tag:blogger.com,1999:blog-63341804385304117772024-03-28T01:53:33.712+02:00 verbum non facta* *: söylenmemiş sözverbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.comBlogger2042125tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-51831974067934897802024-03-27T14:42:00.002+02:002024-03-27T14:42:36.519+02:00dakika ve skor"Hatalarını düşünmeye çalışıyorsun. Belki, diyorsun, içten içe ben istemişimdir böyle olmasını, ya da bendeki bir şey, yaşamım bu biçime bürünsün diye kendimden bile gizli çalışmış, elinden geleni yapıp durmuştur. Küçümseme kılığında elimdekileri geri teptim. Elimde kalanlarlaysa hiçbir şey yapmadım.<div>Başka bir yaşam olanağını hiçbir zaman düşünmedim, gerçekleşir gibi olduğunda ise gerekli adımı, o son adımı atmadım. Aksine kaçtım bundan. Hiçbir şeye gereksinimim yok dedim. Ama gelmesi gerekenin gelip önüme serileceğine de inandım. Belki talihime anlamsızca, körü körüne inandım."*</div><div><br /></div><div><br /></div><div>*:ayhan geçgin, son adım</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-87665446241195407242024-03-25T01:30:00.002+02:002024-03-25T01:30:46.413+02:00seçim vaatleriçok sevdiğim bir fıkra var. izin verirseniz konuya onunla girmek isterim. ama biraz edepsiz. "yine mi edepsiz!" diyecekleri ise <a href="https://verbumnonfacta.blogspot.com/2013/09/kustum-cicegi.html?m=0">buraya</a> alayım.<div><div><div><br /></div><div><i>adam. karşısında doktor. konuya nasıl gireceğini bilmiyor. sonunda derin bir nefes alıp, olsun n'olacaksa, diyor.</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>"arkadaşlarla ne zaman bir araya gelsek konu oraya geliyor, bir gecede beş diyor biri. sonra sayılar uçuşuyor havada. altı, yedi, on, yüz bin beş. böyle olunca susup kalıyorum. çünkü benim sayım bir, hadi olsun iki. nedir bunun çaresi?"</i></div><div><i><br /></i></div><div><i>"siz de söyleyin," demiş doktor. "siz de söyleyin."</i> </div><div><br /></div><div>seçim vaatlerine bakıyor musunuz? tıpkı doktordan, "siz de söyleyin," tavsiyesi almış ve alır almaz sokağa fırlamış gibi bütün adaylar.</div><div><br /></div><div>saydıkça sayıyor, upuzun listeler uzatıyorlar okuyalım diye. ne kadar çok madde sunarsak, ne kadar farklı şey söylersem o kadar iyi diye düşünüyorlar.</div><div><br /></div><div>ya da kimselerin bu vaatleri sorgulamayacağını biliyorlar. hatta yapılacaklar listesine bile bakmadıklarını.</div><div><br /></div><div>seçmen bütün vaatlerin yalan olduğunu biliyor, siyasetçi de seçmenin bildiğini.</div><div><br /></div><div>plana ya da programa, yapılacak listesinin mümkünlüğüne, en önemli konuda en doğru çözüme değil isme verilecek oylar çünkü.</div><div><br /></div><div>en kötüsü, hatta en rezili de oy verenler x'e verdikleri oyu x güzel diye değil, çirkin olduğunu düşündükleri y'ye oy vermemek için verecekler.</div></div></div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-79283898953033453402024-03-19T23:42:00.001+02:002024-03-19T23:42:39.532+02:00eskiden, çok eskidenaslı biçen'in <i>tehdit mektupları</i>'nda dedikleri:<div><br /></div><div>"sana sevgilim diyorum ama o muhteşem 'm' ne kadar benim yapıyor seni? nana ait misin gerçekten? bu sevmecilik işleri tapusuz olmuyor. ama sen asla tapu istemez, tapu vermezsin. bütün herkes senin kadar kendine yetse devrim mevrim olmazdı. seninle örgütlenmek dünyanın en zor şeyi. ben ki dünyanın en örgütsüz adamıyım başımı altına sokmak istediğim yegâne çatı sensin."</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>tam burada hayatın cahili, yolun başındaki acemi çocuğu anıyorum. o dost meclisinde nasıl da heyecanlı, nasıl da umutluydu.</div><div><br /></div><div>"sahip olmayı hayal ettiğim şey ev, araba, aile vesaire değil," demişti.</div><div><br /></div><div>"sevgili, sevgilim olsun yeter."</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-16226613370001565182024-03-17T09:42:00.001+02:002024-03-17T09:42:16.835+02:00dakika ve skor"O gece lilith'le kabil son kez birlikte yattılar. Lilith ağladı, kabil ona sarıldı ve o da ağladı, ama gözyaşları uzun sürmedi; bir süre sonra, onları sarıp sarmalayan aşk tutkusunun hâkimiyeti ve yönetimi altında çabucak zincirlerinden boşanıverdiler; çılgınlığa, mutlağa, varana dek, sanki dünya bundan başka bir şey değilmiş gibi, iki âşık birbirlerini sonsuzca yiyip yuttular ve sonunda lilith kabil'e, Öldür beni, dedi. Evet, belki de kabil'le lilith'in hikâyesinin mantıki sonucu bu olmalıydı ama kabil onu öldürmedi. Dudaklarından uzun uzun öptü, sonra ayağa kalktı, son bir kez baktı ve gidip geceyi kapıcı yatağında geçirdi."