20 Ocak 2011 Perşembe
günün sorusu: rutin
her şeyin olduğu gibi devam etmesi için kaç defa 'bu böyle devam edemez!' demek gerekir?
13 Ocak 2011 Perşembe
o sahne: fisher king (1991)
"kendi deyimi ile huckleberry finn/ tom sawyer tarzı bir çocukluk geçiren"*, ilk olarak monty python işleriyle ün kazanıp sonrasında az ama nitelikli filmler yapan sinemanın has, biraz da şanssız adamı (bkz: don kişot' un bir türlü anlatamadığı hikayesi the man who killed don quixote...) terry gilliam, daha çok brazil, 12 monkeys hatta monty python işleriyle anılsa da benim için fisher king'in yeri ayrıdır.
ve bu, sevdiği kadını kaybedince aklını terkeden parry ve o kadının ölümünde dolaylı da olsa payı olan eski radyo sunucusu jack'in dostluğunu anlatan film 'modern zamanlarda bir masal' tadıyla benim için birinci 12 monkeys'in peşi sıra gelir.
tipini sevmediğim(!) robin williams ve jeffrey 'dude' lebowski yolundaki jeff bridges zihne kazınan bir oyunculuk sergilerken, benim asıl favorim silik, sakar, sıradan kimliğine ve berbat saçlarına rağmen kayıtsız kalamadığım lydia'ya hayat veren amanda plummer'dır.
michael jeter ise evsiz kabare şarkıcısı rolünde kelimenin tam manasıyla rol çalar.
ve 'aziz' tom waits...
zaten, o sahnede de 'aziz' var: parry ve jack metro istasyonunda lydia'nın önlerinden geçip gitmesini beklerken (dahası sinema tarihi, belki de en şiirsel sahnesine hazırlanırken: kız bütün sıradanlığıyla bir yerlere yetişmeye çalışan insan denizinde yürürken her şeyin aşkın ışığında nasıl da bambaşka göründüğüne şahit oluruz) parry bir anda kaybolur. jack de kendini bir şeyler anlatmaya başlayan harp malulü dilenciyle sohbet ederken buluverir. dilencinin bardağına bırakılan sadaka bardağa değil de yere düşünce, jack parayı yerden alıp bardağa atmak için hamle yapar ve o sahne başlar:
"-didn't even look at you.
-well, he's paying, so he don't have to look. see, guy goes to work every day, eight hours a day, seven days a week. gets his nuts so tight in a vice he starts questioning the very fabric of his existence. then one day, about quitting time boss calls him in the office and says: 'hey, bob, why don't you come in here and kiss my ass for me?' well, he says, 'hell with it. i don't care what happens. i just want to see the expression on his face as i jam this pair of scissors into his arm.' then he thinks of me. he says, 'wait a minute. i got both my arms. i got both my legs. at least i'm not begging for a living.' sure enough, bob's gonna put those scissors down and pucker right up. see, i'm what you call kind of a moral traffic light, really. i'm like saying, 'red. go no further.' "
*: bu ifadeye burada rastladım ve çok hoşuma gitti. ben de çaldım.
**serbest çeviri:
"- sana bakmadı bile.
- bakmamak için para veriyor. haftada yedi gün, günde sekiz saat çalışıyor. başkan yardımcısı olmayı çok istiyor ve varoluşunun özünü sorguluyor. bir gün mesai sonunda patronu çağırır ve: "hey bob, neden gelip kıçımı öpmüyorsun?' der. içinden 'cehenneme kadar yolu var. olsun ne olacaksa. sadece bu makası koluna saplayınca yüzünün ifadesini görmek istiyorum.' der. sonra beni düşünür; 'bir dakika... iki kolum, iki bacağım var. en azından yaşamak için dilenmiyorum.'tabii ki, bob makası bırakacak. yani, ben bir çeşit ahlaki trafik ışığıyım. 'kırmızı... daha ileri gitme.' der gibi."
