26 Eylül 2016 Pazartesi

hikikomori

japonca'da "soyutlanma" anlamına gelen bu kelime, toplumsal baskılardan kaçmak için toplumdan uzaklaşarak bir çeşit münzevi yaşamı tercih edenlere verilen ad.

modern zaman dervişleri demek isterdim ama hikikomori günümüzde bilgisayar başından kalkamayan, deyim yerindeyse bütün gün internette saklanmayı tercih eden kişileri işaret eder olmuş. gün içinde uyuyup dinlenen, geceyi de televizyon izleyerek veya bilgisayarda oyun oynayarak, internette saklanarak tamam eden bireyler.

genelde ebeveynleriyle yaşayan bu insanlar, yaşamdan elini ayağını çekip temel ihtiyaçlar dışındaki tüm zamanlarını odasında geçiriyorlar. arkadaşları yoktur ama üzüntüleri, melankolileri, bunalımları vardır.

*

"hikikomori günümüzde bilgisayar başından kalkamayan, deyim yerindeyse bütün gün internette saklanmayı tercih eden kişileri işaret eder olmuş," demiştim. o zaman soralım:

peki ya, sosyal medya hesaplarını son bir defa turlamadan uyuyamayanlar, kıvanç tatlıtuğ'un yanındaki kızın kim olduğunu anlamaya çalışırken yemeğin altını yakan genç kızlar, tıpkı başı gibi sonu da belli bir kore dizisi yüzünden bebeğinin ağladığını duymayan anneler, 'meyl"ime bakıp çıkacağım dedikten sonra kendini vilhelm hammershøi'nin resimlerini seyrederken bulan babalar, eski sevgiliyi stalklarken "fena değilmiş" diyerek daldığı ukraynalı kızın instagram sayfasında sabah eden romatikler?

ya onlar?

23 Eylül 2016 Cuma

zeyl

daha bu sabah not düştüğüm yavaşlık'a zeyl...

"içimden şu zalim şüpheyi kaldır"*mak için eski defterleri karıştırdım, her şey defteri-iki'ye baktım, kitaplığın raflarını yordum. ama buldum.

ibadet de var sanat da...

"aslında bu dünyada kilise ayinleri ve kötü tiyatrodan daha uzun süren başka hiçbir şey yoktur. eğer yaşamın çok hızlı geçtiğini duyumsarsanız kiliseye ya da tiyatroya gidin. zaman durur ve siz saatiniz bozuldu sanırsınız."**

*

şaka yapıyorum elbette. o nerden bilsin bergman'ı?

dizilerden fırsat bulursa senede bir kaç film -o da ne denk gelirse- izler ya da izlemez. çoksatar kitapları saymazsak eğer milena'ya mektuplar'dan başka kitap okuduğunu görmedim. yok, kürk mantolu madonna sayılmaz. o da çoksatar.


*: ismet özel
**: ingmar bergman, büyülü fener

yavaşlık

"otuzundan sonra zaman çabuk geçiyor. teknoloji ve içi boşalmış bir sürü şey daha da hızlandırıyor. iki şey yavaşlatıyor zamanı: biri sanat diğeri ibadet." dedi ve tanışıklığımız boyunca söylediği en iyi şeyleri söylediğini bilmeden kalktı gitti.

arkasından bakarken, kesin bir yerde okumuştur, dedim.

21 Eylül 2016 Çarşamba

telve

içtiği kahvenin fincanını tabağa baş aşağı kapattı ve arkasına yaslanıp kahvenin telvesi kaderini çizecek zamanı bulabilsin diye göz kapaklarının arkasında sessizce bekledi.

19 Eylül 2016 Pazartesi

temiz

onu neredeyse yirmi yıldır tanıyorum. vatandaşlık dersi kitabından fırlamış gibidir: sağduyulu, entelektüel, ilkeli. deha derecesinde zekası ile gücünü bu zekadan alan humour yeteneğini ise söylemeden geçmek olmaz. ne de olsa the big lebowski konuşmaktan en çok zevk aldığım kişi.

geçen gün sohbet ederken laf arasında, "beş gündür temizim," dedi. yaşadığım şoka rağmen, içimden "n'oluyoruz?" diyebildim yine de. biz onun olmadığı yerlerde, "her annenin gelini olsun isteyeceği kız" diye dedikodusunu yaparken, o manyak uyuşturucuya mı başlamıştı yoksa?

meğer, tesadüfen denk geldiği boy aynasında bedenini incelemiş de biraz yan yaptığını görmüşmüş. o günden bu yana "beyaz"lardan uzak duruyormuş.

evet, daha beş gün olmuş.