*<div><br /></div><div><br /></div><div>*: josé saramago, kabil</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-45684243025523014422024-03-13T12:47:00.003+02:002024-03-13T12:47:54.413+02:00günün sorusu: alışveriş"alışverişe çıkmak mutluluk verir" iddiası gerçek değil de kapitalist sistemin ve onun büyüttüğü tüketim çağının ihtiyaç duyulduğu her yere payanda olan psikoloji sayesinde insanlara dayattığı bir şey olabilir mi?verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-4688628337927969972024-03-11T14:27:00.001+02:002024-03-11T14:27:41.235+02:00kuyrukkadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk uzun bir kuyrukta bekliyorduk. upuzun bir kuyruk. uzun kuyrukların doğası gereği de yavaş ilerliyorduk.<div><br /></div><div>amerikayı yeniden keşfetmişçesine, "kuyruk ne kadar uzunsa ilerlemek o kadar yavaş olur," diyeceklere de, bunun aklıma geldiğini ama yazmak istemediğimi söylemek isterim.</div><div><br /></div><div>neyse... kuyruk o kadar yavaştı ki, bu durumlarda kitap okuyan biri olsam <i>harp ve sulh</i> bahsini kapatabilirdim.</div><div><br /></div><div>aynı şakayı bir defa yapmıştım biliyorum. rolland garros finallerinden birinde nadal ve 'küstah sırp' djokovic arka çizgide bekleyip topu sadece karşı tarafa atmakla meşgulken.
allahım!.. nasıl da sıkılmıştım. gerçi iyi aile çocuğu federer'i de özlemiş olabilirim. en azından şimdi özledim. en iyisi burada ara verip david foster wallece'ın tenis yazılarından mürekkeb <i>sicim teorisi</i>'ni kitaplıktan alayım, inan özdemir'in çevirdiği <i>kutsal bir deneyim olarak federer</i> başlıklı denemeyi okuyayım. hayır, youtube olmaz, oraya dalınca bir daha çıkamıyorum.</div><div><br /></div><div>derken tanıdık bir melodi duydum. popüler olmayan ama benim sevdiğim, roman yazsam "iki yanıma dizilen sargant fury'nin gençleri safları sıklaştırmıştı" diyeceğim, film yapsam o sahnede çalacağım türden bir parça. yani çok kişisel. tıpkı <i>bir küçük aşk</i> gibi. son bir kaç yıldır doksanlar deyince aklıma gelen, muhtemelen benden ve yakari'nin küçük erkek kardeşinden başka kimsenin bilmediği bir parça bu. kaldı ki ben de onun sayesinde haberdar oldum.</div><div><br /></div><div>kişisel, kişisel olduğu kadar dinlemeyi de çok sevdiğim bu parçayı duyunca ister istemez meraklandım. tamam, itiraf ediyorum; benimle aynı anda, aynı kitabı okuyan birine denk gelmişim gibi heyecanlandım da.</div><div><br /></div><div>yanımda yöremde müzik dinleyen birilerini aradı gözlerim. çünkü müzik kulaklıktan taşıyordu muhtemelen. ne de olsa sert müzikler 'son ses' dinlenir.</div><div><br /></div><div>sesin nereden geldiğini anlayamadığım yetmezmiş gibi bir de kablosuz kulaklarıyla sıranın ilerlemesini bekleyen bir kaç kişi fark ettim. elimde olmadan kuruldum fark ettiklerime.</div><div><br /></div><div>çünkü, kulaklarım içine tıkaç gibi sokulan o cihazların düşmanıyım. adam benimle konuşuyor sanıyorum ama kulak kabartınca, "çık o hisseden, olduğu gibi işceye gir," dediğini duyuyorum. "efendim," diyorum bana yönelen hanım efendiye, "diyo ki, rejime başladım. ayol sen önce iki kat için asansör kullanmayı bırak" diyo. bu diyo da nerden çıktı diyosanız, başlayınca bırakamıyosunuz, bırakabilmek için paragrafı bitirmeniz gerekiyo.</div><div><br /></div><div>diyeceğim o ki, günün birinde "vnf. sokak kavgasına karıştı" diye bir haber duyarsanız sebebi budur. kız mevzuu, alacak verecek meselesi diyenlere kesinlikle kulak asmayın.</div><div><br /></div><div>baktım olmuyor hafifçe eğilip öndeki hanımefendinin sırt çantasına bile kulak kabarttım. iyiki de eğilmişim. böylece sesin benden, sol pantolon cebimden geldiğini fark ediverdim.</div><div><br /></div><div>meğer tuş kilidi aktifleşmeden telefonu cebime koymuşum. ihtimaller ard arda gerçek olmuş, üzerine müzik dosyam da bana oyun etmiş.</div><div><br /></div><div>bir süre ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. merakımı gidermiş olmanın rahatlığı, bir ruhdaş olasılığının ortadan kalkmasının verdiği hüzne karıştı. </div><div><br /></div><div>sonra da yanıma <i>harp ve sulh</i>'ü almadığıma pişman oldum.