ve bu, sevdiği kadını kaybedince aklını terkeden parry ve o kadının ölümünde dolaylı da olsa payı olan eski radyo sunucusu jack'in dostluğunu anlatan film 'modern zamanlarda bir masal' tadıyla benim için birinci 12 monkeys'in peşi sıra gelir.
tipini sevmediğim(!) robin williams ve jeffrey 'dude' lebowski yolundaki jeff bridges zihne kazınan bir oyunculuk sergilerken, benim asıl favorim silik, sakar, sıradan kimliğine ve berbat saçlarına rağmen kayıtsız kalamadığım lydia'ya hayat veren amanda plummer'dır.
michael jeter ise evsiz kabare şarkıcısı rolünde kelimenin tam manasıyla rol çalar.
ve 'aziz' tom waits...
zaten, o sahnede de 'aziz' var: parry ve jack metro istasyonunda lydia'nın önlerinden geçip gitmesini beklerken (dahası sinema tarihi, belki de en şiirsel sahnesine hazırlanırken: kız bütün sıradanlığıyla bir yerlere yetişmeye çalışan insan denizinde yürürken her şeyin aşkın ışığında nasıl da bambaşka göründüğüne şahit oluruz) parry bir anda kaybolur. jack de kendini bir şeyler anlatmaya başlayan harp malulü dilenciyle sohbet ederken buluverir. dilencinin bardağına bırakılan sadaka bardağa değil de yere düşünce, jack parayı yerden alıp bardağa atmak için hamle yapar ve o sahne başlar:
"-didn't even look at you.
-well, he's paying, so he don't have to look. see, guy goes to work every day, eight hours a day, seven days a week. gets his nuts so tight in a vice he starts questioning the very fabric of his existence. then one day, about quitting time boss calls him in the office and says: 'hey, bob, why don't you come in here and kiss my ass for me?' well, he says, 'hell with it. i don't care what happens. i just want to see the expression on his face as i jam this pair of scissors into his arm.' then he thinks of me. he says, 'wait a minute. i got both my arms. i got both my legs. at least i'm not begging for a living.' sure enough, bob's gonna put those scissors down and pucker right up. see, i'm what you call kind of a moral traffic light, really. i'm like saying, 'red. go no further.' "
*: bu ifadeye burada rastladım ve çok hoşuma gitti. ben de çaldım.
**serbest çeviri:
"- sana bakmadı bile.
- bakmamak için para veriyor. haftada yedi gün, günde sekiz saat çalışıyor. başkan yardımcısı olmayı çok istiyor ve varoluşunun özünü sorguluyor. bir gün mesai sonunda patronu çağırır ve: "hey bob, neden gelip kıçımı öpmüyorsun?' der. içinden 'cehenneme kadar yolu var. olsun ne olacaksa. sadece bu makası koluna saplayınca yüzünün ifadesini görmek istiyorum.' der. sonra beni düşünür; 'bir dakika... iki kolum, iki bacağım var. en azından yaşamak için dilenmiyorum.'tabii ki, bob makası bırakacak. yani, ben bir çeşit ahlaki trafik ışığıyım. 'kırmızı... daha ileri gitme.' der gibi."
8 Ocak 2011 Cumartesi
i' m not...
onu daha önce gördüğüm bir kaç fotoğrafından tanıyordum. yer yer sarı, uçları kıvır kıvır kestane rengi saçlar. kocaman mavi gözler. o gözlerde bulut olsun diye biraz da beyaz ve griler.
boğa burcu. belki de o yüzden gözleri 'bu kadar'.
biri amerikalı, diğeri türkiyeli iki adı var. kendini ele veren zekası, bütün bir evreni kendine tutsak eden kahkahası, işler yolunda gitmeyince somurtması.
amcası ona 'dengesiz' dediğinde, amcasını 'i'm not dengesiz...i'm elif!' diye düzeltince artık dönüşü olmayan bir yola girdiğimi anladım.
henüz üç yaşında bile olmaması bu gerçeği değiştirmiyor.
boğa burcu. belki de o yüzden gözleri 'bu kadar'.
biri amerikalı, diğeri türkiyeli iki adı var. kendini ele veren zekası, bütün bir evreni kendine tutsak eden kahkahası, işler yolunda gitmeyince somurtması.
amcası ona 'dengesiz' dediğinde, amcasını 'i'm not dengesiz...i'm elif!' diye düzeltince artık dönüşü olmayan bir yola girdiğimi anladım.
henüz üç yaşında bile olmaması bu gerçeği değiştirmiyor.