16 Eylül 2016 Cuma

dakika ve skor

"asansörü çağırdı, sadece bir kat çıkmasına rağmen asansör her zamanki gibi yavaş geldi. anne babası, apartmanın çıkışına olan kısa mesafeyi göz önünde bulundurarak bir kere de olsa yürüyerek aşağı inmek isteyeceğini asla düşünmediler; o da bir zamanlar çok lüks olan evladiyelik asansöre binmek gibi kutsal bir geleneği çiğneyecek kadar vicdansız olmak istemedi asla."*


*: enrique vila-matas, dublinesk

14 Eylül 2016 Çarşamba

yollar

bazan "ünlülerin makyajsız hali, bir 'aziz' tom waits coverı, geçen yüz yıldan insan manzaraları, kartpostallar üzerine bir blog, kısa filmler için tumblr, anelka'nın inönü'de sağ kanattan akışı, saçma sapan bir sözlük maddesi, parklar bahçeler, buenos aires sokakları" için internette dolaşmazsınız da dolap kapaklarını açarsınız. dosya içlerine bakar, hazine sandıklarına benzer ahşap, retro metal kutuları, rengi uçmuş zarfları açar, eski defterleri karıştırırsınız.

gazete, dergi kesikleri, deftersiz anlarda imdada yetişmiş kağıt parçaları, sinema, müze, maç ya da konser biletleri, zamanı hatta muhatabı unutulan bir kaç hatıra...

derken, kim bilir nerde bir defterden kopmuş bir yaprak geçer elinize. mektuptur. "sevgilim" diye başlanmış, yazarı hem önünü hem arkasını en küçük bir boşluk bırakmadan doldurmuştur.

"bu odanın penceresinden dışarı baktım. pencere ile tül perde arasında durup bir süre çocukluğumu seyrettim. ben mutlu bir çocuktum." cümleleri değer gözlerinize.

belki de kalbinize.

kitaplığın önünde, okuma odasının orta yerinde bağdaş kurup oturmuş vaziyette...

*

borges olsaydım, "kitaplığın önünde, okuma odasının orta yerinde bağdaş kurup oturmuş vaziyette kim bilir nerde bir defterden koparak 'sevgili'ye seslenen bir mektuba kâğıt olmuş solgun sayfada "bu odanın penceresinden dışarı baktım. pencere ile tül perde arasında durup bir süre çocukluğumu seyrettim. ben mutlu bir çocuktum." cümlelerini okudum ve ilk gençliğimi seyrettim. nasıl da mutluydum. masrafsız, telaşsız..." derdim. ama borges değilim ve muhtemelen şimdi bile tekrara düştüğümü sandınız.

o pencereyi hiç görmedim. manzarasının nelere açıldığını da. ama defalarca dinlemiştim. her defasında vadiyi takip ederek gelen rüzgarla sanki yaşlı ve yorgun elma ağacının altında oturuyor gibi serinlemiş, bulutsuz gecelerde gökyüzünü seyretmiştim.

elma ağacının altında oturmalı, yün yorganların altına sığınmadan önce de gökyüzünü seyretmeliyiz, derdi. çünkü, dünyanın hiçbir yerinde yıldızları o kadar parlak görmemişti. "ya çöller," derdim her defasında. "çöllerde bile," derdi her defasında.


*

sonrasına karar vermek zor olmadı.

bir haftayı kendime ait kılacak bir plan yaptım. herkesten ve her şeyden uzak. "dün dağlarda dolaştım evde yoktum" diyen ilhan berk'in izinde.

o yolu şimdi bana çok uzak gelen bir sonbaharda denemiş başarılı olamamıştım. içinde bulunduğumuz vasıta erken karla kapanan buzlu yolda devam edememiş geri dönmüştük. dönüş yolunda camları soba ve müdavimlerin alıp verdiği nefesle buharlanmış yol üstü kahvehanesinde içtiğim çayın tadı hâlâ damağımda. ama oradan asıl aklımda kalan, eğer yönetmen olsaydım muhakkak bir filme koyardım dediğim, buharlanmış camlardan içeri dolan gümüş rengi ışık olmuştu.

renovasyondan geçmiş bir evde kaldım. rüyalarımda rüzgarda çırpınan perdelerin sesini duyarak bir penceresinden giren rüzgarın diğerinden çıktığı gölgeli odada hiç yapmadığım bir şeyi yapıp öğle uykuları uyudum. trt'den başka kanal izlenemeyen televizyonlar, defter büyüklüğünde, enerjisi ancak aydınlatmaya yeten güneş panelleri gördüm. aniden iniveren sis, sağlık fışkıran yanakları al çocuklar, gökyüzünde şekilden şekle giren bulutlar.

yediğim içtiğim benim olsun ama, içtiğim suları, hayatım boyunca yediğim en güzel ahududuyu söylemezsem olmaz. izin verirseniz, ben koparayım diye meyvesini ağustos sonuna saklamış bir kök mayıs çileğini de anmak isterim.

*

ayak izlerimi takip ederek geçmişi geri getirme yolculuğu değildi bu. bir hac yolculuğu gibi geldi geçti. ruhum hafifledi. ilk gençliğimi ve beni bu zamana taşıyan olayları, kişileri, kararları düşündüm.

hayır, kim olacağıma karar vermedim. yarın kim olacağımı hâlâ bilmiyorum. ama kim olarak ölmek istediğimden eminim.