bir çocuğun erkek olabilmesi için yürümesi gereken kaç yol, aşması gereken kaç yıl vardır?
30 Ağustos 2018 Perşembe
28 Ağustos 2018 Salı
ün versus efsane
"ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. efsane, koşuyu kaybetse de, 'kaybettikten sonra da', koşuyu sürdüren bir at. zapata’nın atı gibi. 'vurulduktan sonra da' bir süre uçan bir kuş. halk onu alır, can kafesinin içine sokar, orada besleyip durur can yongasıyla. budur efsane. ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. efsanemiz ise başkalarının yazgısında."*
*: cemal süreya, ün ve efsane
*: cemal süreya, ün ve efsane
24 Ağustos 2018 Cuma
ufkun ötesi
yirmili yaşlarımın başında, birdenbire, aldığım her kitabın ilk sayfasına "bütün çaba ufku daha da geriye itebilmek için" yazmaya başlamıştım.
neden böyle yaptım şimdi hatırlamıyorum.
ama şunu iyi hatırlıyorum: yıllar sonra lukacs'ın roman kuramı'nı okurken, "ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlem" ifadesine rastladığımı... ve böylece davranışımın anlam kazandığını.
ki orada lukacs, "roman, ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlemden doğmuştu," der...
neden böyle yaptım şimdi hatırlamıyorum.
ama şunu iyi hatırlıyorum: yıllar sonra lukacs'ın roman kuramı'nı okurken, "ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlem" ifadesine rastladığımı... ve böylece davranışımın anlam kazandığını.
ki orada lukacs, "roman, ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlemden doğmuştu," der...
20 Ağustos 2018 Pazartesi
bir cümle
akşamüstü hacı adaylarının develerinin döşlerine dayanarak ufku seyredişlerine sığınırım.
yaklaşık on beş yıl öncesinden. bu arefe gününde, hacılar içlerinde dualarla mina'dan arafat'a yol alırken yeniden anıyorum.
etkisi hâlâ aynı. içimde az önce havalandıkları yere konmakla uçup gitmek arasında kararsız kuşlar kanat çırpıyor, bir karaca suya eğilmeden önce kanatlarının ucu suya dokundu dokunacak kanat çırpan su kuşundan yana bakıyor. kalbimde ise, söyleyecek olsam da söylenecek birisi olmadığı için ağırlaşan bir hafiflik.
yıllar sonra yine aynı hissetmekten mutluyum. ama, bu iyi bir şey mi, diye sormadan da edemiyorum. bir arpa boyu dahi yol alamamış gibi. benden adam olmazmış gibi. bütün "gibi"lere rağmen etkisi de kıymeti de aynı.
öyle ki, ıssız adaya düşsem yanıma alacağım ilk cümle bu olurdu.
yaklaşık on beş yıl öncesinden. bu arefe gününde, hacılar içlerinde dualarla mina'dan arafat'a yol alırken yeniden anıyorum.
etkisi hâlâ aynı. içimde az önce havalandıkları yere konmakla uçup gitmek arasında kararsız kuşlar kanat çırpıyor, bir karaca suya eğilmeden önce kanatlarının ucu suya dokundu dokunacak kanat çırpan su kuşundan yana bakıyor. kalbimde ise, söyleyecek olsam da söylenecek birisi olmadığı için ağırlaşan bir hafiflik.
yıllar sonra yine aynı hissetmekten mutluyum. ama, bu iyi bir şey mi, diye sormadan da edemiyorum. bir arpa boyu dahi yol alamamış gibi. benden adam olmazmış gibi. bütün "gibi"lere rağmen etkisi de kıymeti de aynı.
öyle ki, ıssız adaya düşsem yanıma alacağım ilk cümle bu olurdu.
17 Ağustos 2018 Cuma
efendim*
her ne kadar çocukluğum duvarında -daha doğrusu giriş kapısını verandaya dönüştüren ikinci kat balkonunun sağındaki ilk pencere ile balkon arasında-, "türkü anlamak için türkü dinlemek gerek" yazan, bahçe ortasındaki üç katlı bir evin gölgesinde geçse de ömrümün hiçbir döneminde türkü peşinde koşmadım.
"kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olduğum için değil bu. -öyle bir tip olmaktan allaha sığınırım. ya da sığınılması gereken yer ya da kurum ne ise oraya.- belki "yabancı olana hayranlığın gemini azıya aldığı dönem"den ne yapsa kurtulamayan bir ülkede büyümek bu durumda etkili oldu ama bence asıl sebep doku uyuşmazlığı.
kaldı ki, bir kaç örnek dışında türk sanat müziği de sevmem. "bir türlü seni seviyorum diyemeyen" şarkılar gibi gelir bana. daha başlamadan üzerime çöken kasvet yüzünden, varsa da kıymetini fark edemem bile şarkının.
uzun lafın kısası, eğer bir türkü sevmişsem tesadüfen oldu. söz gelimi, gelin(1973) olmasaydı yârim senden ayrılalı, grup abdal olmasaydı bir ay doğar ilk akşamdan geceden, orhan'ın orası olmasaydı şikayet olmasın da bugün dönüp dönüp dinlediklerim arasında olmazdı.
"türkü dinlemem ben. neşet ertaş dinlerim." diyen birine "ya neşet ertaş?" diye sormazsınız herhalde.
yaz başında ercan kesal twitter hesabında bir link paylaşmıştı. meğer sevin okyay'la bayram bahane olmuş, bir radyo sohbeti yapmışlar. iki güzel insanın sohbetleşmesini kaçıramazdım. vakit olarak da müsaittim. tıkladım linke, o tarafa yürüdüm.
su gibi akan bir muhabbet. ercan kesal'ın "abla" hitabı. arada müzik giriyor, biraz dinleniyorlar. kaçıncı müzik idi hatırlamıyorum ama kelimenin tam anlamıyla donup kaldım. görürsem daha iyi anlarmışım gibi telefona başımı çevirdim sadece.
muhteşem bir bağlama ile başladı her şey. bilmediğim bir adam, çok yaķışan sesiyle bilmediğim bir türkü söylüyordu. sözleri de, "her beni gördükçe kaşların yıkma/ ne suçum var ise bildir, efendim" diye başlıyordu.
sonrası malûm. yaklaşık iki aydır en çok dinlediğim eser. üstelik, ben "efendim"in etkisinden kendimi kurtaramadan, bir röportajda alev alatlı'nın kendisine sorulan bir sorunun cevabına, "hüsrandır, yavrum!" diye başladığını okuyacaktım.
alev alatlı bahsi uzun ama türkü burada.
*: nida ateş, efendim
"kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olduğum için değil bu. -öyle bir tip olmaktan allaha sığınırım. ya da sığınılması gereken yer ya da kurum ne ise oraya.- belki "yabancı olana hayranlığın gemini azıya aldığı dönem"den ne yapsa kurtulamayan bir ülkede büyümek bu durumda etkili oldu ama bence asıl sebep doku uyuşmazlığı.
kaldı ki, bir kaç örnek dışında türk sanat müziği de sevmem. "bir türlü seni seviyorum diyemeyen" şarkılar gibi gelir bana. daha başlamadan üzerime çöken kasvet yüzünden, varsa da kıymetini fark edemem bile şarkının.
uzun lafın kısası, eğer bir türkü sevmişsem tesadüfen oldu. söz gelimi, gelin(1973) olmasaydı yârim senden ayrılalı, grup abdal olmasaydı bir ay doğar ilk akşamdan geceden, orhan'ın orası olmasaydı şikayet olmasın da bugün dönüp dönüp dinlediklerim arasında olmazdı.
"türkü dinlemem ben. neşet ertaş dinlerim." diyen birine "ya neşet ertaş?" diye sormazsınız herhalde.
yaz başında ercan kesal twitter hesabında bir link paylaşmıştı. meğer sevin okyay'la bayram bahane olmuş, bir radyo sohbeti yapmışlar. iki güzel insanın sohbetleşmesini kaçıramazdım. vakit olarak da müsaittim. tıkladım linke, o tarafa yürüdüm.
su gibi akan bir muhabbet. ercan kesal'ın "abla" hitabı. arada müzik giriyor, biraz dinleniyorlar. kaçıncı müzik idi hatırlamıyorum ama kelimenin tam anlamıyla donup kaldım. görürsem daha iyi anlarmışım gibi telefona başımı çevirdim sadece.
muhteşem bir bağlama ile başladı her şey. bilmediğim bir adam, çok yaķışan sesiyle bilmediğim bir türkü söylüyordu. sözleri de, "her beni gördükçe kaşların yıkma/ ne suçum var ise bildir, efendim" diye başlıyordu.
sonrası malûm. yaklaşık iki aydır en çok dinlediğim eser. üstelik, ben "efendim"in etkisinden kendimi kurtaramadan, bir röportajda alev alatlı'nın kendisine sorulan bir sorunun cevabına, "hüsrandır, yavrum!" diye başladığını okuyacaktım.
alev alatlı bahsi uzun ama türkü burada.