6 Ocak 2011 Perşembe
başarı
kızı küçükken kendisine aşık olmayan ya da büyüdüğünde kendisi gibi biriyle evlenmeyen, oğlu ise tuttuğu takımı tutmayan bir adam iyi bir baba olamamıştır.
5 Ocak 2011 Çarşamba
güzel adamım
belki de bir kitaplığa sahip olmanın en büyük hazzı kitaplığın karşısında dikilip rafları yormaktır.
ayak üstü okunmuş kitapları karıştırır, eskiden olduğunuz adamın izlerini takip edersiniz. altı çizili satırlarda şimdiki adamla o adam arasındaki farkı görürken, bir biçimde eski günleri yaşarsınız. ya da okumadığınız kitaplara bakar, sanki daha kolay görünecekmiş gibi yerlerini değiştirir ve okuma planı yaparsınız.
bugün öyle anlardan birinde, iyice yıpranmış sinan yayınları işi tutunamayanlar ciltlerinden ikincisine uzandığımda neden bilmem, 'canım oğuz'u değil de buzul çağının virüsünden muzdarip vüs'at o. bener'in yaktığı, "duyuyor musun oğuz atay! çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılardan sığmaz, güzel adamım! o zamanlar, pek farkında değildin sanırım 'tutunamadığının'..." ağıdını hatırladım.
canım oğuz. benim de 'güzel adamım'... bugün de seni andım.
ayak üstü okunmuş kitapları karıştırır, eskiden olduğunuz adamın izlerini takip edersiniz. altı çizili satırlarda şimdiki adamla o adam arasındaki farkı görürken, bir biçimde eski günleri yaşarsınız. ya da okumadığınız kitaplara bakar, sanki daha kolay görünecekmiş gibi yerlerini değiştirir ve okuma planı yaparsınız.
bugün öyle anlardan birinde, iyice yıpranmış sinan yayınları işi tutunamayanlar ciltlerinden ikincisine uzandığımda neden bilmem, 'canım oğuz'u değil de buzul çağının virüsünden muzdarip vüs'at o. bener'in yaktığı, "duyuyor musun oğuz atay! çınar elli, kızdı mı kezzap gibi bakan, oysa iri çağla gözlü, kapılardan sığmaz, güzel adamım! o zamanlar, pek farkında değildin sanırım 'tutunamadığının'..." ağıdını hatırladım.
canım oğuz. benim de 'güzel adamım'... bugün de seni andım.
4 Ocak 2011 Salı
bekir kendini niçin öldürdü?*
masumiyet(1997) filminde, uğur ve bekir'in kaldığı otelin lobisinde her zaman açık duran siyah beyaz bir televizyon vardır. yeşilçam melodramları oynar durur.
hatta, yusuf ve resepsiyon görevlisi mehmet arasında,
"- film bu mehmet abi, film. milleti ağlatmak için yalandan yapıyorlar.
- yalan malan, böyle de olmaz ki kardeşim!.."
diyaloğuna neden olan bir filmde karakterin ölümünü uzun uzun gösterilir. ölmek üzere olan genç herkesle vedalaşır, temennilerini söyler ve "anneciğim," diyerek hayata gözlerini yumar.
peşi sıra üst kattan silah sesi gelir. bekir kendini öldürmüştür: duvarda kan, odanın kapısında sessizce ona bakanlar.
bu izleyişime kadar merak ederdim; bunca acıya, aşağılanmaya yıllarca tahammül eden bekir ne olmuştu da kendini öldürmeye karar vermişti?
sanırım cevabı artık biliyorum:
hiç şüphesiz, bekir bir insanin taşıyabileceğinden çok daha büyük acı çekiyordu. o ünlü tiradın sonunda "oğlum bekir, dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte," diyerek itiraf ettiği gibi kendini öldürmek sürekli aklına gelse de bunu bir türlü eyleme dök(e)mez.
