31 Aralık 2018 Pazartesi

bulutlar eve döndüğünde

iki bin on yedi temmuzunun son günleriydi. yanımdan hiç ayırmadığım şımarıklık ile güzel bir şarkıya denk gelmenin mutluluğu birleşmiş, "galiba elimden tutup beni bu yazdan çıkartacak şarkıyı buldum," demiştim.

dönersen ıslık çal ve manuş baba'yı tüketmesem de eskittim. mevsimler, şehirler, takvimler değişti. bulutlar eve döndü. günlerce, tekrar tekrar dinlediğim bir sürü başka şarkı oldu.

ama o yazdan, iki bin on yedi yazından çıkabilmiş değilim hâlâ. hatta mutfaktan. ocakta çay. pencere açık. bahçenin yeşili, güllerin kadife kırmızısı çıldırmış. fırının hemen yanında yere çökmüş, sırtımı mutfak tezgahına yaslamışım.

az önce, "haber verdiğin için sağol abi," dedikten sonra kapattığım telefonun kararan ekranına bakıyorum.

ki abim, büyük teyzemin büyük oğludur.

28 Aralık 2018 Cuma

puslu

bir kaç gün önceydi. rehavet biraderimle fırsatını bulmuşken iki lafın belini kıralım dedik. fenerbahçe, fenerbahçe kadın voleybol, tenis sezonu, kadınlar, ilişkiler, filmler, kitaplar derken konu yayın dünyasına geldi.

telif mevzuuna da girip küçük prens ve stefan zweig bahsini de konuştuk. farkında mısınız bilmiyorum ama telif süresi dolar dolmaz onlarca yayınevi küçük prens bastı. her yer stefan zweig kitabı doldu.

hatta rehavet, almancadan türkçeye çeviri yapan bir arkadaşının, "alllah stefan zweig'tan razı olsun," dediğini anlattı. bu sayede cebi biraz olsun para görmüş.

muhabbetin bu kısmı, "üç gün sonra kürk mantolu madonna'nın telif süresi de doluyor, bakalım ne olacak?" sorusuyla bitmişti. daha doğrusu, "allah muhafaza!" nidalarıyla.

bu sabah, bana bir link yollamış. ve eklemiş: "hadi hayırlı olsun, ilk taşı puslu yayıncılık atmış./ adıyla müsemma."

25 Aralık 2018 Salı

yalan

"insan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur; yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatını bulduğunda değil."*

*: franz kafka, aforizmalar (nr.58)

22 Aralık 2018 Cumartesi

görülmek - iki

bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez.

ama oldu.

gece yarısını geçmişti. arjantin'in en büyük iki futbol kulübü river plate ve boca juniors arasında oynanacak ve güney amerika'nın şampiyonlar ligi olarak kabul edilen libertadores kupası'da şampiyonu belirleyecek finalin ikinci maçını bekliyordum. fakat maçtan önce çıkan olaylar yüzünden karşılaşma ertelenip duruyordu. bir saat, iki saat... sonra da başka bir tarihe, hatta başka bir kıtaya ertelendi zaten.

ben de bekleyişin o belirsiz zamanını doldurmak için internetin derinliklerine daldım. bir ara yolum bildiğim sokaklara düştü. ve onu gördüm. daha doğrusu o beni gördü. bakışlarını hafifçe kaldırmış, şair küstahlığıyla fotoğrafı çekene bakıyordu. ama ben onun bana baktığını hissettim. içime, daha da öteye.

bir bahçe ya da parkı yoldan ayıran tahta çite oturmuş, sağ eliyle tuttuğu kocaman, koyu mavi, neredeyse lacivert bir şemsiyenin altına sığınmıştı. sığınmış değil de şair ceketiyle şemsiyenin emniyetine yaslanmış gibi daha çok. işaret parmağında bir yüzük. sol eli ise çiti tutmuş. denge herkese gerek. o işaret parmağında da bir yüzük seçiliyor hayal meyal. galiba eş. dedim ya, denge şart.

bakışları gibi montu, montu gibi bordo renkli örtüsü de şairce. eteğinin grisinde yağmur izleri. daha doğrusu elbisesinin eteğinde.

belki de iki kişilik yağmurlu bir gün yürüyüşünün ardından varmış oraya. eğer öyleyse ani bir kararla oraya oturup, "hadi fotoğrafımı çek demiş," olmalı. emir de olabilir bu, şımarıklık da. ama yakışmadığını hiç kimse iddia edemez. onu bu fotoğrafa, çeken de ikna etmiş olabilir. hazırlıksız çünkü. orada öylece otururken, gövdesini hafifçe o yana dönmüş, poz yerine şair küstahlığını giyinmiş. giyinmemiş, muhtemelen hiç çıkarmamış.

yakın zamanda, ayna karşısında zalimlik ettiği aşikar kaşlarını saymazsak çok güzel. "orhan'ın" değil, "müslüm gürses'in şarkıları gibi güzel". sanki fotoğrafı çeken sevdiği adammış gibi güzel. bir kadının ancak sevdiği adamın çektiği fotoğrafta çıkabileceği kadar güzel.

belki de sevgilisi değil de bir arkadaşı çekmiştir fotoğrafı. eski sevgilisine neler kaybettiğini gösteriyordur. bu da ihtimallerden bir ihtimal. ama kimin umrunda.

çünkü, ben onun bana baktığını hissettim. dahası gördüğünü.

18 Aralık 2018 Salı

nigâr hanım

selçuk'la, biraz da fight club (1999) etkisiyle ortaya çıkan bir oyunumuz vardı. filmdeki, "hangi tarihi karakter/roman ya da film kahramanı ile dövüşmek isterdin?" sorusunu, günün anlam ve önemine göre değiştirip değiştirip sorardık. kime aşık olmak isterdin? kiminle sevişmek isterdin? kiminle röportaj yapmak isterdin? dedektif olsan yardımcının kim olmasını isterdin? hatta, -evet, şimdi sıkı durun- uşağının kim olmasını isterdin?

beethoven… ama cevabı kadın olabilecek tüm sorulara aynı yanıtı veriyordum: şâir nigâr hanım... bunda fotoğraflara konu olan güzelliği etkiliydi elbette. ama asıl etken, akademik bir çalışma olmasına rağmen, nazan bekiroğlu'nun duyarlılığından nasibini alan şâir nigâr hanım isimli çalışmaydı. defalarca okumuş, neredeyse her satırın altını çizmiştim.

nigâr hanım'ın edebi kimliğini belirleyen etkiler en sade çizgileriyle doğu ile batı, eski ile yeni, tanzimat ile servet-i fünun arasında olarak değerlendirilebilir. babası ile birinci dereceden ifadesini bulan batı zenginliği, nigâr hanım'a bildiği yabancı diller etkisiyle kitap ve gazete yoluyla, dahası o kadar içli dışlı olduğu bir istanbul levanten kesiminden de gelmektedir. denebilir ki tanzimatın birinci dereceden problemlerinden biri olan alafrangalaşma nigâr hanım'ın kendisinde daha başlangıçtan hazır bulduğu bir kıymettir ve ibrelerin alabildiğine batıyı gösterdiği böyle bir dönemde nigâr hanım'a karşı ilgisiz kalmak osmanlı aydını için kolay değildir. ancak nigâr hanım'da her zamab aynı ibrenin gösterdiği bir şark etkisi de mevcuttur ve bunu sağlayan simada o kadar çok yakındadır, annesi...

yani onun iki arada bir derede kalmışlığını seviyordum.

14 Aralık 2018 Cuma

tehlikeli şiirler: otuz sekiz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
turgut uyar'dan çılgın- hüzünlü* mesela

"çünkü yaşamak gibiydi yaptığı
anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü
akşamın dinginliğini otluyordu o zaman

her sabah denize çıkar, bir elma yerdi
hüznünü ve çılgınlığını elmanın
gözünü yumsan ağzında duyarsın

-ellerine bakma artık
çünkü kar yağıyor
çılgın hüzünlü-

büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü

çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
çılgın ya da hüzünlü

şimdi dolaşıyor aramızda
kıpkırmızı bir duygu olarak
doğudan batıya bir güz halinde
çılgın ve hüzünlü

biraz dağ yollarını öğrenmesi gerekir sanırım
kahırçeker mekkâri katırları gibi
onlar ki hiçbir şeyleri yok
korkunca çılgın sevince hüzünlü

-kar dindi
gerçekten dindi
ellerine bakabilirsin artık-"

*: büyük saat, yky yayınları- 5. baskı

12 Aralık 2018 Çarşamba

buldozer

güneş günün doğusunda görünüp de batarken aldığı renkleri geri vermeye başlayınca daha bir kaç gün önce apartmanken simdi küçük bir tepeyi hatırlatan tahta, tuğla, demir ve beton parçalarının üstünde "bunu ben yaptım!" dercesine duran buldozerin yer yer paslanmış sarı gövdesi ortaya çıktı.

9 Aralık 2018 Pazar

atışma - on bir

"hakkari'de bir mevsim"den "doğu öyküleri" devşiren ferit edgü, genç kızların sevgilisi, ergen erkeklerin idolü franz kafka'nın on altıncı aforizmasından da "binbir hece"ye bir öykü devşiriyor:

*

"kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı."*

"bir kuş bir kafes aramak için uçtu. /ve kanatları boş olarak döndü yanmış ormana."**


*: aforizmalar, altıkırkbeş yayın
**: binbir hece, can yayınları

6 Aralık 2018 Perşembe

günün sorusu: dünya

uyandığımızda bulduğumuz dünya ile uyurken bıraktığımız aynı dünya mıdır?

