31 Aralık 2013 Salı

yeniden

"eskiden, çok eskiden, uzun kış gecelerinde, kısık lambaların puslu camlarda titrek ışıltılarla kıpraştığı köy kahvelerine gece masalcıları, dengbejler, âşıklar gelirmiş... dışarıda dondurucu bir fırtına ortalığı kasıp kavurur, şiddetli bir tipi dünyanın bütün kış kahvelerini tehdit ederken, onlar üzerlerindeki karları silkeleyip, kalın abalarını ocağın kenarında kurutup, kendilerine sunulan kahveden ve tütünden kısmetlerini alıp; eskilerden kalmış, geçmiş zamanların güzelleştirdiği masalların yırtık, sökük yerlerini onararak; belleklerine gömülmüş imgeleri bulup çıkararak, üzerlerindeki çöl tozunu silkeleyip, parlatıp, canlı kılarak yeniden anlatırlarmış. zamanın küllerinin savurduğu insanları, öyküleri, destanları, masalları, kahramanları, sevdaları, camları puslu kış kahvelerinde ölü mangal ateşinin ışıyan gözlerine baka baka yeniden anlatmak, yeniden dinletmek kolay değildir. hiçbir yeniden kolay değildir."


notgibi: yukarıdaki metin murathan mungan'ın "biriktirdiğim her şeyi verdiğim bir yapıt" dediği geyikler lanetler'den alınmıştır. son cümledeki vurgu ise vnf.'nin tasarrufudur.
hiç olmazsa "yeni yıl" kolay olsun.

26 Aralık 2013 Perşembe

iç-ses versus iç-ses

dünyayı seyretmek için en güzel yerin fener olduğunu nasıl biliyorsam, arkamdaki kadim yapıyı ve bahçesini dış dünyadan ayıran alçak duvarın da ayakları aşağı sarkıtarak oturulduğunda ufku seyretmek için en uygun yer olduğunu yıllar öncesinde edinilmiş bir tecrübeyle biliyorum.

çevreye bir defa daha baktım. her şey ve her yer ne kadar değişmişti.

birinci iç-ses: doğruymuş, değişmeden kalan tek şeyin ufuk çizgisi olduğu.

ikinci iç-ses: daha bugün, sanki bir limana doğru giden değil, geride bıraktığı bütün limanlardan kaçan bir gemiyim, diyen sen değil miydin?

birinci iç-ses:...

ikinci iç-ses: bir an, "ben aynı benim, sadece biraz daha kitap okuyup biraz daha film seyrettim," diyeceksin sandım.

birinci iç-ses: hayır.

"altı çizili satırlar"

"...iliklerimize işleyen şu dalgaların ortasında nasıl tutuşabilir bir gemi?"*

"kolay olmuyor her zaman."**


*,**: herman melville, moby dick - CXXI

24 Aralık 2013 Salı

zürafalarla satranç

kanepede oturmuş hayvanlar alemini konuşuyoruz.

daha doğrusu, kucağına koyduğu kitaptan yememek için kendimi zor tuttuğum minicik parmaklarıyla bana gösterdiği hayvanları anlatıyorum ona.

bu aslan, ormanların kralı, erkek aslanların upuzun saçları olur ama biz ona saç değil yele deriz... zebra, tıpkı pijama giymiş atlara benziyor değil mi, pijamalı at... o kuşun adı papağan, baksana, kaç tane rengi var... fil, karada yaşayan en büyük hayvan, bu odaya bile sığmaz, o kuyruğu değil burnu... zürafalar, çok uzun boyludur, neredeyse balkona kadar....

tam, "biliyor musun, zürafalar yırtıcı bir hayvan boynundan ısırsa bile çığlık atmaz. bu haliyle toplum ve sosyal kurallarla ölesiye kuşatıldığını bildiği halde bir çeşit "uzlaşma"yla sessiz sedasız kayboluşa doğru yol alan bireye benzer. bu benzerliği fark eden elia kazan bunu, uzlaşma adlı yarı oto-biyografik kitabında ve bu kitaptan uyarladığı aynı adlı filmde kullanır. yaşadığı travmanın ardından eşi ve dostları başarılı reklamcı eddie'yi işe ve normal hayata dönmesi için ikna etmeye çalışırken o televizyonda zürafalarla ilgili bir belgesel izliyordur," diyecekken sustum. iyi ki sustum.

yeni bir cümleye hazırlanırken, yani yeni baştan her şey, sessizliği merak eden annesi odaya girdi. ve soran gözlerle bize baktı. gülümsedim ve "önemli bir şey yok," dedim.