</div><div><br /></div><div>şarkı mı? <a href="https://verbumnonfacta.blogspot.com/2013/04/ucleme-ben-kosarken-sarklar.html?m=0">burada</a>. paha biçilemez olan.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-10888508818437188802024-03-06T07:01:00.000+02:002024-03-06T07:01:17.495+02:00yaz geçerkış da...<div><br /></div><div>bütün ilgiler, sonsuza kadar sürecek sandığımız ilişkiler gibi "bu, 'hiçbir zaman tükenmeyecek bir aşk' dualarının cevabı" dediğimiz aşklar da bitiyormuş meğer.</div><div><br /></div><div>siz de, bırakın o ağacın altında durup pencereden ışık eksilene kadar çok katlı bir binayı seyretmeyi, mutfağın yanan ışığına bakıp, "başka bir hayatta olsa da hayatta" diye sevinmeyi, belki rastlaşırız umuduyla türlü bahanelerle gittiğiniz eski mahalleye uğramaz oluyormuşsunuz.</div><div><br /></div><div>babalar ölüyor, çocuklar büyüyormuş.</div><div><br /></div><div>o 'boşluk' nihayetinde doluyormuş. üstelik dolduran da, 'eksilmeniz' falan değilmiş.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-24767827556420352492024-03-04T12:07:00.000+02:002024-03-04T12:07:12.044+02:00cioran sokaktacioran’ın sokakta tanınmaktan çekindiği için televizyona çıkmak istemediği bir şehir efsanesi değildi. onun istediği, rahatsız edilmeden sokakta dolaşmak, kafelerde oturmak, parklarda gezebilmekti.<div><div><br /></div><div>bir keresinde, g. matzneff'in <i>figaro magazine</i>'e cioran hakkında yazdığı bir yazı fotoğrafla yayınlanır ve cioran birkaç gün sonra sokağa çıktığında okurlardan biri onu tanır ve durdurur.</div><div><br /></div><div>soru bellidir: "siz cioran mısınız?"</div><div><br /></div><div>cevap da: "hayır."</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>biraz hüzünlüdür ama cevabının dünyanın en iyi yalancısı borges'i, daha doğrusu <a href="https://verbumnonfacta.blogspot.com/2011/05/borges-sokakta.html?m=0">sokaktaki borges</a>'i hatırlattığı zamanlar da vardır. </div><div><br /></div><div>hastalığı yüzünden artık pek iyi değilken, yani hafızasında boşluklar olmaya başladığında, sokakta biri onu durdurup "siz cioran mısınız?” diye sorar. o da, "idim" diye cevap verir.</div></div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-70825178216704057032024-03-01T09:26:00.001+02:002024-03-01T09:26:35.091+02:00tehlikeli şiirler - altmış sekizbugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla<div>cemal süreya'dan <i>özür</i>* mesela<div><br /></div></div><blockquote>
Sen akışkan ayna dertli böcek<div>Çamaşırımda besleyici leke</div><div><br /></div><div>Alınyazımın tek okunaklı yeri</div><div>Bıçkın sevinç kunt öfke</div><div><br /></div><div>Küçük dilini yutmuş kırmızı soğan</div><div>Yüce gönüllü akasya</div><div><br /></div><div>Havı çıkmış eteklik</div><div>Hafifçe karnı olan</div><div><br /></div><div>Sen elisürencil</div><div>Öyle bir laf varsa işte o</div><div><br /></div><div>Dün için özür dilerim</div><div>Şimdi çıktın işten Beşiktaş’tasın</div><div><br /></div><div>Kim istemez mutlu olmayı</div><div>Mutsuzluğa da var mısın?</div></blockquote><div></div><div><br /></div><div>*:yusufçuk, sayı:15- mart 1980</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-75297340460502186332024-02-27T13:35:00.000+02:002024-02-27T13:35:04.569+02:00değil"illa her buhranlı dönememizden bir verim mi almamız gerekecek? bir kere de karakter acılar içinde süründüğü, hiçbir şeyin onu teselli edemediği yıllar yaşasın.<div><br /></div><div>sürekli umut yeşertmeye çabalama, insanları yaşadıklarından olumlu sonuçlar çıkarmaya teşvik etme... mal yerine koyuyorlar bizi.</div><div><br /></div><div>bizim toplumun illeti bu. ajda pekkan sendromu...</div><div><br /></div><div>yaşlandığın halde hayatın zevklerinden vaz geçmemek. çalışmaya devam etmek. her derdimizin üstesinden pozitif düşünme yöntemleriyle mi geleceğiz?</div><div><br /></div><div>hayatta sorun diye bir şey var, her şeyin çözümü olmak zorunda değil."</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div><i>bornova bornova (2009)</i> filmiyle tanıştığımız, 'çukur selim' namlı öner erkan'ın <i>ama (2022)</i> filmindeki nefis tiradı bu.</div><div><br /></div><div>x'de denk geldim.</div><div><br /></div><div>ve, altına imzamı atarım. dedim.