4 Aralık 2018 Salı

psikoloji, psikologlar ve psikiyatristler aleyhindedir

onu yaklaşık üç yıldır tanıyorum. kendi halinde biriydi. kaliteye işaret eden ilgi ve zevkleri, bazan kendine ölçüsüzce haksızlık eden bir yanı vardı. kendinden memnun olmamak değil, düpedüz haksızlık.

kendisine haksızlık yaptığını ona çok söyledim. kaldı ki, hiçbirimiz mükemmel değiliz. yakından bakınca herkeste bir kusur var. sahne ışıklarından biraz uzağa düşünce neredeyse bütün ünlülerin bize, "bu muymuş?" dedirtmesi biraz da bundan. çünkü o zaman sadece makyajsız ve estetik hallerini değil, biz ölümlerin katına inmiş sıradan birini görüyoruz.

bir gün yardım almaktan bahsetti. dedim ya, kendisinden memnun değildi. "buna gerek yok" da dedim, "psikolojinin insanı 'şey'leştiren, dolayısıyla ona nesne muamelesi yapan yanını sevmiyorum" da. birilerinin onu bir tarafı kırık nesne olarak görmesini istemezdim. hatta, bir terapi grubuna katıldığını duyunca, "o da ne? saadet zinciri ya da moon tarikatı gibi bir şey mi?" diye takıldım bile.

doğal olarak beni dinlemedi. yoluna devam etti. orada neler oldu bilmiyorum ama benim gördüğüm şu: kendisiyle ilgili şikayetçi olduğu şeylerin hiçbiri hallolmuş değil. yerli yerinde duruyor. ama o kusur saydıklarıyla barışmış durumda. kendisini olduğu gibi kabul etmek falan değil bu. sadece, kusur saydıklarını tuhaf bir arsızlıkla sahipleniyor şimdi.

ve o ilk değil. tanıdığım, yolu psikolojiye çıkan kim varsa aynı durumu gördüm. mesela, içlerinden birisi ilgi alanlarının sürekli değişmesinden şikayetçiydi. birden ney üflemek isterdi, hafta olmadan neyi unutmuş dağcılık merakıyla kendini dağ yollarına vurmuş olurdu. astroloji üzerine bir çanta dolusu kitabı günlerce yanında gezdirdikten sonra çok geçmez aynı çantadan kepçeler, semiz otu, bakla çıkardı. çocukluğumdan bu yana kısa film çekmeyi hayal ediyordum dediği akşamdan bir kaç gün sonra hostes olmak için gerekli şartları bilip bilmediğimizi sorardı. ertesi akşam yaratıcı yazarlık kursundan dönerken yanımıza uğrar, ebeveyn olmanın güzelliklerinden bahsederdi.

sonra yolu psikolojiye çıktı. çünkü bu huyunu sevmiyordu ve değiştirmek istiyordu. ama değişen tek bir şey olmadı. "sence de heveslerin çok hızlı değişmiyor mu?" dediğimde, yenilmiş gibi değil de gurur duyar gibi "ne yapabilirim, ben böyleyim" demesini saymazsak tabii.

özetle, çevremde kim psikolojiden, psikologlardan ya da psikiyatristlerden çare ummuşsa onları, sağ omzundaki geçmek bilmez ağrı yüzünden doktora giden ve kas tembelliğinden muzdarip olduğunu, küçük bir operasyonla kurtulabileceğini öğrendiği halde o operasyondan kaçan, kronikleşen ağrıyı günden güne alıştığı için daha az hisseden hastalara benzetiyorum.

ne sağ omzundaki kaslar iyileşmiş, ne ağrısı geçmiştir. sadece ağrıya alışmış, eskisi kadar hissetmez olmuştur.

28 Kasım 2018 Çarşamba

dua

"Tanrım affet ben sözcüklere ve şeylere inanıyorum."*

*: aslı serin, dünyada ne çok hallaç memuru var

25 Kasım 2018 Pazar

bir yazarın portresi*

hayatımın neredeyse yarısı kasım ayında dostoyevski okuyarak geçti. kasım ki, "dostoyevski okumadan geçmeyen günler"dir benim için. sanki aralık ayına, başka bir deyişle nergislere ulaşmak ancak bu şekilde mümkündür.

bir çok kitabını birden fazla okudum. hatta karamazov kardeşler, küçük prens ve gulliver'in seyahatleri'nden sonra en çok "bir defa daha" okuduğum kitap olabilir. olabilir diyorum, çünkü bu rekabette fransız teğmenin kadını ve tatar çölü gibi çok güçlü iki rakibi var.

konusu değil ama üç aylık ömrüm kaldığını öğrensem, yeni, okumadığım, merak ettiğim kitaplar yerine geçmişte bana haz bahşetmiş bazı kitapları yeniden okumayı tercih ederim. mesela, kara kitap. ya da kar...

gerçi son iki yıldır kasım ayında dostoyevski okumuyorum. hatta bu kasım hiç kitap okumadım. tutkularımı değilse de ritüellerimi terk ettiğimi hissediyorum. belki büyümek, belki yaşlanmak. bilmiyorum.

okumuyorum ama dostoyevski üzerine düşünmekten, o var diye herhangi bir partiden kaçmıyorum. bu günlerde onun çok bildik bir portresini seyrediyorum meselâ. evet, dostoyevski denilince akla gelen ilk tablo.

yarı karanlık bir odada oturan, bekleyişine sakince eşlik eden adam. ellerini dizlerinde bağlamış ve kendi içine yolculuğa çıkmış. kim olduğunu bilmesem dostoyevski kahramanlarından biri olmalı derdim hiç düşünmeden. neyi, niçin bekliyor bilmiyorum. ama aniden kalkıp gidecekmişçesine bir tedirginlik içinde olduğu hissediliyor. zamanın donmuş bir anını bize gösteren bir tablo değil de bir kaç saniyelik video olsaydı dudaklarının birileriyle konuşuyormuş gibi kıpırdayacağına eminim. baktığı yerde ne görüyor bilmiyorum ama bir kelime, cümle ya da cevap arıyor gibi. sanki onu bulunca kendini dışarıya atacak, st. petersburg sokaklarında hızlı adımlarla bir yerlere gidecek.

bu portreyi, turgenyev'in de bir portresini yapan ünlü ressam vasily perov yapmış. bin sekiz yüz yetmiş iki kışında moskova'dan özellikle bu iş için gelen perov'a dostoyevski'nin poz vermesinde moskova resim galerisinin sahibi tretyakov etkili olmuş. anna dostoyevski anılarında, "perov çalışmaya başlamadan önce bir hafta boyunca her gün ziyaretimize geldi," diye anlatır o günleri.

"her gelişinde kocamı farklı düşünsel ve ruhsal durumlarda buluyor, onunla konuşuyor, tartışmalar açıyor, bu sırada yazarın yüzündeki en belirleyici ifadeleri, özellikle kocamın sanat[ı] üzerine düşünürken yüzünün aldığı ifadeyi yakalamasını biliyordu. denebilir ki perov, dostoyevski'nin yaratıcı anını yakalamayı ve portresinden yansıtmayı başarmıştır. çalışma odasına girdiğimde, fiyodor mihayloviç'in yüzünde hep perov'un portresindeki ifadeyi görmüşümdür: sanki kendi içine bakar gibidir; o zaman hiçbir şey söylemeden çıkmışımdır. düşüncelerinin içine öylesine gömülmüştür ki hiçbir şey görmez, işitmez, sanki odasına girildiğine inanmak istemez."

okuyunca, "evet, bir kelime, cümle ya da cevap arıyormuş gerçekten de," dedim. "bulunca dışarı çıkmayacakmış ama. masasına oturup zamanın ötesine mektuplar yazacakmış."

* yine dostoyevski'den, bir yazarın günlüğü'nden mülhem

19 Kasım 2018 Pazartesi

psikanaliz, yazmak, okumak, kelimeler ve diğerleri

belki hatırlayanlar vardır, bu oyunu daha önce de oynadık.

*

geçenlerde bu coğrafyanın vicdanı olarak gördüğüm ercan kesal'la yapılmış tadından yenmez bir röportaj okudum.

içinde psikoterapi geçen bir soruya, "psikanaliz eğri büğrü bir duvarı yıkıp, aynı taşlarla yeniden ve daha düzgün bir duvar örmektir. yazmak da okumak da benzer sonuçlara yol açar. çünkü, "kelimeler sizi bu dünyadan geçici olarak çeker alır, sonra daha iyileşmiş olarak geri verir!" öncelikle duvarınızı yıkıp yeniden yola çıkma cesaretiniz olmalı ama. ortaya çıkacak sonuç beklentinizi karşılamasa da yolculuğun bizatihi kendisi yetmez mi zaten!"

şimdi, italik metinde yer alan, başlıkta da işaret ettiğim kelimelerin yerine 'aşk' yazıp yeniden okuyalım. değişen bir şey yok değil mi? güçlü, kimseciklerin itiraz edemeyeceği bir kaç cümle. ben de aynı fikirdeyim.

ama "iyileşmiş olarak geri vermek" noktasında şüphelerim var.

18 Kasım 2018 Pazar

günün sorusu: sorular

bütün bu kırık dökük kelimeler cevabını hiçbir zaman duyamayacağımız sorular sormak değil mi?