"sadece, ikisi de bir satranç dehası olan emilio santos ve helmuth dukcadam arasındaki bin dokuz yüz yirmi sekiz yılında oynanan eşsiz finalin dokuzuncu oyununu etüt ediyoruz."

yüzündeki ifadeyi ve kocaman gözlerinin nasıl da "bu kadar" olduğunu görmeliydiniz. fazla uzatmadan, emilio santos'u ihsan oktay anar harikası amat'tan çaldığımı, helmuth dukcadam'ın da normal süresi ve uzatmaları sıfır-sıfır biten bin dokuz yüz seksen altı şampiyonlar ligi finalinde penaltı atışlarında dört penaltı kurtararak kupayı steau bükreş'e kazandıran kaleci olduğunu söyledim de oğlunu kucağına alıp benden uzağa götürmeye kalkmadı.

21 Aralık 2013 Cumartesi

tarihte bugün

"en son iki bin üç yazında üniversitedeki çocuklar gibiydik" cümlesinde yer alan "iki bin üç yazı" ifadesi bugün, yani "yirmi aralık iki bin on üç" günü cadde-i kebir dolaylarında anlamını kaybetti.

18 Aralık 2013 Çarşamba

imza

duyguları ifade etmeye kısa mesajların, hatta sembollerin  yetttiği, "sıfır ve bir"lere emanet edilmiş elektronik mektupların dahi yük olduğu şu iletişim-sizlik- çağında bile okuyana mektup yazma arzusu veren bir kitap var: adalet cimcoz'un şahane çevirisiyle türkçe'de de var olan "sevgili milena"-mektuplar...

kafka'nın milena'ya yolladığı yüz yirmi iki mektup ile iki kart ve milena'nın kendisi hakkında az da olsa fikir versin diye max brod'a yolladığı beş mektup olmak üzere iki bölümden oluşan kitap, aşkın bütün hâllerine tanıklık etmemizi sağlar. aşkın geçtiği güzergâhın, uğradığı durakların fotoğrafını çeker. okur da mektuplar eşliğinde aşkın kaçınılmaz son-ucuna, yani bitimine yürür.

okuyanlar bilir, bu mektupların belki de en anlatılası hikayesi kafka'nın imzalarında gizlidir:

"sizin franz k." diye başlar imzalar ve f., kafka, sizin f., senin f. diye devam eder. viyana'daki bir buluşmanın ardından -ki sonraki mektuplar prag'tan postalanacaktır-  yazdığı ilk mektubunu "senin" diye imzalar kafka. daha sonra "franz" diye imzalar. sonlara doğru ise imza "sizin k."ya evrilir bir defa daha.

bir defasında "senin" diye imzaladıktan sonra yanına bir parantez açıp, "adımı da yitirdim! küçüle küçüle "senin" kaldı yalnız," notunu düşmekten kendisini alamaz.

şüphesiz en güzeli bu değildir. "en güzel" için biraz daha beklemesi gerekir okurun: "franz, hayır, f. değil. senin. o da değil. yeter: sessiz, derin orman sadece."

17 Aralık 2013 Salı

name

victor hugo ile sefiller'in yayıncısı arasında geçtiği söylenen ve kitabının akibetini merak eden ama açıkça soramayan hugo'nun yalnızca "?" işaretinden ibaret mektubuna aldığı "!"den ibaret cevapla tamamlanan, muhtemelen tarihin en kısa mektuplaşması olan muhteşem yazışmayı anlatmış, karşılığında napoleon ve joséphine arasında geçen bir mektup hikâyesi almıştım:

iki aşık belli ki küstür, en azından araları limonidir. joséphine mektuplarda napoleon'a "siz" diye hitap etmeye başlar. napoleon mektuba uzunca cevap yazar ama araya da şunu sokuşturur, çünkü 'gıcık' olmuştur; "sensin siz."