*: nida ateş, efendim
15 Ağustos 2018 Çarşamba
dakika ve skor
"Sandra benden zaman zaman entelektüel gibi konuşmamı ister. Dakikalarca (örneğin) Flaubert'in Proust'a kıyasla tuhaf bir biçimde az takdir gördüğünü anlatabilen bir adamla birlikte olmayı harika buluyor. Benim Flaubert'i de Proust'u da bildiğimi, hatta onlar üzerine yazılanların büyük bir kısmından haberdar olduğumu düşünüyor. Oysa ben iki yüz sayfa Flaubert/ Proust okuduktan sonra bu kitapları elinden bırakanlardanım. Bunu itiraf da ediyorum ama Sandra bilmek istemiyor. İnsanın önce büyük bir zahmetle, pek de temiz olmayan birkaç tikinden (entelektüel bilgiçlik) kurtulduktan sonra bir kadın için bunlara gene aynı şekilde zahmetle alışması tuhaf. Elbette cebimde birçok konu var. Örneğin Martin Heidegger'in Nazilerin ne menem bir şey olduğunu neden hemen çözememiş olduğu (ah ne kadar da kusursuz bir kıyamet tellalı olurdu çözseydi!) veya Max Weber'in yaratıcı hayatının orta yerinde, durup dururken niçin korkunç bir depresyona yakalanıp bu yüzden yıllarca feleğini şaşırdı üzerine de konuşabilirim.Sandra'nın su gibi akıp giden bu kültür birikiminin içindeki hakikat payını denetlemesi asla mümkün değil. O sadece, seçtiği adamın bu kadar harika konuşabildiğinden emin olmak (ve bunu kendi kulakları ile duymak) istiyor. Bu konferanslarımın şurasına burasına bazen biraz saçma saçmalık katıyorum; Sandra da yutuyor ve ben de bu yüzden onunla aslında içten içe biraz alay ediyorum. Fazla isteyen, aldatılacaktır, diyorum o zaman kendi kendime."*
*: wilhelm genazino, aşk aptallığı
*: wilhelm genazino, aşk aptallığı
13 Ağustos 2018 Pazartesi
on üç ağustos
"papatyalardan kaktüslere geçişimiz elbette kolay olmadı!" diyen aslı serin'e nazire:
küçük prens'ten genazino'ya geçişimiz elbette kolay olmadı!..
küçük prens'ten genazino'ya geçişimiz elbette kolay olmadı!..
10 Ağustos 2018 Cuma
karabasan
uyku için yarı ölüm denilmesi boşuna değil. zira uyku sırasında beyin bir kaç şalteri indirip vücudun bazı fonksiyonları kapatıyor. başka bir deyişle, rüyada gördüklerimizi yapmaya çalışmayalım diye vücudun bir çeşit felce uğratıyor.
ama bazan işler vücudun planladığı gibi gitmiyor. beyin acele davranıp uyanıyor ama vücudun felç hâli devam ediyor.
ve o durumda insan her şeyi duyuyor, hissediyor ama tepki veremiyor. kıpırdıyamıyor, ses çıkaramıyor.
sonrada buna karabasan diyor.
ama bazan işler vücudun planladığı gibi gitmiyor. beyin acele davranıp uyanıyor ama vücudun felç hâli devam ediyor.
ve o durumda insan her şeyi duyuyor, hissediyor ama tepki veremiyor. kıpırdıyamıyor, ses çıkaramıyor.
sonrada buna karabasan diyor.
9 Ağustos 2018 Perşembe
8 Ağustos 2018 Çarşamba
şimdi
insanların yanılgılarından biri de, aynı zamanı ve mekanı paylaştıkları diğer insanlarla aynı 'an'da, başka bir deyişle ortak bir 'şimdi'de var olduklarını sanmalarıdır.
bu düşünceye bu sabah birden bire, az önce fırından aldığım sıcak ekmeğin insafsızca kopardığım ucunu yerken vardım. bir yandan da birazdan yiyeceğim üç yumurtayı düşünüyordum. evet, üç. üstelik sahanda ve tereyağlı. çünkü ne zaman koştuğum mesafeyi ve koşu tempomu beğenirsem kendimi ödüllendiririm.
ilham gibi bir cümle sayıkladım. sayıkladım diyorum çünkü uyku ile uyanıklık arasında bir an gibiydi. "şimdi geçmişten yapılıyor." sonra devam ettim; "ne kadar geçmiş varsa o kadar da şimdi var."
