel dayatmanın bir kolu olan ve "kanonik eserleri kuşatan taassubu gözler önüne sermek ve üniversitelerin edebiyat bölümlerinin başka türden yapıtları görmezden gelen, onları dışlayan müfredatını eleştirmek için kullanmış". ama biz, bu alıntıyla aralanan başka bir kapıdan girelim.
çok satan romanlardan, "en iyi" listelerinden uzak durmanın has edebiyatla aramıza giremeyeceği, dahası bu tarz romanlar tükenip giderken kıyıda köşede kalmış bir çok romanın demlene demlene zamanını beklediği üzerine konuşalım.
*
mülksüzler benim en sevdiğim romanlardan biridir. beni ben yapan yanları da vardır. o romandan öğrendiğim en önemli ikinci şey, gazete ve dergilerin haber ya da bilgilendirme değil, bazı ürünlerin reklamını yapmak için çıktıklarıydı. elimize bir dergi almakla bile ursula k. le guin'in ne kadar haklı olduğunu görmek mümkün.
söz gelimi, fotoğrafçılık dergileri fotoğraf makinesi, mercek vs. reklamları ile bu reklamlar arasındaki bir kaç yazıdan ibarettir. gezi ve seyahat dergileri ise tur ilanları, otel reklamları arasına sıkışmış, mevcut ilanlar hangi şehir ağırlıklı ise orası için yazılmış vasat gezi notlarından. hatta sinema dergileri. hangi dağıtım şirketine yakınsalar diğer şirketlere gözleri kapalı.
o çok sevdiğimiz, kitaplardan bahseden dergiler bile farklı değil. bırakın reklam sayfalarını, eleştiri yazıları ve röportajlar bile tanıtımı yapılacak kitaplara göre dizayn edilmiştir. hatta "çok satan" listesi bile bilgilendirmeden çok talep arttırmak içindir.
liberal/sol dergilerde bırakın muhafazakar bir yazarın kitabını, kendilerine para kazandıracak olduğu halde muhafazakar bir yayınevinin reklamını bile göremezsiniz. "ama muhafazakar dergiler de" diyeceklere de, "sanılanın aksine liberal/sol dergilerin bu konuda daha yobaz olduğunu" söyleyebilirim.
her hangi bir kitap markette "çok satan" ya da "yeni çıkanlar" tarzı bir ayrıcalık(!) isterseniz, orada çalışan bir tanıdığınız yoksa da bir miktar para iş görebilir.
*
böylesi bir dünyada tercihlerimizi başkalarının tavsiyelerine emanet etmek, bozuk düzende sağlam çark arayışından başka bir şey olmuyor maalesef.
bunun bilinciyle bin bir temel eser, yüz büyük roman, ölmeden önce okunması gereken üç yüz yirmi dört kitap ve/ya film listelerine hiç bir zaman itibar etmedim. söz gelimi wilhelm genazino'nun adını 'iki bin on beş yılı çok satanlar listesi'nde görsem de ancak "modern alman edebiyatı, varoluşçuluk etkisi, felsefe eğitimi ve konu" birleşince okumaya karar verdim.
normal şartlarda bildiğim, çoğu zaman önceki okumaların doğurduğu kitapları okuyorum. eğer yeni bir kitapla keyfimi ve zamanımı riske edeceksem de sadece konuya bakıyorum.
size de tavsiye ederim.
deyim yerindeyse başka söze ihtiyaç duymayan, benim de nurdan gürbilek'le yapılan bir röportaj vasıtasıyla haberdar olduğum bu alıntı robert darnton'dan. edward said'in türkçe'de kış ruhu adıyla yayınlanan denemelerinden birinde yer alıyor.
edward said, bu alıntıyı, kültürel dayatmanın bir kolu olan ve "kanonik eserleri kuşatan taassubu gözler önüne sermek ve üniversitelerin edebiyat bölümlerinin başka türden yapıtları görmezden gelen, onları dışlayan müfredatını eleştirmek için kullanmış". ama biz, bu alıntıyla aralanan başka bir kapıdan girelim.
çok satan romanlardan, "en iyi" listelerinden uzak durmanın has edebiyatla aramıza giremeyeceği, dahası bu tarz romanlar tükenip giderken kıyıda köşede kalmış bir çok romanın demlene demlene zamanını beklediği üzerine konuşalım.