14 Aralık 2013 Cumartesi

hitap

masadaydı. gün boyu oturmamak için kendine bir sürü iş çıkartmış, bir yığın bahane üretmiş, ama oturmuştu işte. oturduğu yerden masanın soluna doğru uzandı. bedeninin mukavemetini, "yapma," diye okuyacaktı ki, bedenin olanaklarını bilen iç sesini duydu: asıl sen yapma...

mektup açacağını sarısı solmaya başlamış mektup kağıtlarının üzerinden alıp masaya koydu. metalin tınısı kanatları masadan bir kuşa binmiş odayı dolaşırken kağıdı önüne koymuş, kalemi eline almıştı.

başlangıç ya da hitap. takılıp kaldı. bu mektup yazılmalıydı, önemliydi. başlangıç yani hitap daha da önemli. hitap seçimdir. ve her seçim bir şeyleri alır, götürür. hedefi bulan okun başka ne varsa ıskalaması gibidir. yazanın duygusal duruş, yakınlaşma ya da uzaklaşma konusunda verdiği kararı ifade eder. ve bu karar aynı zamanda mektupla kurulan ilişkinin niteliğini belirler, onu aklı başında ya da çılgın bir kılığa sokabilir, gerçekte varolan ilişkiyle hiç kesişmeden ona paralel olarak uzamasına neden olabilir.

karar verene kadar bir kaç kağıdı yırttı. bir o kadarını da buruşturdu. kağıttan topların bazıları hıza ve yer çekimine yenilerek masadan düştü. nihayet bir kelime tek başına kalıverdi: "sevgilim"

burada bir defa daha durdu, derin bir soluk aldı, "önemli olan okunması değil, yazılması," dedi ve başladı:

"bu sabah bir kadın, bir kadın geldi rüzgâra tutunarak. parfümü uçuşan, rüzgârla yarışan bir kadın. hava soğuktu, ellerim üşüyordu. kokuna benziyor mu diye düşündüm. önce, bir tereddüt. sonra, kokunu unuttuğumu farkettim."

12 Aralık 2013 Perşembe

"kaptan"ın entelektüel kadınlarla imtihanı

türk şiirinin "kaptan"ı attilâ ilhan'ın on beş mart bin dokuz yüz seksen iki tarihli nokta dergisinde yayınlanan, bu aralar görseli internette de dolaşan evlere şenlik bir röportajı varmış.

"ünlü şair, yazar ve gazeteci ilhan, kendisi ile yaptığımız röportaja şu başlıkları atmayı düşündü: "karım çok kıskançtır", "genç kızları baştan çıkartan yaşlı şair"" notuyla yayınlanan röportajın başlığı neyse ki her ikisi de değil.

"karımla entelektüel olmadığı için evlendim."

alt başlık ise, "entelektüel kadınların çoğunu camdan dışarı atmamak için kendinizi zor tutarsınız."

10 Aralık 2013 Salı

hatırlatma

sanki bir mektup gibi...

"yalnızlık içinde ölmek zorunda oluşumuzun intikamını almamız gerektiğini de hesaba katmadık sevgili dostum. ölüm yalnızdır, oysa kölelik toplu halde olur. bizimle birlikte en az bizimki kadar, başkalarının da hesabı var, işte önemli olan bu. sonunda, hepimiz birleşiyoruz, ama diz çöküp, boyun eğerek."*


 *: albert camus, düşüş

7 Aralık 2013 Cumartesi

gitme*

kramp'ın istanbul sokakları, "kare a"nın en genci aytuğ'un kendini bana türkçe sert müziği sevdirmeye adadığı günlerde önüme ilk fırlattığı o iki albümden biriydi. diğeri ise pilli bebek harikası uyandırmadan...

ben "istanbul sokakları'nda iki yüzlü bir ayna" diyen istanbul sokakları'na takılmıştım ama hem albümün hem gitme'nin ben de ayrı bir yeri vardır.

bir yokluk ve yalnızlık öngörüsüdür. ve küskün bir omzu kavramaya, en azından gideceği aşikar olanın elinden tutmaya çalışır: "yankı vermez çığlıklar/ bu karanlık boşlukta/ düşük voltaj dostluklar/ sevgiler paramparça"

*kramp,gitme


notgibi: "grooveshark'ın ölümü" üzerine yapmak zorunda kaldığım düzenleme nedeniyle işaret ettiğim bu videoyu sadece dinlemeyin, seyredin de derim.

6 Aralık 2013 Cuma

yılın ilk karı

paltomda kar izleri.

yüzümde rüzgâr...

5 Aralık 2013 Perşembe

kısa kısa - on bir

* açılış parçası yine var ve "günün sorusu" olabilecek sorular ihtiva ediyor: "daldan dala kondun yeter yorulmadın mı?/ aşka akan nehir gibi durulmadın mı?/ benim derdim yalnız sensin anlamadın mı?/ ey aşk bana geldin yare uğramadın mı?"

hüseyin kağıt "leyla mecnun aşk görsün" diyor, vnf ise videonun iki dakika otuzuncu saniyesinden sonrası için sorumluluk kabul etmiyor.