14 Kasım 2018 Çarşamba

aşk aptallığı*

size verdiğim süre doldu.

'siz' derken 'saygı değer sen'i kastetmiyorum. bu bloga gözleri değen bir kaç okuru da...

siz, aşk aptallığı'nı okuyanlar. size, aşk aptallığı üzerine yazmasını beklediklerim.

ki aşk aptallığı üzerine bir çoğu reklam ya da tanıtım olsun diye yazılmış profesyonel, yarı profesyonel, amatör onlarca yazı okudum. youtube videosu bile izledim. ya adına aldanıp pencere önünde akıp giden sokak misali, akıp giden hikâyeye takılıp kalmışlar ya da yazarın felsefik birikimi ve gözlem yeteneğini bahane ederek genazino övgüsüne kapılmışlardı.

kıyamet uzmanı, ellisini aşmış bir adam. biri kendi yaşında diğeri kendinden genç iki sevgilisi vardır ve bunlardan birini seçmek zorunda olduğu düşüncesine sahiptir. artık zamanı gelmiştir.

ne büyük "aptallık"! ben ikisini de seçerdim. evet, burada bir gülümseme ikonu var. burada da... ama "akıllı okur" bilecektir; ikisini birden seçmekten daha büyük bir "aptallık" zor bulunur. çünkü, her tercih bir kaybediştir ama birini seçmezseniz ikisini de kaybedersiniz. bir de, "iki tane kadın mı? allah korusun!" bahsi var ki, o bambaşka bir yazının konusu.

aşk aptallığı, tembellik hakkı ya da odamda seyahat gibi isminin okuru ters köşe yaptığı kitaplardan değilse de tıpkı bizim büyük çaresizliğimiz gibi okurken/seyrederken, hatta okuduktan/seyrettikten sonra yanılsamaya sebep olan kitaplardan. aşk aptallığı'nı okurken barış bıçakcı'nın en sevdiğim ikinci kitabını hatırlamam tam da bu yüzden.

çünkü her iki kitap da adından dolayı yanlış anlamaya sebebiyet veriyor. nasıl kitabı okuyan/filmi seyreden insanların çoğu çok ama çok yakın iki arkadaş olan 'ender ve çetin'in büyük çaresizliğinin aynı kadına, nihal'e aşık olmak olduğu hatasına düşüyorsa aşk aptallığı'nı okuyanlar da iki kadından birine karar veremeyen bir erkeğin kararsızlığını "aşk aptallığı" olarak okumuş.

bıçakçı'nın kitabında, ender'in, "bizim büyük çaresizliğimiz, nihal'e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk sesleri arasında olmayışıydı," diye itiraf ettiği, artık büyümek zorunda olduklarını fark etmekti "büyük çaresizlik".

genazino'nun iki kadın arasında kalmış gibi yapan kıyamet profesörünün aptallığı da iki aşk arasında kalmakla düştüğü aptallık falan değil. kaldı ki, iki aşk arasında kalmış da değil. o sadece bedeninin verdiği yaşlılık işaretlerini görmemek ve bu konuda düşünmemek için öyleymiş gibi yapıyor. kaldı ki iki kadın da onun için vaz geçilmez değil. hatta romanın sonunda jenerik akarken üçüncü bir kadınla mutlu fotoğraflar beklemedim değil. yani ortada "aptallık" falan yok.

gençken yaşlı gibi davranmak, söz gelimi "saçlarım biraz beyazlasa," demek kolaydır. "bakmayın genç göründüğüme aslında ruhum yaşlı," demek de. ama yaşlılık gerçekten geldiğinde bıyıklarınızı keser, spor salonuna koşar, gömlek yerine tişört giymeye başlarsınız. ya da ayakkabılığı bez ayakkabılarla doldurursunuz.

"aslında çocukluğumdan itibaren yaşlanmayı bekledim, bana benzediği için," diyen bir adamın yaşlılığın ayak seslerini duyduğunda hissettiği korku, iki aşk arasında kalmış, birini seçmek zorundaymış, aksi takdirde ayıp olacakmış ya da ikisini birden kaybedecekmiş gibi yapması da bu yüzden. çünkü o, hiçbir zaman seçim yapmamıştır. hayatının merkezinde duran kıyamet uzmanlığı bile onun seçimi değil, ayaklarının "kayması" sonucu içine düştüğü bir durumdur. üstelik, bu tesadüf oldukça işine yaramış, "çocukluğumdan itibaren yaşlanmayı bekledim," dese de, baktığı her yerde kıyamet belirtisi görmek o günleri görmeyeceğine dair iç rahatlığı da vermiş olmalıdır.

yani mesele, aşk değil yaşlanmak. belki korku ama aptallık değil.

hem de hiç değil.


*: wilhelm genazino, jaguar kitap

8 Kasım 2018 Perşembe

ikemeso

bundan bir kaç yıl önce "el yazısı"ndan bahsetmiş, "el yazısı çirkin bir kızla asla olmaz" demeden önce pastane camekanlarında "pasta üzerine kremayla yazı yazabilecek eleman aranıyor" tarzı ilanların olduğu bir gelecek öngörüsünde bulunmuştum.

bu 'öngörü'ye daha geniş bir açıdan yaklaşalım. eleştiri hakkımızı saklı tutmak koşuluyla, ama anlamaya da çalışan bir yaklaşımla.

her şey gibi meslekler de evriliyor, kayboluyor, yenileri ortaya çıkıyor. artık televizyon tamircileri yok mesela. onların yerini bilgisayarcı çocuklar almış durumda. saat tamircileri sadece saat pili satıyor artık. tamiriyle uğraşmak yerine yenisini almak daha kolay. yanındaki adama, "sen tanksın," dediği için para alan, kendine yaşam koçu diyenler var.

tıpkı bilimler gibi meslekler de alt kollara ayrılıyor. geçmişte hekimler bütün bir bedenle ilgilenirken bugün her organa bir doktor düşüyor. yoğurt, süt satan, kış akşamlarını "booza" nidalarıyla renklendiren insanlar yok oldu ama her köşede telefonlarımızı hızlıca şarj eden aletler var.

evet, yeni meslekler ortaya çıkıyor. bunlardan biri de ikemeso.

modern zamanların dayattığı bir meslek. japoncada "çekici erkek" anlamına gelen "ikeme" ile "ağlamak" demek olan "mesomeso" sözcüklerinin birleşmesinden meydana geliyor. karşılığı da, "gözyaşını silen yakışıklı erkek". yaptıkları iş de, ağlayan kadınların gözyaşlarını silmek. hepsi bu.

müşteri şirketi arıyor ve belli bir ücret karşılığında bu hizmeti talep ediyor. ikemeso geldiğinde ağlıyorsa, "yakışıklı erkek" yumuşak bir mendille gözyaşlarını siliyor ve nazik kelimelerle onu rahatlatıyor. müşterinin içinde bulunduğu hâl henüz ağlamaya neden olmamışsa "gözyaşı silici" ona duygusal bir film izlettiriyor ve film bittikten sonra da gözyaşlarını siliyor.

"çünkü," diyor bu mesleğin fikir babası terai: "günümüzde, profesyonel işlerde çalışan kadınların sayısı her geçen gün artıyor. ancak erkeklerin dominant ve işkolik olmaları bu kadınların işlerini zorlaştırıyor. biz de ezilen kadınların rahatlamasını ve kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak için onlara güzel şeyler söylüyor ve gözyaşlarını siliyoruz."

bunları okuyunca, cameron crowe'un yönettiği elizabethtown(2005)u hatırladım. daha doğrusu claire'in, "ikimiz de yedek insanlarız... insanların ihtiyaç duydukları zaman aradıkları... onları mutlu eder, onlara iyi geliriz. isteklerini yerine getirir, sorunlarını çözeriz. sonra da yeniden çağrılmayı beklemek için kenara çekiliriz," dediği yeri.

sonra "ufak tefek montréalli yahudi delikanlısı"nı. yani "ladies man" leonard cohen'i. "kadın olsam onu arardım," dedim. "parasıyla değil mi?"

5 Kasım 2018 Pazartesi

tehlikeli şiirler - otuz yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
aslı serin'den hayat işte* mesela
"mevsim gereği yağan yağmurdan etkilenme.
aya uzun bakınca gördüğün renkler, aslında yok.
Azmak'taki balıklar vücuduna ilk temas ettiğinde
ölmemişiz ya dediğin o ânı, çocukluk işte diye anlatma.
bütün kışlar ellerini ısıtabileceğini söyleyenler; gitti; kızma.
bunu elllerine bakıp söyle... Ellerine bunu söyle.

her şeyi değiştirebileceğine karar verdiğim bir ân
evet demek için bindiğin arabadan- çalan müzik yüzünden
hayır diyerek çıkma, kaldığında sokak ortasında
kahkahalar patlatma. Kararlar verme, bunu:
bir daha dinlemem dediğin o müziğe
yazdığın son şiirden sonra yazmam daha demene ve
bir türlü uzatamadığın saçlarına bakarak söyle
sen, söyleyebilen bir şey olarak çok güzelsin.

en büyük tesellin ve tesellicin sensin artık
diyelim herkes beceriyor kendi sonsuz düzenini, becersinler
kimileri de becermekle görevlidir bu hayatta
yeni odalarda ve arttıkça kalabalık ve arttıkça sesler
insan da neticede insandır aslında, abartma
olduğun ve olmadığın yerler biraz da bu yüzden yalnız.

bu yüzden varsa masada bir bıçak, bir matkap sana
ister tozunu al masanın, istersen attır
ödenecek o son hesaba hiç karışma ama
çünkü her hikâyeye bir mutlu gerekir "Mutlu ol yeter" sadece bir burjuva geleneğidir
dişlerin görülmediği bir tebessümle söylenir.

kötülük karşına farklı kılık ve kiyafetlerde çıkabilir
yanında durabilir, senle takılabilir
sağ gösterip hep sağ vurabilir, o kadar da kötüdür yani
oran mı acıyor oraya
muhteşem görev duygusuyla, oraya
sanki ömrünce bu âna çalışmış, hah tam oraya...

bak bunları bir daha hiç tekrarlamam:
bir olayı madde madde anlatanlardan ve
hayatını tik atarak geçirmişlerden uzak dur
çünkü sen markete alışveriş listesiyle hiç gitmedin.
gördün, biber bile çiçekleniyor önce
hava birden değişiyor ve yağmur yağıyor
hava birden değişiyor ve güneş açıyor.

merhaba, günaydın, ben Aslı, yapmamam gerekenleri
yaptıklarımdan öğrendim."