</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>bu da seyretmeyi sevenler için: <a href="https://twitter.com/mentalolarakk/status/1761827453670924563?t=NRs30Ar8-fH-YuK2AGsEdw&s=19">link</a></div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-59189539060907055992024-02-25T11:40:00.002+02:002024-02-25T11:40:50.392+02:00mutluluk budalalığıbudalalık. çünkü, sürekli bir mutluluk hâli tek notadan ibaret senfoni gibi geliyor bana.<div><br /></div><div>/alın size bir 'oxymoron' örneği daha. ya da benzetmenin garabeti: dümdüz bir korna sesi nasıl senfoni olabilirse artık./</div><div><br /></div><div>bu konuda nefis bir fıkra var. "dünyanın en güzel kadınının" diye başlıyor. ama biraz edepsiz. o yüzden örnek olsun diye ingiltereye gidelim.</div><div><br /></div><div>andrew park adındaki bir ingiliz, bin dokuz doksan üç yılının her gününü noel olarak kutlamaya karar verir. ne yaz ne kış, bir gün bile bu kuralı çiğnemez. her akşam noel süsleriyle donattığı bir çamın altına kendisi için üç hediye koyar ve ertesi sabah bu hediyeleri büyük bir heyecanla açar. her gün noel sonunda sıkıntı yaratır. her akşam yediği noel yemeği, zengin ama monoton bir menüye dönüşür. her gün hediye aldıkça heyecan duymaz olur. sonuçta her günü mutlu bir gün olarak yaşamak arzusu kabusa dönüşür. </div><div><br /></div><div>bu sebeple, istediğimiz şeyler olmuyor diye üzülmek yerine olanlara sevinmek en doğrusu belki.</div><div><br /></div><div>ne de olsa, "onsuz bir gün daha geçirmek istemiyorum" motivasyonuyla evlendiğiniz adam eve biraz geç gelsin diye dua etmiyor musunuz? ya da o kadını daha az görmek için dışarıda sudan bahanelerle oyalanmıyor musunuz?</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-19885505118228504792024-02-21T16:28:00.000+02:002024-02-21T16:29:10.471+02:00dakika ve skor"Hüngür hüngür ağlayan, ölüme tapan kız kıpkırmızı olmuş gözlerini Genji'den saklayıp burnunu mendile silerken, ne olmuş yani, diye geçirdi içinden. Her şeyi başka türlü yazarım günlüğüme. Aptal gibi görünmemek için. Örneğin şöyle; "Colombina'nın gözlerinde kristal gözyaşları parıldadı, ancak uçarı kız başını salladı ve gözyaşları uçup gitti. Hayatta bir dakikadan daha fazla üzülmeye değecek hiçbir şey yoktur. Ophelia, doğru olduğuna inandığı şeyi yaptı. Kristal gözyaşları da ona değil, zavallı ihtiyar kadına adanmıştı." Bir şiir de yazabilirdi sonuna. İlk mısra kendi kendine oluşmuştu bile:<div><i><br /></i></div><div style="text-align: center;"><i>Kristal gözyaşını kirpiklerinden silerek</i>"*</div><div><br /></div><div><br /></div><div>*: boris akunin, ölümün gözdesi</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-3010156776606547822024-02-18T10:36:00.000+02:002024-02-18T10:36:05.442+02:00hatıralarhatıraların bir daha yaşanamayacak olduğunu biliriz de nasıl ve ne zaman çıkagelip yaşamımızdan arda kalan bir geçmişle bizi kuşatacağını bilemeyiz.<div><br /></div><div>ama hatıralar öyledir işte. belleğin alacakaranlığından çıkagelirler: sessiz ve uysal...</div><div><br /></div><div>şimdi, bu pazar sabahında o alacakaranlığı yokluyorum.</div><div><br /></div><div>ya da o beni yokluyor.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-58076311210874008782024-02-13T18:57:00.002+02:002024-02-13T18:57:42.200+02:00ölüm ve başarıinsanoğlu söz konusu olunca "eşref-i mahlukat" ile "human beings are a disease, a cancer of this planet"* arasındaki bin bir ihtimal arasında salınıp duruyorum.<div><br /></div><div>karar veremem. ne söylesem diğerleri eksik kalmış hissederim.</div><div><br /></div><div>ama insanoğlunun en büyük başarısı kesindir: bir gün öleceğini bilen tek canlı olan insanın bu durumu bildiği hâlde yaşamaya devam edebilmesi.</div><div><br /></div><div>ben bundan daha büyük bir başarı bilmiyorum.</div><div><br /></div><div><br /></div><div><br /></div><div>*: matrix (1999), the wachowskis</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-87648218318314820522024-02-11T09:56:00.000+02:002024-02-11T09:56:19.122+02:00sahil yolusahil yolu boyunca sıralanan sokak lambalarından dökülen ışık, kar da getiren fırtınayı akşam üzerine bıraktıktan sonra usul usul uysallaşıp törpülenen ve gecenin karanlığında siyah bir yağ gibi salınan dalgaların üzerinde altın sarısı yılanlar gibi kıvrılıyordu.verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-19467666515565270282024-02-08T14:02:00.001+02:002024-02-08T14:02:16.796+02:00geleceklerbazan geleceğin iki türlü olduğunu düşünüyorum. <i>schrödinger'in kedisi</i> misali değil ama.