* soru(n): sahi senin gözlerin ne renkti?

* kulaklara küpe bir mutfak eleştirisi: o kadar tereyağını bana koysan ben de güzel olurum.

* "evden kaçmak için yolu geçmeyi/ yapsa yapsa bir çocuk yapar./ çocuk değil ki artık/ bütün gün sokaklarda sürten bu adam/ üstelik evden de kaçmıyor. (cesare pavese, çalışmak yorar)"

* "'şu kapıyı açın,' tümcesini evde söylemek ile ıssız bir ovada söylemek aynı şey değildir. (paul valery, imge ve sanrı)"

* hiç kimse ahmet kaya ve attila ilhan kadar yakışmamıştır birbirine... bkz: an gelir.

* "ahmet kaya şarkılarını çok seviyorum ama kendisinden hazzetmiyorum," diye, bir seçenek olduğunun farkındasınız değil mi?

* tanrım, bugün koşu yolundaki saçını at kuyruğu yapmış nisa taifesi için çok teşekkür ederim. hayır, sadece at kuyruğu yapmış olanlar.

* "göğün susması ağırdır kâinata/sesimi kıyından çekiyorum/ bir ömre bir yara yeter (elif nuray, bir ömre bir yara)"

* "(türkçe)... öyle bir dildir ki, 'eş' ile 'eşsiz' arasında yüz elli dört kelime vardır. (ibrahim tenekeci)"

* pek kıymetli nisa tayfası, bu ara giydiğiniz geyikli taytlar var ya, onları beş yaşında da giyiyordunuz. üstelik hâlâ çok çirkinler. arz ederim.

* "yapman gereken şu: dünyayı, güneşi ve hayvanları sev, zenginliklerden uzak dur, isteyen herkese yardım elini uzat, aptalları ve delileri savun, gelirini ve iş gücünü başkalarına ada, zalimlerden nefret et, tanrı konusunda tartışma, insanlara sabır ve hoşgörü göster, bilinen ya da bilinmeyen hiçbir şeye, hiçbir adama ya da adamlara şapka çıkartma... okulda, kilisede ya da bir kitapta anlatılanların hepsini gözden geçir, ruhuna hakaret eden şeyleri defet. işte o zaman varlığın muhteşem bir şiire dönüşür. (walt whitman, ahmet mümtaz taylan'ın "üzümden çok sevmek" başlıklı gazete yazısından)"

* "neyi niçin aradığını önceden bilemiyorsan, hiçbir yerde, hiçbir şeyi bulamazsın. yanıldığının ispatını bile.(kemal tahir)"

* başar başarır yeni hikaye kitabı teklifinizle ilgilenmiyorum üzerine sibel oral'la  konuşurken: aslında kaldığımız her gün yeni bir sınav veriyoruz. insanın kendisiyle olan tehlikeli hesaplaşması, evet sizin dediğiniz o yüzleşme lazımdır insana. sonra da başka kimseyi suçlamadan, verdiği kararların, seçtiği hayatın arkasında mertçe duran bir kişilik. yaptıklarından değil, sadece yapmadıklarından pişman olan... ben mi? ne gideni ayıplarım, ne de kalanı. sadece aklından geçenleri kendine bile itiraf edemeyene üzülürüm. bir yalan dünyada, kendini bilmeden yaşıyor demektir çünkü o. 

* ekmek arası bir şey yemek istediğimde sadece "arası"ndakini yemek istemiyorum ki. ekmek de yemek istiyorum. hatta en çok ekmek yemek istiyorum. lütfen malzemesi bol olsun diye çırpınmayın. hele de ekmeğin içini asla almayın. "çift kaşarlı" tost saçmalığına ise hiç girmiyorum.

* bu sene son defa istanbul'a konuk olan "wta sezon sonu şampiyonası"nda serena williams finalde li na'yı iki-bir yenerek ünvanı korudu. bu galibiyet aynı zamanda serena williams'ın bu sezonki yetmiş sekizinci galibiyetiydi. bu sezon sadece dört defa yenilen serena, böylece steffi graf'ın ardından (bin dokuz yüz seksen dokuz: yetmiş beş galibiyet - iki mağlubiyet), tüm zamanların en iyi ikinci sezonunu yaşadı.