*:değil- sayfa:30-31, 160.Kilometre

1 Kasım 2018 Perşembe

meğer

sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...

bu cümle melih cevdet anday'ın bir romanından, raziye'den. bu hâliyle içinizde bir anlam buldu mu bilmiyorum. ama bitmedi.

raziye romanı bu bir cümlelik paragrafla başlıyor ve "bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar," diyen ikinci paragrafla devam ediyor dersem, eminim işin rengi değişir.

*

yine olmadıysa bir de şu şekilde deneyelim:
"Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...

Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar."

30 Ekim 2018 Salı

özgürlük

kafka -ki kendisinden pek hazzetmem-, mavi oktav defterleri'nde, "atlas dilediği anda dünyayı omuzlarından atıp çekip gidebilirdi, ama onun özgürlüğü bunu düşünmesine verilen izin kadardı," diyerek yunan mitolojisine göre gök kubbeyi omuzlarında taşımakla cezalı tanrı atlas'tan bahseder.

bunu cüz'i irade tanımı olarak kullanmak mümkündür. bana kalırsa insan teki olarak kaderimizi de işaret eder.

26 Ekim 2018 Cuma

goodbye beautiful*

bella ciao ya da bildiğim gibi söylersem ciao bella'yı yeniden fark edişim bu yıl ilkbahara rastlar. yeniden diyorum, ilk defa "zenginin malında fakirin de hakkı vardır," dediğimiz zamanlarda fark etmiştim çünkü. "bu memleket"i "akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan" değil, kaynağını kafkaslardan alıp denizler ve boğazlar atladıktan sonra adriyatik'te denizine kavuşan bir nehir olarak tanımladığım günlerdi. sonra kıymetini değilse de etkisini kaybetti. tıpkı dinledikçe ses kalitesini yitiren plaklar gibi.

bu yıl ilkbahardı. severek izlediğim la casa del papel sona yaklaşıyordu. (bu arada, bir uçak kazası sonrası kendini bir adada bulan insanlar için hâlâ ağıt yakan ama la casa del papel'i mantıklı bulmayan, hatta saçma diyen izleyiciye selam olsun.) ne diyordum? severek izlediğim dizi sona yaklaşıyordu. erkek dostluğuna güzelleme niteliğindeki sahnelerde, profesör ve berlin arasındaki sır ortaya çıkarken fonda bu şarkı çalıyordu. tam yeri ve zamanıydı.

ve ben bu italyan halk şarkısını yeniden hatırladım. hatta, banka müdüründen sonra dizinin en aşağılık karakteri olan berlin'e içimde saygı oluştu. evet, saygı. sevgi değil...

sonra, 'aziz' tom waits geldi. şarkı susmuş ama melodisi hâlâ odadaymış gibi sabahlar, akşamlar, gecelerle geldi. 'aziz' bu. bir alış-veriş listesini de seslendirse fark etmez. o yüzden ingilizceleşmiş sözler umrumda bile değil.

kaldı ki, bir zamanlar tek bir kelimesini anlamadan sevmiştim. benden sözlerini çevirmemi isteseler, "serbest çeviri" der, olmayan italyancamla
ve dostum,
yarın göremezsen beni bu şehirde
anla ki seferdeyim.
eskimez sandığın özlemlerini giderecekse
ödünç sevinçler almalısın yedeğine.
diye çevirirdim. gerçi olsa da çevirim yine aynı olurdu. sizi bilmem ama ben 'aziz" dudaklarını ne zaman mikrofona yaklaştırsa, "one fine morning" değil de "ve dostum," diye anlatmaya başladığı bir hikâye duyuyorum. bir de "hoşçakal güzellik" dediğini.


*: marc ribot - feat. tom waits, goodbye beautiful

24 Ekim 2018 Çarşamba

ev ödevi

bu defa eski defterleri karıştırırken değil çöp eve dönmüş bilgisayarın derinliklerinde dolaşırken karşıma çıkan bir şey.

sosyal medyanın artık olmayan bir mahallesinde çocuklar gibi eğlenir, akşam ezanından önce eve girmezdik. gün boyu yediğimiz tek şey, bazan o kapıda bazan bu kapıda yediğimiz salçalı ekmeklerdi. içtiğimiz de o kapılarda ikram edilen bir bardak su. sonra o mahalleyi yıktılar. yerine twitter, instagram falan yaptılar. biz de, üniversite sınavına hazırladık, evlendik, askere gittik, baba olduk. yurt dışına doktoraya gidenler, trafik kazaları vesaire...

o oyunlardan birinde, arkadaşlardan biri yaklaşık yirmi kelime/terim/ifade/isim vermiş ve bunları kullanarak metin yazmamızı istemişti. hepsini hatırlamıyorum ama içinde ateş böceği ercan, satranç, götü üç buçuk atmak gibi şeyler vardı. onları hatırlamıyorum ama yarışmayı düzenleyen arkadaşın benim kazandığımı ilan edip, "cemaat dağılabilirsiniz" dediği an bugün gibi aklımda.

tahammül edip okumayı başaranlar bazı yerlerin edepsiz olduğunu, bir çok ifadenin de bu blogtaki anlatılara sızmış olduğunu fark edecektir. noktalı yerlerin ilki düzenleyici arkadaşın, sonuncusu ise "hepimizi üttü, misketler onun artık" dediği kişinin adıdır.


*

…... için ödev denemesi (bu arada, içinde "deneme" geçen başlıklara bayılıyorum):

ateş böceği ercan hep oradaydı. neredeyse bir asırdır orada mermer bir sütunun üzerinde küçük adımlarla yürüyen piyonları, uçarcasına bir uçtan diğerine varan vezirleri, götü üçbuçuk atan şahları ve diğerlerini seyrediyor onu oraya getiren yolları bir defa daha yürüyordu. gençlik heyecanıyla farklı bir adam olmak hayali ve esrik gençlik günlerinin armağan ettiği cesaretle babasının bir zamanlar gittiği yolları çiğnediği, akrep ve yelkovan arasındaki derin boşluğa düşülmesi icap eden sarhoş ve yorgun bir gecenin sabahında "çapraz özgürlüklerindeki filler"in yerine terkisine atladığı siyah atın, "artık yeter, ben bindiğin atlardan değilim," diyerek onu sırtından attığı de-beşte günlerdir emilio santos ve helmuth dukcadam arasındaki bin dokuz yüz yirmi sekiz yılındaki eşsiz finalin dokuzuncu oyununu düşünüyor, kalesini bir türlü haş-üçe getirmeyen ve oyunun gereksiz yerine uzamasına neden olan dukcadam'a babası pervane celal'den öğrendiği, bir rivayete göre yavuz sultan selim'le mısır'a yürümüş en büyük dedesinin o seferden elde ettiği tek ganimet olan küfrü takdim ediyordu.

oysa bilmediği bir şey vardı. yavuz sultan selim'le mısır'a yürüyen bir dedesi hiçbir zaman olmamıştı. bu küfrü, iflah olmaz borges (borges yazılır borhes okunur) hayranı olan babasının bu ünlüyalancıkörün seksen yaşında yazdığı ve az bilinen "iskenderiye kütüphanesinde tashak serinliği" öyküsünde anlattığı, yaşlı ve yorgun deniz kurdu cabbar bin ra adlı kahramanın iskenderiye limanı'nı mesken tutmuş, taşıdığı hastalıklar ve yaşlılık yüzünden eti, elbette orası da çürümeye başlamış ve emeklilik için gün sayan fahişenin seksen yaşındaki bir adamın lama gibi tükürmesinin mümkün olduğunu ama bunun için ordu ile giresun arasına deniz doldurma yöntemiyle yapılan sahil yolunun açığına yine deniz doldurularak yapılacak or-gi adlı bir havaalanı açılması gerektiğini adını şimdi hatırlayamadığı el yazması bir kitapta okuduğuna inanmaması üzerine ettiğini babasının oradan öğrendiğini, yavuz sultan selim'le mısır'a yürüyen en büyük dede hikayesini de cumhuriyetin ilk yıllarında girdiği yol ihalesinde kendisine avantaj sağlasın diye uydurduğunu bilmiyordu.

tıpkı, …...'in emilio santos'u ihsan oktay anar harikası amat'tan çaldığını, helmuth dukcadam'ın da bin dokuz yüz seksen altı şampiyonlar ligi finalinde barcelona'ya karşı penaltı atışlarında dört penaltı kurtararak kupayı steau bükreş'e kazandıran kaleci olduğunu bilmediği gibi.