<div><br /></div><div>davranışlarımıza göre şekil alıyor, karşımıza çıkıyor ya da bizi kuşatıyor. başka bir deyişle, ya biz ona doğru gidiyoruz ya da o bize doğru geliyor.</div><div><br /></div><div>eğer iradesiz, kararsız ve şaşkın davranırsak gelecek bize doğru gelir ve kontrol bizde olmadığı için de ezip geçer mi, duvara çarpmış gibi durdurur mu belli olmaz. belki de elimizden tutup gül kokan bahçelere götürür. artık ne çıkarsa bahtımıza.</div><div><br /></div><div>ama hayatımızın iplerini elimizde tutar, başka bir deyişle geleceğe doğru kendimiz yürürsek seçmiş, hatta yaratmış oluruz.</div><div><br /></div><div>bir ihtimal...</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-54133026346219538132024-02-06T15:42:00.001+02:002024-02-06T21:37:08.579+02:00son mektupalev alatlı hanımefendi,<div><br /></div><div>adınıza yazıyorum. çünkü, inancınızın cennetinde, etrafı seyretmekten ve keşfetmekten fırsat buldukça bizden yana baktığınıza eminim.</div><div><br /></div><div>sizi ilk duyduğumda 'doksanlar'dı. övülüyordunuz. bir büyüğümüzün kitaplığında kitaplarınızı görmüş, nedense henüz vaktin gelmediğini -hadi cesur olayım: anlayamayacağımı- hissetmiştim. elime aldığım kitapları da bir kaç sayfanın peşi sıra yerine koymuştum.</div><div><br /></div><div>dergilerde adınıza denk geldikçe yazılarınızı okudumsa da işaret ettiğiniz dünyaya ilk adımı <i>schrödinger'in kedisi/kabus</i> ile attım. aldığım keyfi hiç unutmadım. bir de 'bir duygu'yu.</div><div><br /></div><div>o yaşlarımda dahi bir kadının ilk olarak ellerine bakan, beğenmediği ellerin ötesine dahi geçmeyen ben, zekaya aşık olmanın mümkün olduğunu hissetmiştim. zekanın cazibesini, baş döndürebildiğini.</div><div><br /></div><div>sonra iktidar değişti, dünya değişti ve söylediklerinizin teması evrenselden yerele döndü. bu, ihmal ya da çerçevenin daralması değil, herkes kendi kapısının önünü temiz tutarsa sokak kendiliğinden temiz olur hamlesiydi.</div><div><br /></div><div>bu sırada iki şey daha öğrendim sizden. ilki, devlet ile iktidar aynı şey değildi; ülkemizi sevmek iktidarı/muhalefeti sevmek manasına gelmiyordu. ikincisi de, asla ve asla "kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olmayacaktım. sayenizde bunun ne büyük bir ayıp olduğunu öğrendim. elbette bu, hataları görmezden gelmek, yanlışlıklara çanak tutmak değildi. sadece, günahıyla sevabıyla doğduğumuz evi unutmamak, sırtımıza yük olmasına müsade etmeden bir şükran duygusunu içimizde taşımaktı.</div><div><br /></div><div>anarşist olmayı beceremese de hayatı boyunca muhalif olmayı seçmiş biri olarak, sizin gibi başının üzerinde düşünen bir kafa taşıyan bir entelektüelin iktidara yakın olmayı seçmesini başta yadırgadığımı saklayamam. sonradan bu durumun benim için ne kadar öğretici olduğunu da.</div><div><br /></div><div>iktidar tarafını seçen bir şeyleri satıyordu da diğer tarafta olanlar ne yapıyordu? bilmem ne gazetesi satılmış gazete, kabul. peki berlin'de yaşayıp ülkenin gidişatı üzerine internet üzerinden yayın yapanlar ne?</div><div><br /></div><div>kaldı ki, siz "her yasal hak helal değildir" derken, muhalif kalmakta ısrar eden muhalefetin bunca yıldır yapamadığı muhalefeti, eleştiriyi yaptınız. günahı anlamayanların boynuna.</div><div><br /></div><div>sizden geriye hiçbir şey kalmasa bile bu kalırdı: her yasal hak helal değildir... ingiltere oturum için yasal zemin araştıran, oğlanı tenise, kızı ingilizce kursuna gönderen, devlet okulları yerine özel okulları dolduran 'modern müslümanlar'a duyurulur.</div><div><br /></div><div>ama bana bir şey daha kalacak sizden. yaşamınızın son demlerinde dilinize persenk olan "yavrum" hitabı.</div><div><br /></div><div>onu ne zaman duysam/okusam her defasında bana da deyin istedim: "vnf. yavrum, sen zamanda ve mekanda kaybolmayacaksın."</div><div><br /></div><div>sözler düğüm. başladığımız yere dönelim.</div><div><br /></div><div>çünkü orada da meraklı olacağınızı, öğrenmek ve keşfetmek için etrafa dikkatle bakacağınızı biliyorum. ve gözünüz üzerimizde olacak, tıpkı müdahale edebilecek uzaklıkta olmasa bile çocuğundan gözünü ayırmayan anneler gibi.</div><div><br /></div><div>selam ile</div><div><br /></div><div>vnf.