çünkü o gittiğinde çilem ve uğur kötülüklerle dolu bir dünyada yapayalnız kalacaktır. ama yusuf, (bu adın seçilmesi de anlamlıdır) çilem'i bu denli sahiplenip, bu hayattaki tek dostu bekir'e ihanet etmek pahasına uğur'la yollara düşünce onları yusuf'a emanet edebileceğini anlar ve kendisine acıdan başka bir şey vermeyen dünyayı terk edebileceğine karar verir.
*: bu başlık vasıtasıyla da olsa "benerci kendini niçin öldürdü?" diyen sarışın şaire selam edelim.
hatta, yusuf ve resepsiyon görevlisi mehmet arasında,
"- film bu mehmet abi, film. milleti ağlatmak için yalandan yapıyorlar.
- yalan malan, böyle de olmaz ki kardeşim!.."
diyaloğuna neden olan bir filmde karakterin ölümünü uzun uzun gösterilir. ölmek üzere olan genç herkesle vedalaşır, temennilerini söyler ve "anneciğim," diyerek hayata gözlerini yumar.
peşi sıra üst kattan silah sesi gelir. bekir kendini öldürmüştür: duvarda kan, odanın kapısında sessizce ona bakanlar.
bu izleyişime kadar merak ederdim; bunca acıya, aşağılanmaya yıllarca tahammül eden bekir ne olmuştu da kendini öldürmeye karar vermişti?
sanırım cevabı artık biliyorum:
hiç şüphesiz, bekir bir insanin taşıyabileceğinden çok daha büyük acı çekiyordu. o ünlü tiradın sonunda "oğlum bekir, dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte," diyerek itiraf ettiği gibi kendini öldürmek sürekli aklına gelse de bunu bir türlü eyleme dök(e)mez.
çünkü o gittiğinde çilem ve uğur kötülüklerle dolu bir dünyada yapayalnız kalacaktır. ama yusuf, (bu adın seçilmesi de anlamlıdır) çilem'i bu denli sahiplenip, bu hayattaki tek dostu bekir'e ihanet etmek pahasına uğur'la yollara düşünce onları yusuf'a emanet edebileceğini anlar ve kendisine acıdan başka bir şey vermeyen dünyayı terk edebileceğine karar verir.
*: bu başlık vasıtasıyla da olsa "benerci kendini niçin öldürdü?" diyen sarışın şaire selam edelim.
2 Ocak 2011 Pazar
crazy on you*
yeni bir sene. eski bir şarkı...
eski şarkılar hakkındaki fikrimi daha önce söylemiştim.
yeni seneden ise bu şarkıyı her dinlediğimde hissettiklerim tadında şeyler bekliyorum: kendim için, herkes için...
kaldı ki, "i was a willow last night in my dream/ i bent down over a clear running stream/ i sang you the song that I heard up above/ and you kept me alive with your sweet, flowing love"**diyen son kısmı bile yeter.
*heart, crazy on you
**serbest çeviri: "dün gece düşümde bir söğüt ağacıydım/ aşağıya, akan berrak nehre eğiliyordum/ sana yukarıda duyduğum şarkıyı söylüyordum/ ve sen hoş, akıcı sevginle bana hayat veriyordun"
eski şarkılar hakkındaki fikrimi daha önce söylemiştim.
yeni seneden ise bu şarkıyı her dinlediğimde hissettiklerim tadında şeyler bekliyorum: kendim için, herkes için...
kaldı ki, "i was a willow last night in my dream/ i bent down over a clear running stream/ i sang you the song that I heard up above/ and you kept me alive with your sweet, flowing love"**diyen son kısmı bile yeter.
*heart, crazy on you
**serbest çeviri: "dün gece düşümde bir söğüt ağacıydım/ aşağıya, akan berrak nehre eğiliyordum/ sana yukarıda duyduğum şarkıyı söylüyordum/ ve sen hoş, akıcı sevginle bana hayat veriyordun"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)