19 Ekim 2018 Cuma

sarı plastik kova

kum havuzunun kenarındaki ahşap kanepede oturan yaşlı adamın bakışları, gözlüğünün üzerinden salıncakta sallanan çocuklara bakmadan önce kumda unutulmuş sarı kova ve yanında öylece uzanan ama kuma karışıp kaybolmayı reddeden, kovayla aynı renkteki plastik küreğe bir süre takılıp kaldı.

17 Ekim 2018 Çarşamba

oyun ya da gerçek

"Sen bütün cehennemleri biliyordun içindekileri ve diğerlerini. Deliresi karanlıklar yaşadın gözlerin ardına dek açık. Gidilmez uzaklara gittin çelikten atlarınla, görülmez uzakları gördün ve yıkık tapınaklarda tanrı düşlerini."

ahmet karcılılar ilk romanı, bin dokuz yüz doksan dokuz orhan kemal roman armağanı'nı da kazanan yağmur hüznü'nde açılışı bu epigrafla yapar. temiz sayılamayacak siciline rağmen kendisine inanırsak, kahırratlı cemal'den alınma ve başlığı da hüzn-ü rahim*. inanırsak diyorum, çünkü hasan ali toptaş'ın haraptarlı nafi ile okura oynadığı oyun hâlâ aklımda. üstelik ikisi de denizlili…

benim gibi "tehlikeli" de olsa "oyunlar"a inananlar ve yazarlara karşı kuşkuda olanlar buraya bakabilir.


*:destan-ı sitarü'l-cevza, XVI. yy elyazması, iskenderiye kütüphanesi

15 Ekim 2018 Pazartesi

unutmak

unutmak kalbi olanlar için, karanlığın ve fırtınanın ortasında kalmış denizcilerin bir an önce varmayı hayal ettikleri limanlar gibi.
ama "benzetme" hayatın değil edebiyatın konusu.
ve hayatta işler edebiyattaki gibi yürümüyor.

unuttum sanırsınız.
geminin sağ ve salim limana ulaştığını, ateşin nihayet söndüğünü, izi kalsa da yaranın en sonunda iyileştiğini...
ama öyle değildir. o şey, göçük altında kalmış madenciler gibi hayatta olduğunu, canlı olduğunu anlayabilmeniz için sürekli ufak ufak tıklatır.

tıpkı, bir gün akşam yemeği için pilav yaparken farkında olmadan pirinç beyaz kalsın diye limon sıktığınızda olduğu gibi.

10 Ekim 2018 Çarşamba

niteliksiz adam

"size kendimden bahsediyorum doktor"*

şaka yapıyorum. bu ara niteliksiz adam'ı okuyorum sadece. ama başlamadan söyleyeyim: romanın kahramanı ulrich'e benzediğim yok ve ederi olmasa da beni ben yapan bir iki özelliğim var.

burada bahsetmiştim. yaklaşık bir yıl önce verdiğim bir kararla niteliksiz adam'ı okuma listesine katmıştım. ne yeniden okuma ne ilk okuma olacaktı. daha çok eksik bir hesabı kapatmaya niyetlenmiştim. ama araya bir sürü kitap girince bir türlü listenin ilk sırasına yükselemedi.

ilk işaret çatıkatı aşıkları'nı okurken geldi. eski tarz bir kırtasiye dükkanı işleten süreyya hanım camekana astığı ilanda, "Güneyli Bayan ya da Niteliksiz Adam'a (çocuklu olabilir) Arnavutköy'de kiralık çatıkatı, 40 metrekare, kat kaloriferi. Müracaat içeriye." diyordu. bu vesileyle, güneyli bayan'ın bilgesu eranus'un amerikalı yazar lillian hellman'ın yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı, tarihsel gerçeklere dayanan bir tiyatro oyunu olduğunu da öğrenmiş oldum.

bunun üzerine bir de, tarzını sevmediğim ama iyi bir okur olduğuna inandığım bir kitap kurdu, niteliksiz adam'ı okumadıysan mutlaka oku, deyince çember tamamlanmış oldu.

*

iki bin altı haziranıydı okumaya başladığımda. ilk sayfasına okurken aldığım bir haberi, bu kadar uzun süreceğini asla tahmin edemeyeceğim bir yolculuğun haberini not etmişim. yolculuk o kadar uzun sürdü ki eve dönüş yollarını unutmuşum gibi geliyor artık.

john fowles'ın büyücü'sü arzı endam edince niteliksiz adam'dan anında vazgeçtiğimi, o haziran ayını herkesten kaçıp eve sığınarak büyücü'yü okumakla tamam ettiğimi çok iyi hatırlıyorum. eve sığınarak dediğime bakmayın. akdeniz güneşi altında nicholas urfe'nin peşine takılıp yunan adası phraxos'un kayalıklarında dolaşmaktan tenimin brozlaştığına yemin edebilirim.

sonra yaz, yolculuk hazırlığı falan derken niteliksiz adam'ı unuttum. o da bugünlere kaldı. iyi olmuş. bunu sadece "oluş"ta ve "olmayış"ta hikmet referansı arayan yanımla söylemiyorum. hayata ve dünyaya karşı ölçüsüz bir cüretkarlıktan korunmuşum gibi hissediyorum. üstelik o vakitler altını çizdiğim satırların bugün de arkasındayım.

asıl güzelliği ise sona rastladım. bir mini ajandadan kopartılmış defter sayfası. üzerinde babamın el yazısıyla yapılmış bir liste. arabada dinlemek için kaset doldurtmak istemiş olmalı. kitabın arasına nasıl, ne zaman girdi hiçbir fikrim yok. ama birinci sıradaki şarkıyı biliyorum: ne sevdiğin belli ne sevmediğin...


*: kemal sayar, rüknettin'in kalbi için kehanetler

8 Ekim 2018 Pazartesi

tarihçe

"Bak- bir rastlantı değilsin sen: şu garip yaşamımın ulaşmak zorunda olduğu bir noktasın (-artık, 'noktaydın', mı, demeli?...)

Biliyorum ki bütünüyle sana yönelmişti yaşamım; belki gerçekleştirilebilirlik 'derece'sinden hep kuşkulanarak, ama, bütünlüğünden - bütün olması gerektiğinden emin olarak- kendi bütünlüğümü ortaya koyarak; senden de kendi bütünlüğünü isteyerek..."*


*: oruç aruoba, ile

4 Ekim 2018 Perşembe

yanlış mazi kurgusu

konuya giriyorum:

hayır, hatırlatmak ya da anlatmak değil söylemek istediğim. bilirim, insan eksik hatırlar, uydurur, boşlukları kafasına göre doldurur. anlatmak ise hikâye yazmak gibidir; muhakkak yalan ve abartı ihtiva eder. ölçeği ise bir anlatıcıdan diğerine değişir. benim dediğim çok daha net bir durum.

örnek veriyorum:

bir kız iki erkekle yolculuğa çıksın. bunun sebebi ikinci erkek olsun. çünkü ikinci erkeğe deli gibi aşıktır. ama yolculukta bir şey olsun ve birinci erkekle duygusal olarak yakınlaşsınlar. her şey toz pembe, her yer güllük gülistanlık. haliyle kız yolculuğa çıkma sebebinin ikinci erkek olduğunu söylemesin. hatta, senin yüzünden buradayım, desin. mutlu olsunlar, aşk şarkıları, ortak gelecek planı, çoluk çocuk...

şimdi de, o kızın yıllar sonra her şeyi anlattığını varsayalım. vicdanı bu sırrı taşıyamamış, bir öfke anında muhatabının canını yakmak için anlatmış olabilir. fark etmez.

ara veriyorum:

tam burada bir soru sorup yoluma devam edeceğim: birinci erkeğin yerinde olup yıllar sonra, iş işten geçtikten sonra da olsa bu sırrı öğrenmek ister miydiniz?

bitiriyorum:

eski bir üç mayısı düşünüyorum bugünlerde. yıllarca, muhatabım iskelede ıslak gözlerle beklerken bilet gişesine gitmişim, sonra da aldığım bileti eline tutuşturmuşum gibi hissettim. o sırada güçlü olmaya çalışmışım, muhatabımı ikna etmek için "düşman gelmek üzere, orada güvende olacaksın," demişim, onu gemiye kendi ellerimle bindirmişim gibi...

aslında üç mayısı değil, evvelini düşünüyorum. çünkü o üç mayısı hiçbir zaman unutmadım.

geçenlerde eski defterleri karıştırmam gerekti. bir adresi ya da faturayı aramak gibiydi. aradığımı değil ama bambaşka bir şeyi buldum. üç mayıs diye bir şey yoktu. sadece muhatabımın haftalar önce bavulunu topladığını, bilet için para biriktirdiğini, o gemiye kendi ellerimle bindirmesem de zaten bineceğini görmemişim. gözlerindeki ışıltının söndüğünü, eskisi gibi gülmediğini, sesimin sesinde yankı bulmadığını, suçun bende olmadığını...