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-80368432189228183642024-02-01T16:26:00.001+02:002024-02-01T16:26:54.625+02:00top-tenbu yaşa geldim hâlâ öğreniyorum. hâlâ şaşırtıyor beni insanoğlu.<div><br /></div><div>mesela, listeleri olduğunu görüyorum etrafımdaki insanların. ama alışveriş, alacak- verecek listesi gibi değil bu liste. daha çok <i>top-ten</i> listesi gibi bir şey.</div><div><br /></div><div>öyle ki, biri ya da bir şey (çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...) gün geliyor ve 'bir numara' oluyor. bir süre ilk sırayı işgal ettikten sonra aşağıya ivmeleniyor. bir gün bir de bakmışsınız liste dışı kalmış. 'bir numara'da ise o vakte kadar ismi geçmeyen, adı duyulmadık biri, çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...</div><div><br /></div><div>nitelik olarak bir öncekine benzemiyor bile. bir gün nergis ise, öteki gün sardunya. başka bir gün aslanağzı.</div><div><br /></div><div>işte o zaman sormak istiyorum. o bir numara tam da kendi boyutlarında bir boşluğu doldurmuyor muydu?</div><div><br /></div><div>şimdi ise bambaşka biri kankanız, ahretliğiniz, sevgiliniz, dostunuz...</div><div><br /></div><div>en büyük aşkınız. favori meyveniz, olmazsa olmazınız.</div><div><br /></div><div>aynı sözcüklerle seviyor, aynı şakaları yapıyor, aynı şarkılardan, aynı filmlerden benzer performans bekliyorsunuz.</div><div><br /></div><div>tıpkı, bir mısra için tek bir şey feda etmeyen şairler, uyanışını sürdürmek yerine diğer tarafa dönüp uyumaya devam edenler gibi.</div><div><br /></div><div>hayır, tüketim çağı ile açıklamayın bunu. bir defa da aynaya bakın.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-73940718844687429802024-01-29T14:33:00.002+02:002024-01-29T14:33:30.161+02:00yürüyüşzaman zaman nehrin üstünde yansıyan görüntüleri kavuşup birleşse de nehri nehir yapan güçlü akıntının farkında, her biri farklı kıyıda, denize yürüdüler.<div><br /></div><div>tıpkı nehir gibi. bir nehir denize ölmeye gider gibi.<br /><div><br /></div><div><br /></div></div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-39168966108653364732024-01-26T10:57:00.000+02:002024-01-26T10:57:25.538+02:00günün sorusu: kutlamaotuz bir aralık akşam üzeri başlayan, saatler dört tane sıfırı işaret ederken doruğa ulaşan kutlamalarda insanlar neyi kutlar? eski yılın bitişini mi, yeni yılın gelişini mi?verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-74394931393541405872024-01-23T19:06:00.000+02:002024-01-23T19:06:43.892+02:00kübra (2024)<i>kübra</i>'yı okumadım ama hayal gücüne ve yeteneğine itimat ettiğim afşin kum'un iyi bir iş çıkarttığından şüphem yok.<div><br /></div><div>herhangi bir sanat eserinde gündelik hayatın mantığını aramam. kurgunun kendi içinde mantıklı olması benim için yeterlidir. aksi takdirde bilim-kurgu okuyamazdık, seyredemezdik. hatta polisiye...</div><div><br /></div><div>bunlar burada dursun.</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>başlayalım.</div><div><br /></div><div><i>kübra</i>'yı sevmedim. bir süredir merakla beklediğim hâlde son dönemde izlediğim en vasat seyirlik olduğunu söyleyebilirim.</div><div><br /></div><div>bu bekleyişte <i>sıcak kafa (2022)</i> tecrübesinin etkisini inkar edemem. sonrasında yaşadığım hayal kırıklığında da.</div><div><br /></div><div>olumlu cümleler kurabileceğim tek şey çağatay ulusoy'un oyunculuğu. bunun dışında başka da bir şey gelmiyor aklıma.</div><div><i><br /></i></div><div><i>gökhan şahinoğlu/semavi</i> karakterini kılık kıyafetinden, vücut diline, yüz ifadesinden konuşmasına, yalnızlığından suskunluğuna kadar iyi canlandırmıştı. "tanrım, beni neden terk ettin?" dercesine göklerden işaret bekleyişi nadir iyi anlar olarak belleğimde yerini aldı.</div><div><br /></div><div>bir de, belki <i>salih</i> karakteri. onun da, oto kaportacıdan yoldaş müride evrilişi ve bu yolculukta tökezlemeyişi iyiydi.</div><div><br /></div><div>bu tür hikâyelerin en büyük kozu olan yan karakterler ise bırakın anlatıya destek çıkmayı vasata bile yaklaşamıyordu. vakitsiz bir ölümle kaybedilmiş evladın suçunu tanrıya çıkarıp inançtan vazgeçmek ne kadar inandırıcı olsa da organ bağışı, organın yeni sahibinin hayat kadını oluşu klişe kere klişe tadı verdi.