gün batımlarını düşünün. daha doğrusu denize karşı bir çay bahçesinde ufku tutuşturan gün batımını seyreden insanları düşünün. dışarıdan baktığımızda gözümüzün önünde olmaları nedeniyle aynı "şimdi'de yaşadıklarını varsayarız. ama o an sevgilisinin elini tutan üniversiteli gençle balıkçı kocası böyle bir gün batımında denize açılan ve bir daha dönmeyen kadının hissettikleri, dolayısıyla o 'an'ı, yani 'şimdi'si aynı olabilir mi? ya da her gün batımında çocukken okuduğu red kit çizgi romanlarını ve her maceranın sonunda atını gün batımına süren red kit'i hatırlayan kadınla böyle bir gün batımına karşı artık hayatta olmayan babasıyla uzun uzun ebeveyn olmaktan konuşmuş bir oğulun 'şimdi'si aynı olabilir mi?
başka bir deyişle, o an gözümüzün önünde olmaları ya da saatlerinin aynı zamanı ölçmesi aynı 'şimdi' içerisinde yaşadıklarının garanti değildir.
bunu da, aynı 'şimdi'de olmanın benzer geçmişi işaret ettiği ve 'bir' olabilmek için önemli bir adım olan nesneye bakınca aynı şeyi görmenin ilk adımı olarak okuyabiliriz.
bu düşünceye bu sabah birden bire, az önce fırından aldığım sıcak ekmeğin insafsızca kopardığım ucunu yerken vardım. bir yandan da birazdan yiyeceğim üç yumurtayı düşünüyordum. evet, üç. üstelik sahanda ve tereyağlı. çünkü ne zaman koştuğum mesafeyi ve koşu tempomu beğenirsem kendimi ödüllendiririm.
ilham gibi bir cümle sayıkladım. sayıkladım diyorum çünkü uyku ile uyanıklık arasında bir an gibiydi. "şimdi geçmişten yapılıyor." sonra devam ettim; "ne kadar geçmiş varsa o kadar da şimdi var."
gün batımlarını düşünün. daha doğrusu denize karşı bir çay bahçesinde ufku tutuşturan gün batımını seyreden insanları düşünün. dışarıdan baktığımızda gözümüzün önünde olmaları nedeniyle aynı "şimdi'de yaşadıklarını varsayarız. ama o an sevgilisinin elini tutan üniversiteli gençle balıkçı kocası böyle bir gün batımında denize açılan ve bir daha dönmeyen kadının hissettikleri, dolayısıyla o 'an'ı, yani 'şimdi'si aynı olabilir mi? ya da her gün batımında çocukken okuduğu red kit çizgi romanlarını ve her maceranın sonunda atını gün batımına süren red kit'i hatırlayan kadınla böyle bir gün batımına karşı artık hayatta olmayan babasıyla uzun uzun ebeveyn olmaktan konuşmuş bir oğulun 'şimdi'si aynı olabilir mi?
başka bir deyişle, o an gözümüzün önünde olmaları ya da saatlerinin aynı zamanı ölçmesi aynı 'şimdi' içerisinde yaşadıklarının garanti değildir.
bunu da, aynı 'şimdi'de olmanın benzer geçmişi işaret ettiği ve 'bir' olabilmek için önemli bir adım olan nesneye bakınca aynı şeyi görmenin ilk adımı olarak okuyabiliriz.
1 Ağustos 2018 Çarşamba
hayat
anlatması uzun ama kısa keseceğim: okuma odasını başka bir odaya taşımam gerekti. bunu yaparken odadaki nesneleri de elden geçirdim. hatta, bir sürü şeyi eledim.
hâliyle, yıllar önce tuttuğum defterlere, aldığım notlara da döndüm. bir çok utanç verici cümleye karşılık, bir kaç kendini sevdiren cümle.
ama bir cümle canımı çok yaktı. hayır, hiçbir şey çağrıştırmadı. neden, nerede, kim?
sadece, "daha yirmi yaşına bile gelmeden bana, "artık aşkın bitmek için başladığını biliyorum" dedirten hayat," dedim içimden.
hâliyle, yıllar önce tuttuğum defterlere, aldığım notlara da döndüm. bir çok utanç verici cümleye karşılık, bir kaç kendini sevdiren cümle.
ama bir cümle canımı çok yaktı. hayır, hiçbir şey çağrıştırmadı. neden, nerede, kim?
sadece, "daha yirmi yaşına bile gelmeden bana, "artık aşkın bitmek için başladığını biliyorum" dedirten hayat," dedim içimden.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)