1 Ekim 2018 Pazartesi

kısa kısa - yirmi bir

* eskiler de cover yapar: ümit besen, kim dokunduysa ona git

* sert başlayalım. zygmunt bauman'la: "özgürlük ve güven uzlaşılması zor değerler. daha fazla güvenlik istiyorsanız, özgürlükten biraz vazgeçmeniz gerekir; daha fazla özgürlük istiyorsanız, güvenliği elden bırakırsınız. bu ikilem sonsuza kadar sürecek. kırk yıl önce özgürlüğün zafere ulaştığını düşündük ve bir tüketim çılgınlığına kapıldık. borçlanarak her şeyi almak mümkün görünüyordu: arabalar, evler…"

* ne zaman konuşurken ellerini çok kullanan birine rastlasam, içimden, "eller konuşmak için değil muhatabınızı belinden tutup kendinize çekmek içindir," demek geçer. ve "en azından benim için öyle," diye eklemek.

* hepimiz pessoa'yız: orhan kemal de... ünlü yazarın adanaspor'da "golcü raşit" adıyla futbol oynadığı ortaya çıktı.

* ilk önce ufkun doğusu tutuştu. peşi sıra güneş, geceye karışırken yanına aldığı renkleri birer ikişer iade etmeye başladı.

* gerçek hayat bize hiçbir zaman yetmedi, onu yaşamaya zorlandıysak bile. bütün hayatı boyunca edebiyatla bir okur olarak ilişkisini kesmemiş olanların yaşadıkları hayatla yetinebileceğini sanmıyorum.

* "hayatlarımız hep yanlış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto korunmadır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı. (andrei tarkovski)"

* türkçe'nin en büyük şairi, "waldo neden burada değilsin?" diye sorarken bir yandan başka şeyler de söylüyor: "kim olduğumuz sorusuna cevap ararken, aklımız hep, kim olacağımız sorusuyla karışıyor. kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz sorusu peşimizi koyuvermiyor. gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor."

* bunu, yani ingilizce şiir demek olan "poem" kelimesinin ibraniceden geldiğini ve "taşların arasından su" manasına geldiğini biliyor muydunuz?

* bu tarz bilgilerin yanlış olma ihtimali mevcut. hatta bu ihtimal oldukça yüksek. ama kimin umrunda.

* bazan ütü yapmasını henüz bilmediğim ve ütüleyerek verdikleri için daha iyi temizleniyor bahanesiyle gömleklerimi kuru temizlemeye verdiğim günleri özlüyorum.

* "tek tek insanları sevemeyenler, insanlık (hümanizm) kavramını icat etmişlerdir; hem kullanmak hem de rahatlamak için" (aliya izzetbegoviç)

* "dağ yollarında homurtular kısıldı, karanlık koyuldu. ova durgun, batık, sağır.'' elbette vüs'at o. bener.

* ahmet mümtaz taylan'ı neden sevdiğimizi bir örnekle -pardon kendisine bir röportajda sorulan, "sizi tanıyanlar huysuz olduğunuzu söylüyor, siz de röportajlarınızda dile getiriyorsunuz..." sorusuna verdiği yanıtla- gösterelim: iyi yanlarım olduğu gibi huysuzluklarım da var. ama kalp kırdıysam bilmeden, istemeden yapmışımdır. kendimi kimseden daha değerli bulmuyorum.

* bazı tivitler ağlatır. en azından beni... "bugün arkadaşım osmanın memet oğlunu evlendirdi. üzerine serilip bulutları seyrettiğim çayırlığa inşaata başladılar.

* günün sorusunu, nazan bekiroğlu seslendiriyor: ben, bu hikâyeden sessiz sedasız nasıl çıkıp gideceğim?

* "çiçeklerin faniliği onların bizi mutlu eden güzelliklerinin garantisidir."

* sevgili nisa tayfası... sırf moda diye o "şey"i giymek zorunda değilsiniz. arz ederim.

* ahmet hamdi tanpınar'ın dostoyevski için "hiç de iyi tanzim edilmemiş romanların sahibi" demesi. burada: dostoyevski'yi musiki dinlerken görmek isterdim. bu 'hiç de iyi tanzim edilmemiş' romanların sahibi bana daima büyük senfonileri hatırlatır.

* ilhan berk'in birhan keskin'e "bak, şunu bil, biz hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyeceğiz," derken görüldüğüdür.

* emil cioran gözyaşları ve azizler'de "uzanıp gözlerini gökyüzüne ya da sabit bir noktaya diktiğinde seninle dünya arasında bir boşluk oluşur ve o boşluk olmadan bilinç mümkün değildir," der. nedense bu cümleden hayal kurduğum anları anlarım.

* ercan kesal ortalıyor ve aynı ortaya gelişine vuruyor: fransız düşünür saint simon'un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. biz de sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinden sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım.

* o sene ağustos, tıpkı bir sonbahar denemesi gibi denizi gölgeleyen kül rengi bulutlar ve geceyi yıkayan yağmurlarla geldi.

* nabokov, bin dokuz yüz altmış yedide paris review'da çıkan söyleşisinde, "edebi esinlenmenin getirdiği sevinç ve ödüller, mikroskop altında yeni bir organın ya da iran, peru dağlarında yeni bir türü keşfetmenin getireceği kendinden geçmenin yanında hiç kalır. rusya'da devrim olmasaydı, kendimi tamamen lepidopteri ilmine adar, hiç roman yazmazdım," demiştir. başkası değil ama o der.

* dağıstan'da dünyadan öylesine geçip gidenlerin mezar taşına "saçı ağarana dek yaşadı ama bu dünyaya gelmedi" yazarlarmış.

* en büyük arzusu kimseyi rahatsız etmemek, fark edilmemek, karanlıkta bir gölge gibi sönmekti.

* walter benjamin'in, "ölüm hikaye anlatıcının anlatabileceği her şeyin onaylanmasıdır," dediği yere de katılıyorum.

* muhtemelen son "kısa kısa"yı okudunuz.

27 Eylül 2018 Perşembe

adalet

daha doğrusu adalet ağaoğlu…

çetin altan ve arkadaşları, muhtemelen ertesi güne sarkacak bir akşamda, rakılı, beyaz peynirli ve de keyifli dost meclisini kurmuş sohbetleşiyorlarmış. çetin altan, milletvekili olduğu günlerden kalma bir alışkanlıkla tıpkı kürsüdeymiş gibi ateşli ateşli anlatıyor, senelerdir muhalefet ettiği kurumların adaletsizliğinden dert yanıyormuş. konuşmasının sonuna doğru sıkıldığından mı, adalete inancını çoktandır kaybettiğinden mi bilinmez yenik bir gülümseme eşliğinde tamamlamış sözlerini : "benim  sevdiğim tek bir adalet vardır. o da  adalet ağaoğlu'dur."

25 Eylül 2018 Salı

dakika ve skor

"Yaşadığımın bir gönüllü inziva olduğunu söyleyerek kendimi ağırdan satmayı deneyebilir, insanlara ve dışarıdaki kör dünyaya, en çok da yaşadığım ülkenin saplandığı bataklığa daha fazla katlanamayıp kendini geriye çekmiş bir bilge, büyük yaratımı için yalnızlığı seçen bir sanatçı, yahut dünyevî zevklerden büsbütün vazgeçmiş bir dervişmiş gibi yapabilirim, ama yapmayacağım. Çünkü size karşı dürüst olmak istiyorum.

Buraya üretmek için değil unutmak için geldim. Kendimi aşmaya değil, unufak etmeye, kurtuluşa değil, daha sakin bir yok oluşa kandığım için. Size bunları neden anlattığımı da bilmiyorum."*


*: deniz arslan- hakkı kurtuluş- melik saraçoğlu, vatandaş bērziņš

22 Eylül 2018 Cumartesi

bir masada iki kişi: ruhsuzluk

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- söyleyeceğiniz başka bir şey yoksa gündemin bir diğer maddesi olan, "sorun nedir?" sorusuna geçebiliriz.

- bence sorun senin ruhsuz olman. bu kelimeyi daha önce çok kullandığım için şimdi de kullanmakta sakınca yok. sorun senin öküz olman.

- seni anlamadığımı mı düşünüyorsun?

- hayır. yanlış anladığını düşünüyorum.

- aklıma, zekama ettiğin iltifatlar?

- bunun akıl ve zeka ile ilgisi yok. senin ruhsuz olmanla ilgisi var.

- nasıl?

- ruhsuz olduğun kalbi meselelere o kadar uzaksın ki, iki ayrı bakış arasındaki farkı süzemiyorsun mesela. birisiyle göz göze gelsen sana aşık sanıyorsun. birisi sana, kahve içebilir miyiz, dese bu evlilik teklifine eş. kendi yolunda yürüyen birisi sırf karşıdan geliyor diye sana yürüyor oluyor. oysa adam kendi yolunda yürüyor.

*

hep yaptığı gibi.

20 Eylül 2018 Perşembe

günün sorusu: o an

erteleyip durduğunuz ama bir gün gerçekleştireceğinize dair inançla günde güne büyüttüğünüz hayallerinizle yaşayıp giderken, artık fazla vaktinizin kalmadığını fark ettiğiniz ama fark etmemiş gibi yaptığınız o anı hatırlıyor musunuz? 

17 Eylül 2018 Pazartesi

centilmen nedir?

bir dergide yayınlanmak üzere 'aziz' tom waits'ten röportaj isterler. ama bu röportajı kendi kendisine yapacaktır. tam 'aziz'lik bir vak'a yani.

yapar ve yayınlanır... röportajda, konuşturduğu kişiyi tanıtan giriş bölümünü bile ihmal etmez: "tom'u yıllardır tanırım. kendime yakın bulurum," falan...

beklentiyi karşılayan, oldukça şenlikli bir röportaj çıkar ortaya. bir soruda, "centilmen nedir?" diye sorarak, adeta centilmenliği yeniden tanımlar: akerdeon çalması bilen ama çalmayan kişidir.

ister istemez ben de bir tanım yaptım. evet, kendi kendime: elektro bağlama çalmasını bilen ama çalmayan kişidir.

hatta, 'aziz' tom waits'le ruhdaş saydığım neşet ertaş da benzer durumda aynı cevabı verirdi diye düşünüp mutlu oldum.