</div><div><br /></div><div>yeni bir şey söylemeyen karanlık tipler, anarşist gençler, yoldan çıkmış akrabalar, "diziler biter sen kuş uçuşu'nu hatırla" dercesine sahne alan televizyoncu abla, karton emniyet müdürü hikâyeye süre doldurmak dışında katkı vermeyen rollerdi. sahi ne oldu da, acılı annenin çakraları açıldı?</div><div><br /></div><div>bir de olayın siyasi yanı var tabiî... iyi oyunculuğa gerek yok. siyasetin ve siyasetçi tayfasının bayağılığı o kadar aşikar ki bu denli kötü anlatılmış bir hikâyede bile midenizi bulandırmaya yetiyor.</div><div><br /></div><div>en kötüsü de finaldi. keşke sekizinci bölüm olmasaydı da böylesi 'ucuz' bir sona maruz kalmasaydık. her şeyi yapay zekayla açıklamak sadece kolaycılık değil 'ucuz' da.</div><div><br /></div><div>keşke hiçbir açıklama yapılmasaydı, karakol baskını sırasında görülmüş bir rüya olsaydı her şey. daha kabul edilebilir olurdu.</div><div><br /></div><div>hem de klişenin klişesi programcı çocuğa, onun her yerden fırlayan ingilizcesine katlanmak zorunda kalmazdık. bir <i>netflix</i> geleneği olarak "cinsel ve duygusal eğilimlerini hem cinsine yöneltmiş erkek birey" şartı yüzünden hikâyeye girmişse eğer <i>salih</i> bir kaç hülyalı gözlerle hayran hayran <i>semavi</i>'ye bakar sorun çözülürdü.</div><div><br /></div><div>dilerim bu dizi, içi iyice çürümüş "taylan biraderler" putunun yıkılmasına da vesile olsun. <i>vavien (2009)</i> sıradışı bir başarı, güzel bir rüyaydı. sabah güne başlarken umut verdi ama bitti, gitti.</div><div><br /></div><div>geriye, hâlâ o filmin ekmeğini yiyen, <i>netflix</i>'e sırtını dayayıp onların beklentilerine cevap vermekten başka bir yapmayan iki sinemacı kaldı.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-28472702247979007802024-01-21T00:09:00.000+02:002024-01-21T00:09:11.814+02:00zamanımızın zenon paradoksuerbabı zenon'u da, onun <i>zenon paradoksu</i> nam tagannilerini de bilir.<div><br /></div><div>bazan "hedefe atılan bir ok hedefe ulaşamaz," der, bazan da "bir tavşan önündeki kaplumbağayı geçemez".</div><div><br /></div><div>matematikten anlayan bir kızın bu tarz şeylerden habersiz bir şapşala, "beni asla dansa kaldıramazsın," dediğini de yazar gayriresmi tarih kitapları.</div><div><br /></div><div>"çünkü, ilk önce aramızdaki mesafenin yarısını katedersin. sonra kalan yolun yarısını. sonra da kalanın yarısını... yani, bu 'yarı'lar hiç bitmez."</div><div><br /></div><div>ama o dansın gerçekleşeceğini herkes bilir. paradoks olması da bundandır. ya da fiziğin geometriye galebesi...</div><div><br /></div><div>geçen gün, "elealı zenon," dedim kendi kendime. "günümüzde yaşasa, şarj hâlindeki cep telefonlarını da katardı paradoks sepetine."</div><div><br /></div><div>telefonlar şarj olurken bazı programlar çalışmaya ve enerji harcamaya devam etmiyor mu? şarj cihazı yüzde yüze tamam edecek enerjiyi cep telefonun bünyesine zerk edene kadar cep telefonu istese de istemese de bir miktar enerjiyi harcar. o miktarı halledinceye kadar biraz daha enerji harcanır. o azıcık miktar dolana kadar bir miktar daha harcanır ve hikâye uzar gider.</div><div><br /></div><div>yine de, önünde sonunda ekranda 'yüzde yüz' belirir.</div><div><br /></div><div>alın size paradoks.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-77808240857849082662024-01-13T09:24:00.001+02:002024-01-13T09:24:31.096+02:00iyilik güzellik"Beni sorarsan,<div>Kış işte</div><div>Kalbin elem günleri geldi</div><div>Dünya evlere çekildi, içlere</div><div>Sarı yaseminle gül arasında</div><div>Dağların mor baharıyla</div><div>Sis arasında</div><div>Denizle gül arasında</div><div>Yanımda kediler, kuşlar</div><div>Fikrinden dolaşıyor"*</div><div><br /></div><div><br /></div><div>*:gülten akın, kitap-lık, mart-nisan: 2003</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-57536554547823529682024-01-11T15:38:00.001+02:002024-01-11T15:38:40.157+02:00teşekkürler, geç de olsa"ilginize teşekkür ederim."<div><br /></div><div>(bu geç 'teşekkür'ü sonra konuşacağız. ya da aradakileri atlayıp sona gidebilirsiniz.)</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>alper canıgüz'ün çok sevdiğim ve zaman zaman tekrar ettiğim cümlesini bozarak söylersem; tutkularım da güçlü benim, iradem de.</div><div><br /></div><div>babamdan bana tevarüs eden özelliklerden biri de irade bence. babam bir konuda karar alır, sonuna kadar arkasında dururdu. galiba ben de öyleyim.