*
mülksüzler benim en sevdiğim romanlardan biridir. beni ben yapan yanları da vardır. o romandan öğrendiğim en önemli ikinci şey, gazete ve dergilerin haber ya da bilgilendirme değil, bazı ürünlerin reklamını yapmak için çıktıklarıydı. elimize bir dergi almakla bile ursula k. le guin'in ne kadar haklı olduğunu görmek mümkün.
söz gelimi, fotoğrafçılık dergileri fotoğraf makinesi, mercek vs. reklamları ile bu reklamlar arasındaki bir kaç yazıdan ibarettir. gezi ve seyahat dergileri ise tur ilanları, otel reklamları arasına sıkışmış, mevcut ilanlar hangi şehir ağırlıklı ise orası için yazılmış vasat gezi notlarından. hatta sinema dergileri. hangi dağıtım şirketine yakınsalar diğer şirketlere gözleri kapalı.
o çok sevdiğimiz, kitaplardan bahseden dergiler bile farklı değil. bırakın reklam sayfalarını, eleştiri yazıları ve röportajlar bile tanıtımı yapılacak kitaplara göre dizayn edilmiştir. hatta "çok satan" listesi bile bilgilendirmeden çok talep arttırmak içindir.
liberal/sol dergilerde bırakın muhafazakar bir yazarın kitabını, kendilerine para kazandıracak olduğu halde muhafazakar bir yayınevinin reklamını bile göremezsiniz. "ama muhafazakar dergiler de" diyeceklere de, "sanılanın aksine liberal/sol dergilerin bu konuda daha yobaz olduğunu" söyleyebilirim.
her hangi bir kitap markette "çok satan" ya da "yeni çıkanlar" tarzı bir ayrıcalık(!) isterseniz, orada çalışan bir tanıdığınız yoksa da bir miktar para iş görebilir.
*
böylesi bir dünyada tercihlerimizi başkalarının tavsiyelerine emanet etmek, bozuk düzende sağlam çark arayışından başka bir şey olmuyor maalesef.
bunun bilinciyle bin bir temel eser, yüz büyük roman, ölmeden önce okunması gereken üç yüz yirmi dört kitap ve/ya film listelerine hiç bir zaman itibar etmedim. söz gelimi wilhelm genazino'nun adını 'iki bin on beş yılı çok satanlar listesi'nde görsem de ancak "modern alman edebiyatı, varoluşçuluk etkisi, felsefe eğitimi ve konu" birleşince okumaya karar verdim.
normal şartlarda bildiğim, çoğu zaman önceki okumaların doğurduğu kitapları okuyorum. eğer yeni bir kitapla keyfimi ve zamanımı riske edeceksem de sadece konuya bakıyorum.
size de tavsiye ederim.
12 Eylül 2017 Salı
dua
"bir gün sana rastlasam şu sokaklarda,
dörtnala küheylânlar geçse göğsümden..."*
*:dilaver cebeci
dörtnala küheylânlar geçse göğsümden..."*
*:dilaver cebeci
8 Eylül 2017 Cuma
dakika ve skor
"bir saat önce dali'nin hangi günlüğünü tercih ettiğini sormak üzere şair pere gimferrer'i aradım. pek meraklı bir tip olan gimferrer, "neden soruyorsun?" diye sordu. "yanıtını öğrenmek isteyip istemediğimden emin değilim," dedim. "aslında seni aramamın nedeni yazmakta olduğum ve artık bir romana ve bir sözlüğe dönüşen, gitgide özellikle de yalnızca geçmişten bahsedip durduğum son birkaç gün içinde bir günlük olmaktan çıkan günlükte senin bahsinin de geçmesini istiyorum sadece; muhtemelen seni de bu yüzden aradım zaten; bugüne dair anlatacak bir şeyim olsun diye, gerçek hayatta bu perşembe günü yaşanmış bir şey olsun diye, biraz şimdiki zamana ihtiyacım var.""*
*: enrique vila-matas, montano hastalığı
*: enrique vila-matas, montano hastalığı
6 Eylül 2017 Çarşamba
tercih
geçmiş
adam tercih edebileceği bir hâli/kişiyi tercih etmeyerek, o hâli/kişiyi ve buna eklemlenmiş bir sürü şeyi yitirdi. ve bunun bir bedeli oldu. o günden bu güne kadar da bu bedeli ödeyip durdu.
şimdi
kadın bir tercih ya da seçim zorunluluğu yokken, yine de bir hâli/kişiyi seçerek, "hedefi bulan ok başka ne varsa ıskalamıştır" örneğinde olduğu gibi başka hâlleri/kişileri elinin tersiyle itti. hiç şüphesiz bunun bir sonucu olacağını biliyordu.
gelecek
nihayetinde, her tercih bir kaybediştir. bizler bir hâli/kişiyi tercih eder, diğerlerini kaybederiz.
adam tercih edebileceği bir hâli/kişiyi tercih etmeyerek, o hâli/kişiyi ve buna eklemlenmiş bir sürü şeyi yitirdi. ve bunun bir bedeli oldu. o günden bu güne kadar da bu bedeli ödeyip durdu.
şimdi
kadın bir tercih ya da seçim zorunluluğu yokken, yine de bir hâli/kişiyi seçerek, "hedefi bulan ok başka ne varsa ıskalamıştır" örneğinde olduğu gibi başka hâlleri/kişileri elinin tersiyle itti. hiç şüphesiz bunun bir sonucu olacağını biliyordu.
gelecek
nihayetinde, her tercih bir kaybediştir. bizler bir hâli/kişiyi tercih eder, diğerlerini kaybederiz.