15 Eylül 2018 Cumartesi

terlikler ve ayaklar

yorganı üzerinden atıp doğruldu ve sol ayağını biraz önce dışarı attığı sağ ayağının yanına koydu. kısa bir tereddütten sonra ayakları zeminle, hatta çoktan başlamış günle bağlantı kurabilmek için yatağa girmeden önce çıkarttığı terliklerini aramaya başladı.

12 Eylül 2018 Çarşamba

dakika ve skor

"İkili bir hayat yaşamaya başlamıştım: Sabahları Bahçeli Köşk, öğleden sonraları ise sokak. Yalnız Bahçeli Köşk karım mı yoksa metresim mi onu bilemiyordum. Sokak o güne kadar hem mahalleden arkadaşım, hem karım, hem de metresim olma statüsünü korumuştu.

Bahçeli Köşk mahalleden arkadaşım olamazdı, çünkü varlığında sümük, tükrük, çiş, çamur, zulüm, kötülük için kötülük ya da itilaf ve ittifak kuvvetleri gibi ana bileşenlerden hiçbirisini barındırmıyordu. Bunun yanında ne karım olacak kadar teklifsizlik vardı aramızda ne de metresim olacak kadar bir tutku. Bahçeli Köşk yirmi yıllık evliliklerini tatsız, ağırbaşlı, sonradan ihtiyaçtan icat olunan "karşılıklı sevgi ve saygı temeli üzerine kurulu bir ilişki bu" yalanı da değildi. Bahçeli Köşk ikili hayatın gizemi, bu hayatın ayrıcalığıydı. Merak, daha fazla yaşamak, hiçbir şey kaçırmamaktı sanki."*


*:şükran yiğit, ankara,mon amour

10 Eylül 2018 Pazartesi

russel paradoksu

muhatabınızda olmasından korktuğunuz en kötü özelliğin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu mu düşünüyorsunuz? acele etmeyin.

*

kendisini yaşlı gösterdiği halde bir türlü bıyıklarından vazgeçmeyen o uzun boylu, ince adamı şimdiye kadar unutmadım. ömrümün sonuna kadar da unutacağımı sanmam.

bazan sınıfta olduğunu unutur, kendi kendine konuşarak karatahta ve üç sıranın arasındaki boşlukta "u" şeklinde volta atardı. "anlamıyorum ya!" derdi. ya da "sakin kaldığıma pişman etmeyin adamı"... ama bilgisinden, zekasından, ne kadar iyi bir adam olduğundan hiçbirimizin şüphesi yoktu. çünkü güldüğü zaman kocaman gülerdi. kim bilir kaç kişi için baba figürü, kaç kişi için gizli aşktı?

benim babam zaten vardı, üstelik kahramanımdı. o zaman da şimdi olduğu gibi kadın severdim.

bir gün, "size bugün farklı bir şey anlatacağım," dedi ve ekledi: "kız tavlamakta kullanırsınız. kızlar sever böyle şeyleri." oysa sınıfta kızlar da vardı. belki de, erkeklerin bu tür silahlara mecbur olduğunu, kızların ise ihtiyacı olmadığını söylemek istemişti.

"içinde kendi adı olmayan katalogların kataloğunu yapabilir misiniz?" diye sorarak başladı anlatmaya. "a harfine ağaçlar kataloğu gelebilir. ya da arabalar kataloğu. be'ye balıklar kataloğu gelebilir, ge'ye güller kataloğu... ha, ı derken, i'ye geliriz. oraya kataloğumuzu yani "içinde kendi adı olmayan katalogların kataloğu" yazarsak, kataloğun adına ve amacımıza ihanet etmiş oluruz. çünkü içinde kendi adı da olan bir kataloğu kataloglamış oluruz. tersine, eğer yazmazsak kataloğumuz içinde kendi adını içermeyen bir katalog olur ki o zaman kataloğumuz eksik kalır. çünkü içinde kendi adı yoktur ve işimizi düzgün yapmak istiyorsak yaptığımız kataloğa girmelidir."

tam burada, hocanın ağzından ne çıkarsa yazan inek tayfası bile kalemlerini ellerinden bıraktı, hayranlık ve salaklık karışımı bir duyguyla hocaya bakanların arasına katıldı. ama metin bey uzatmadı: "başka bir deyişle, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık..."

"ama matematik daha havalı bir isim vermiş. paradoks. daha doğrusu russel paradoksu. "u kümesi normal ise u anormal bir kümedir. u anormal bir kümeyse u normal bir kümedir," diye de son noktayı koymuş."

başkalarını bilmem ama ben metin hocanın ne demek istediğini ancak kendi örneğimi bulunca anladım. "bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir"... ve sordum haliyle, "socrates hiçbir şey bilmiyorsa nasıl tek bir şey biliyor olabilir? ya da tek şey bilen nasıl hiçbir şey bilmediğini iddia edebilir?"

metin bey örneğimi ve sorularımı duyunca, her zaman olduğu gibi kocaman gülümsedi ve "ben senden, bütün giritliler yalancıdır, diyen giritli epimenides örneğini beklerdim," dedi.

yıllar sonra annie hall(1977) izlerken filmin daha ilk sahnesinde alvy singer'ın kadınlarla ilişkisini özetlediği ve "benim gibi birini bile üyeliğe kabul edecek hiçbir derneğe asla üye olmazdım," dediği yerde yeniden karşılaşacak o günleri hatırlayacaktım.

*

şimdi başladığımız yere dönebiliriz:

muhatabınızda olmasından korktuğunuz en kötü özelliğin kibir ve kendini beğenmişlik olduğunu mu düşünüyorsunuz? acele etmeyin.

kibir ve yoldaşı kendini beğenmişlikten daha kötüsü var: kendini beğenmeyişi. hatta kendisini sevmeyişi. ellerim şöyle. ayaklarım böyle. gözlerim hafif şeyla. boyum, enim, hacmim. saçlarım, çenem vesaire...

bir noktadan sonra, "bayılıyorum ben sana," diyemiyorsunuz. nihayet sizi de ikna ettiği, ellerini öyle, ayaklarını böyle gördüğünüz için değil ama. ona olan ilginiz azalma eğilimi gösterdiği için hiç değil.

onun bu denli berbat bulduğu bir şeyi beğendiğiniz için sizi zevksiz bulmasından, bir süre sonra sizin fikirlerinizi "zevksiz" deyip ciddiye almamasından, daha kötüsü yalan söylediğinizi düşünmesinden korkuyorsunuz.

7 Eylül 2018 Cuma

tehlikeli şiirler - otuz altı

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ali asker barut'tan kaç kez mesela
"Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kaç kez mevsimsiz kalır ve çiçek açar ağaç
Bir cümle kaç kez ezberlenir
Ve kaç zaman alır unutmamak
Kaç kez bir kalp bir kalbe karşı
Kaç kez ikrar bozulur kaç kez inkâr olur
Her yaz başkasının mevsiminde kaç hayal solar
Kaç kez anlamlanır her zerresi kalbe melhem olan aşk
Bin cümle bin anı bin gözyaşı ile
Bir kalp bir kalbe kaç kez daha saklanır yaralı

Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kaç kez anlatılır bir masal
Kaç kez mutlu sonla bitmez
Prens kaç kez öpmez uyuyan prensesi
Kaç yaprak ağacını bilmez
Kaç dal çat diye kırıldığı yerden bin kez büyür
Bir şiir kaç kez bir şarkı kaç kez
Yalnızlığın, yenik çekildiğim mazide tek tesellisi olur

Kaç kez zaman biter ve yeniden başlar hayat
Kalbimi daha ölmeden bağışlıyorum hayata
Karşılığı olmamış bir aşkla
Ve içinde bin cümle bin anı bin gözyaşı ile
Bir aşk tek başına kaç ömür taşınır
Seni teslim ediyorum hayatımın
Aldığım yerine aldığım halinle
Bu aşk beni öldürmesin seni de üzmesin diye

Bu aşk beni öldürmesin seni de üzmesin diye
Vedalaşıyorum kalbimle
Vedalaşıyorum hem yakınlığı hem uzaklığı olan
Adı konmamış bu yakıcı şeyle
Elimde kalan her virgülü
Yalın bir anı olsun sadece
Kırmızım, şairim, şiirim, yağmurum
Sen kusulmadın emanet verildin yalnızca
Benden uzak o şehre
Söyle bir aşk tek başına kaç ömür taşınır

Bin kez bin kez bin kez"

4 Eylül 2018 Salı

acı bir başlangıç bu*

az önce, wilhelm genazino ile beraber son yıllarımın en iyi keşfi saydığım javier marías'ın türkçe'deki son kitabını bitirdim.