</div><div><br /></div><div>hayır, bu değil. aynı şeyi başka söylemek istiyorum: ben babamın oğluyum.</div><div><br /></div><div>belki de bunun güveniyle doğal sınırlarım dışında kendime kural koymam. çünkü, üstesinden gelirim. "hayat ne getirirse getirsin üstesinden gelirim" diyecek kadar hem de.</div><div><br /></div><div>iki şey müstesna: bilgisayar oyunları ve plak koleksiyonu.</div><div><br /></div><div>çünkü ikisinin de sınırı olmadığını, olur da bu iki kuyudan birine düşersem kişilik özelliklerimden dolayı ikisinden de çıkamayacağımı biliyorum. bu nedenle başlayıp da bırakmaya çabalamak yerine elimi bile sürmedim. yani en başta sahip olmakla övündüğüm iradeyi bırakmak yerine başlamamakta gösterdim.</div><div><br /></div><div>evet, anladınız. neşet ertaş'ın <i>öldürme beni 45liği</i>ne duyduğum ilgi koleksiyonu genişletme ya da tamamlama arzusu değildi. o plağa sahip bir kadının vaadettiği manzarada başım dönsün istedim.</div><div><br /></div><div>kaldı ki, sadece düğmeler ve kopçalar bahsinde değil uçuruma düşmekte de mahirim ben.</div><div><br /></div><div>gördünüz: bir baş dönmesi için ne yiğitler diz çöküyor ya rab!</div><div><br /></div><div>*</div><div><br /></div><div>'teşekkür'e gelince.</div><div><br /></div><div>zaman zaman burada bazı şeylerin reklamını yapıp karşılığında yüz dolar aldığımı biliyorsunuz. sabit fiyat bu. ürünün ne olduğuna bakmıyorum.</div><div><br /></div><div>karbon salınımı, doğal ürün kullanılması, çevre kirliliği, az gelişmiş bir ülkedeki çocuk işçinin aylık ücreti, o ürünü alacak banka hesabı kabarık az gelişmişin kimliği ya da parasını helal yoldan kazanıp kazanmadığı, o haram paranın hangi aşağılık insan grubuna fayda sağlayacağı umrumda bile değil.</div><div><br /></div><div>önemli olan yüz dolar. ne eksik ne fazla. yüz.</div><div><br /></div><div>sahaf bir arkadaşım... ki, kendisi bir eşi öykücüde olan (evet, ben hediye etmiştim) <i>korsan yayın</i>dan çıkma <i>bir yağmur köpeği- tom waits</i>'i kişisel kütüphanesinden çıkarıp bana hediye etmiştir. <i>şikayet olmasın da</i>'yı bana ilk o dinletmiştir. nurullah abiyi tanımama vesile olmuştur.</div><div><br /></div><div>ne diyordum? sahaf bir arkadaşım nereden bulduysa eline bir tır dolusu <i>öldürme beni</i> 45liği geçmiş. b yüzünde, <i>sen benimsin ben senin</i> ile komple.</div><div><br /></div><div>"duruma bi' el atar mısın?" dedi. sonra da olaylar gelişti. yirmi dört saat içinde bütün plaklar satın alınmış ve imha edilmiş.</div><div><br /></div><div>dükkanı açar açmaz iyi giyimli, zarafetini doğduğu günden bu yana kendisiyleymiş gibi yanında taşıyan bir kadın gelmiş ve imha edilmek koşuluyla bütün plakları satın almış. üstelik bunu kendisi için yapmıyormuş.</div><div><br /></div><div>"hiç mi kalmadı?" diye sordum.</div><div><br /></div><div>hiç kalmamış...</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-6334180438530411777.post-68382305511634833662024-01-09T13:45:00.000+02:002024-01-09T13:45:58.990+02:00sağ sol belirsizliği"sağı solu belli olmaz insan"lardan konuşalım istiyorum. adamın dengesini bozan, endişeye boğan insanlardan...<div><br /></div><div>/elbette ruhu hastalar, bir satranç oyuncusu gibi ölçüp biçerek oradan oraya savruluyormuş gibi yapanlar konu dışı. allah ilk gruba ferahlık, ikinci gruba ise beterini versin./</div><div><br /></div><div>"sağı solu belli olmaz"ların yanlış anlaşıldığını düşünüyorum çünkü. onların bu hâllerinin anlaşılmadığını, çoğu zaman da "dengesiz" sıfatıyla aşağılayan, ayıplayan nazarlara maruz kaldıklarını görüyorum.</div><div><br /></div><div>oysa görüp görebileceğiniz en samimi insanlardır onlar. çünkü içlerinden geldiği, o an hissettikleri gibi davranıyorlardır sadece. onlara güvenebilir, bluzunuzun kilolarınızı saklayıp saklamadığını sorabilir, "o yavşak tıraşı"nın size gidip gitmediğini öğrenebilirsiniz.</div><div><br /></div><div>doğrudur, bu halleriyle bir anı diğerine uymayan, nerde nasıl davranacağını bilmeyen küçük çocukları hatırlatabilirler. doğrudur, toplumun ahlâksız saygı kurallarını, birlikte yaşamanın temel kaidelerini bilmiyor görünebilirler. ama en azından dürüsttürler.</div><div><br /></div><div>davranışlarını çıkarları, kâr zarar hesapları belirlemez. hisleri harita, kalpleri pusuladır.</div>verbumnonfactahttp://www.blogger.com/profile/13019247592921914880noreply@blogger.com0