4 Eylül 2017 Pazartesi
kurgu
"eski bir hatıra bir anlatıda kendine nasıl yer bulur? bunu bir örnekle açıklayalım" adlı çalışmam:
kendimi kapısında buldum. elimde bavul. tıpkı terliklerimle gelmiş gibi. kocaman gülümsedi. yanağında derinleşen çukur dudağının bitimine kadar dalgalandı.
"beni siz kapın istedim."
kapı ardına kadar açıldı.
sonrası herkesin bildiği gibi.
kendimi kapısında buldum. elimde bavul. tıpkı terliklerimle gelmiş gibi. kocaman gülümsedi. yanağında derinleşen çukur dudağının bitimine kadar dalgalandı.
"beni siz kapın istedim."
kapı ardına kadar açıldı.
sonrası herkesin bildiği gibi.
1 Eylül 2017 Cuma
babamın montu
fotoğraf. aile albümünü karıştırırken karşıma çıktı.
siyah beyaz. aslında siyah beyazmış gibi yapıyor demek daha doğru.
iki binlerin başı. ankara. tarihi hatırlamasam da o günü hatırlıyorum. neresi olduğunu, takvimin sonbahardan kışa koştuğunu.
sevgilim ve ben. yüzümüzü hafifçe sola dönmüşüz. yüzümüzde batmaya hazırlanan sonbahar güneşinin izleri. cevo'ya bakıyoruz. sevgilim çok güzel. gamzelerini de getirmiş. "bu kadar" gözleri ve o gözleri gölgeleyebilmek için upuzun olmaya mecbur kirpikleri de yanında. ay çiçeği tarlalarından geçiyor gibiyim. benimse yüzümde tebessüm, üzerimde babamın montu.
*
o yaz annem atılacak giysilerden bir yığın yapmıştı. montu o yığında nasıl gördüm bilmiyorum ama gördüm. ekose desenli, ekoseleri siyah ve grinin tonları olan bir mont. eskimiş ve yıpranmış da. kolundaki metal çıtçıtlar paslanmaya başlamıştı mesela. babam, elleri sığabilsin diye yan ceplerin astarını sökmüş.
yine de çekip aldım o yığından. kuru temizlemeye verdim. bavula koyup ankara'ya getirdim. sonra serin bir ankara sabahında ilk defa giydim. sonbahardı. yürüye yürüye kızılay'a gidiyordum. ve hayal kuruyordum.
kurtuluş parkı'nın içinden geçiyordum ki hayallerimin tam orasında babamla konuşmaya başladım.
o montla siyah beyaz bir fotoğraf çektirmek ve arkasına, "görüyor musun baba? sana ne kadar çok benziyorum," yazıp babama yollamak istedim. ve hayalimin tam burasında kendimi tutamayıp salya sümük ağlamaya başladım.
sonbahardı. o sabah kurtuluş parkı'ndan ağlaya ağlaya geçtim.
babamı çok özledim.
*
şimdi bayram. yaz çoktan bitti. eylül oldu artık.
bu yazıyı ağlaya ağlaya yazdım.
bir de, babamı çok özledim.
siyah beyaz. aslında siyah beyazmış gibi yapıyor demek daha doğru.
iki binlerin başı. ankara. tarihi hatırlamasam da o günü hatırlıyorum. neresi olduğunu, takvimin sonbahardan kışa koştuğunu.
sevgilim ve ben. yüzümüzü hafifçe sola dönmüşüz. yüzümüzde batmaya hazırlanan sonbahar güneşinin izleri. cevo'ya bakıyoruz. sevgilim çok güzel. gamzelerini de getirmiş. "bu kadar" gözleri ve o gözleri gölgeleyebilmek için upuzun olmaya mecbur kirpikleri de yanında. ay çiçeği tarlalarından geçiyor gibiyim. benimse yüzümde tebessüm, üzerimde babamın montu.
*
o yaz annem atılacak giysilerden bir yığın yapmıştı. montu o yığında nasıl gördüm bilmiyorum ama gördüm. ekose desenli, ekoseleri siyah ve grinin tonları olan bir mont. eskimiş ve yıpranmış da. kolundaki metal çıtçıtlar paslanmaya başlamıştı mesela. babam, elleri sığabilsin diye yan ceplerin astarını sökmüş.
yine de çekip aldım o yığından. kuru temizlemeye verdim. bavula koyup ankara'ya getirdim. sonra serin bir ankara sabahında ilk defa giydim. sonbahardı. yürüye yürüye kızılay'a gidiyordum. ve hayal kuruyordum.
kurtuluş parkı'nın içinden geçiyordum ki hayallerimin tam orasında babamla konuşmaya başladım.
o montla siyah beyaz bir fotoğraf çektirmek ve arkasına, "görüyor musun baba? sana ne kadar çok benziyorum," yazıp babama yollamak istedim. ve hayalimin tam burasında kendimi tutamayıp salya sümük ağlamaya başladım.
sonbahardı. o sabah kurtuluş parkı'ndan ağlaya ağlaya geçtim.
babamı çok özledim.
*
şimdi bayram. yaz çoktan bitti. eylül oldu artık.
bu yazıyı ağlaya ağlaya yazdım.
bir de, babamı çok özledim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)