* ünvanını koruyan bir başka isim de novak djokovic'ti. sırp raket, londra'daki "atp sezon sonu şampiyonası'nda rafael nadal'ı iki set sonunda yenerek yenilgisiz şampiyon oldu. iyi aile çocuğu, ailemizin tenisçisi federer ise, yarı finalde djokoviç'e yenilerek kabus sezona nokta koydu. üstelik sezonu değerlendiren bir yazının da dediği gibi "şu ara isviçre'nin en iyi tenis oynayan oyuncusu federer olmayabilir." çünkü vatandaşı stanislas wawrinka bu sezon ışıl ışıldı. ve tek el backhandle yaptı bunu.

* mehmet murat terkettiği şiirlerden birini yüksek sesle söylüyor:

"bir kış gecesi bocalarken bunaltılar arasında
ve de güneşlenmek hakkımızdı sisyphosun kayasında"
(terkedilmeseydi ilhan berk'e ithaf edilecekti)

* nazan bekiroğlu'nun gazete yazılarını "deneme" başlığı altında yayınlamak büyük bir haksızlık. en çok da, sevgilim ihanet ve son için güzelleme başlıklı denemelerine.

* iki bin on üç bitti bitecek.

* ve "seneye görüşürüz," şakasını yapacak biri mutlaka çıkacak.

3 Aralık 2013 Salı

görülmek

bazan içimizde görmeye ve görülmeye dair bir yer uyanır

tıpkı konu konuyu açmış ya da bir bahçeden bir bahçeye atlamış gibi internetin derinliklerine doğru yol aldığım, ne kadar düşünürsem düşüneyim kendimi bulduğum o yere hangi yollarla geldiğimi bir türlü çözemediğim zamanların valığını inkar edemem.

ünlülerin makyajsız hali, bir 'aziz' tom waits coverı, geçen yüz yıldan insan manzaraları, kartpostallar üzerine bir blog, kısa filmler için tumblr, anelka'nın inönü'de sağ kanattan akışı, saçma sapan bir sözlük maddesi, parklar bahçeler, buenos aires sokakları...

bunlardan birinde bir fotoğrafa rastladım. rastladım ve takılıp kaldım. ve o günden bu yana o fotoğrafın bulunduğu sayfayı kaç defa ziyaret ettiğimi bilmiyorum.

*

öne ve biraz yukarıya uzattığı sağ elindeki telefona neredeyse vesikalık fotoğraf çektirircesine poz vermiş bir genç kız. ama öylesi fotoğrafların şımarıklığından ya da ezberlenmiş duruşlarından eser yok bu fotoğrafta. bir üst geçidin üzerinde durmuş, sırtını sis bulutunun içinde akıp giden trafiğe yaslamış.

üst geçidin korkuluğunda yağmur izleri var. korkuluğun üst yüzeyi ıslak ama yan yüzeyinde kuru kalmış yerler var hâlâ. demek ki o kadar güçlü bir yağmur değilmiş gelip geçen. yine de saçları rengi koyulaşacak kadar ıslanmış.

sabah serinliği ya da soğuk, fotoğraf sebebin hangisi olduğunu ele vermese de omuzuna kollarını dirseklerine kadar örten hardal sarısı bir şal almış. belli ki evden uzakta ve hesap edilememiş bir yağmura hazırlıksız yakalanmış turistlerden. çünkü, öyle olmasa muhakkak şemsiyesi olurdu izlenimi veriyor. dirseğinden bükülmüş ve göğsüne kaldırdığı sol koluna koyu yeşil deri çanta asılı. hem çanta hem de neredeyse dirseğine kadar sıyrılmış, bileğini açıkta bırakan kazağı zengin işi.

elleri hiç mi hiç güzel değil. çünkü renginden biçimine kadar zarif değil. parmakları kalın, eli iri. saz benizli olmasına ve pürüzlü tenine rağmen makyaj yapmayacak kadar cüretkar. ona çok yakışan gençlik vurdum duymazlığı dudaklarına gülücük olarak konmuş.

burnunu, neredeyse yok kaşlarını, rimelle var kılınmış kirpiklerini geçelim. neredeyse ortadan ayırdığı yağmur yorgunu saçlarını da. sanırım su yeşili (eğer gerçekten böyle bir renk varsa o renk böyle bir şey olmalı) gözlerini de katarsak bu kızın güzelliği için bu sayfaya dönüp durmadığımı anlatmış olurum.

ama (bu anı beklediğinizi, eğer tahammül etmeyi başardınızsa bu "ama" için yaptığınızı biliyorum) o fotoğrafı ilk defa gördüğümde, sanki göz göze gelmiş gibi olduğumuzda yani, onun beni gördüğünü hissettim.

hayır, suretimi değil. ruhumu ve daha fazlasını.