(ah, benim ikilem dolu ruhum! oysa ne kadar da farklılar. biri açık denizlere çıkış yolu bulmak için dünyayı ateşe atmaktan çekinmeyen, diğeri ömrü denizlerde geçmiş ataların çocuğu. biri romanlarında kültürel bir mirasın bekçiliğine soyunmuşçasına felsefe yaparken, diğeri ingilizce, sinema, shakespeare olmasaydı bu adamın hâli nice olurdu, dedirtiyor. biri kısa, kelimelerin tam anlamıyla "eksilte eksilte" yazarken, diğeri konuşkanlık namlı atın terkisinden bir an bile inmiyor.)

kitabı seda ersavcı çevirmiş. ki kendisi, bana twitterda, "sadece yazarları değil bazı çevirmenleri de külliyat olarak okumayı severim," dedirtendir. yine de ona sormak istediğim bir şey var: çoğunluğun karahindiba olarak bildiği bitkiye ilk seferinde şeytan arabası, daha sonra her defasında karahindiba demesi nedendir?

bu kitapta da shakespeare var. tıpkı beyaz kalp, yarın savaşta beni düşün gibi bu kitap da adını o'nun yazdıklarından alıyor. anlatıcı yine ingilizce bilen biri ve görevleri arasında yardımcısı olduğu yönetmenin evraklarını, anlaşmalarını, senaryolarını ingilizceye çevirmek var. yine tesadüfen şahit olunan, daha doğrusu duyulan sırlar ve sonunda iki kişi arasında geçen, olayları açıklayan ve üçüncü bir kişinin dinlediği -bir defa daha yine: o iki kişiden biri o üçüncünün farkında- sohbet var. yine, "mutlu evlilik yoktur" var. ve yine, sadakatin zor, sadakatsizliğin dünyanın en kolay işi olduğu var. yine ölüm var.

başka bir deyişle javier marías, orada burada "bir yazar her defasında aynı öyküyü yazar. ya da yazdığı her öykü aynı üst öyküye çalışır," diye ahkâm kesenlerin ekmeğine yağ sürüyor.

yine bu romanda yakın tarihin politik eleştirisi daha yoğun ve net. akademik bir dille söylersek; bu roman, politik bakış açısıyla okunmayı da hak ediyor ve bunu yapacak eleştirmenlerini bekliyor.

ama bu romanda diğerlerinde olmayan, bambaşka bir şey var. bu yazının yazılmasına da sebep olan bir şey: javier marías bu defa tam da orhan pamuk'luk bir hikâye anlatmış. sadece konu olarak değil, kırmızı saçlı kadın'ın anlatı diline yakın olduğu için de bu böyle.

bazan gerçek insanları da anlatıya dahil eden yarı belgesel tarzıyla bin dokuz yüz seksen madrid'inde, sosyete, sanat ve üniversite çevresinde geçen ve yakın zamanda nihayet bulmuş franco döneminin karanlığına da göz atan bu aile romanını orhan pamuk okuduysa/okursa, böylesi bir fikri kendisine değil de javier marías'a sunduğu için her şeyin olduğu gibi ilhamların da sahibi ohepvarolan'a küstüğüne/küseceğine eminim.


*: acı bir başlangıç bu, ama beteri geride kalır...

1 Eylül 2018 Cumartesi

dakika ve skor

"Sonra... Sonra, yine yerli filmlerdeki gibi takvim yaprakları uçuştu... Ben onu hiç aramadım... Bir gün aklıma fena düştü, aradım... Aslında aramadım... Telefon açtım.

O, "Alo... alo" dedi, ben sustum... Aniden, "Susarken bile Ayhan Işık taklidi yapıyorsun" dedi... Anlamıştı... Aslında belki de tek sorun, gerçekten anlamasıydı...

"Ne fena diil mi?" diye sürdürdü... "İnsan hep çok sevilsin diye uğraşır... Sevilince de ödü patlar..." Sustum... "Belki de sen haklısın, o zırh ne kadar kalın olursa, o kadar iyi... Artık arama, olur mu?" dedi. "Ve sakın üzülme... O öyle nalet bir zırh ki, sen bile içerden delemezsin."

Yine sessizlik... Derken, Belgin Doruk gibi son cümlesini söyledi... "Hesapta kendini koruyordun ama yine acı çekiyorsun... Boşver... Ne diyorlardı... Gençsin, unutursun."

Genç miyim, unutur muyum?.. Telefonu kapadım... Sokağın köşesinden, yırtınarak bir Aygaz kamyonu geçip gitti."*

*: atilla atalay, kalbin böcüü - seslerim

30 Ağustos 2018 Perşembe

günün sorusu: büyümek

bir çocuğun erkek olabilmesi için yürümesi gereken kaç yol, aşması gereken kaç yıl vardır?

28 Ağustos 2018 Salı

ün versus efsane

"ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. efsane, koşuyu kaybetse de, 'kaybettikten sonra da', koşuyu sürdüren bir at. zapata’nın atı gibi. 'vurulduktan sonra da' bir süre uçan bir kuş. halk onu alır, can kafesinin içine sokar, orada besleyip durur can yongasıyla. budur efsane. ünümüz bizden çıkar, ama başkalarının elindedir. efsanemiz ise başkalarının yazgısında."*


*: cemal süreya, ün ve efsane

24 Ağustos 2018 Cuma

ufkun ötesi

yirmili yaşlarımın başında, birdenbire, aldığım her kitabın ilk sayfasına "bütün çaba ufku daha da geriye itebilmek için" yazmaya başlamıştım.

neden böyle yaptım şimdi hatırlamıyorum.

ama şunu iyi hatırlıyorum: yıllar sonra lukacs'ın roman kuramı'nı okurken, "ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlem" ifadesine rastladığımı... ve böylece davranışımın anlam kazandığını.

ki orada lukacs, "roman, ufkun ötesinde bulunan bir şeye duyulan özlemden doğmuştu," der...

20 Ağustos 2018 Pazartesi

bir cümle

akşamüstü hacı adaylarının develerinin döşlerine dayanarak ufku seyredişlerine sığınırım.

yaklaşık on beş yıl öncesinden. bu arefe gününde, hacılar içlerinde dualarla mina'dan arafat'a yol alırken yeniden anıyorum.

etkisi hâlâ aynı. içimde az önce havalandıkları yere konmakla uçup gitmek arasında kararsız kuşlar kanat çırpıyor, bir karaca suya eğilmeden önce kanatlarının ucu suya dokundu dokunacak kanat çırpan su kuşundan yana bakıyor. kalbimde ise, söyleyecek olsam da söylenecek birisi olmadığı için ağırlaşan bir hafiflik.

yıllar sonra yine aynı hissetmekten mutluyum. ama, bu iyi bir şey mi, diye sormadan da edemiyorum. bir arpa boyu dahi yol alamamış gibi. benden adam olmazmış gibi. bütün "gibi"lere rağmen etkisi de kıymeti de aynı.

öyle ki, ıssız adaya düşsem yanıma alacağım ilk cümle bu olurdu.

17 Ağustos 2018 Cuma

efendim*

her ne kadar çocukluğum duvarında -daha doğrusu giriş kapısını verandaya dönüştüren ikinci kat balkonunun sağındaki ilk pencere ile balkon arasında-, "türkü anlamak için türkü dinlemek gerek" yazan, bahçe ortasındaki üç katlı bir evin gölgesinde geçse de ömrümün hiçbir döneminde türkü peşinde koşmadım.

"kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olduğum için değil bu. -öyle bir tip olmaktan allaha sığınırım. ya da sığınılması gereken yer ya da kurum ne ise oraya.- belki "yabancı olana hayranlığın gemini azıya aldığı dönem"den ne yapsa kurtulamayan bir ülkede büyümek bu durumda etkili oldu ama bence asıl sebep doku uyuşmazlığı.

kaldı ki, bir kaç örnek dışında türk sanat müziği de sevmem. "bir türlü seni seviyorum diyemeyen" şarkılar gibi gelir bana. daha başlamadan üzerime çöken kasvet yüzünden, varsa da kıymetini fark edemem bile şarkının.

uzun lafın kısası, eğer bir türkü sevmişsem tesadüfen oldu. söz gelimi, gelin(1973) olmasaydı yârim senden ayrılalı, grup abdal olmasaydı bir ay doğar ilk akşamdan geceden, orhan'ın orası olmasaydı şikayet olmasın da bugün dönüp dönüp dinlediklerim arasında olmazdı.

"türkü dinlemem ben. neşet ertaş dinlerim." diyen birine "ya neşet ertaş?" diye sormazsınız herhalde.

yaz başında ercan kesal twitter hesabında bir link paylaşmıştı. meğer sevin okyay'la bayram bahane olmuş, bir radyo sohbeti yapmışlar. iki güzel insanın sohbetleşmesini kaçıramazdım. vakit olarak da müsaittim. tıkladım linke, o tarafa yürüdüm.

su gibi akan bir muhabbet. ercan kesal'ın "abla" hitabı. arada müzik giriyor, biraz dinleniyorlar. kaçıncı müzik idi hatırlamıyorum ama kelimenin tam anlamıyla donup kaldım. görürsem daha iyi anlarmışım gibi telefona başımı çevirdim sadece.

muhteşem bir bağlama ile başladı her şey. bilmediğim bir adam, çok yaķışan sesiyle bilmediğim bir türkü söylüyordu. sözleri de, "her beni gördükçe kaşların yıkma/ ne suçum var ise bildir, efendim" diye başlıyordu.

sonrası malûm. yaklaşık iki aydır en çok dinlediğim eser. üstelik, ben "efendim"in etkisinden kendimi kurtaramadan, bir röportajda alev alatlı'nın kendisine sorulan bir sorunun cevabına, "hüsrandır, yavrum!" diye başladığını okuyacaktım.

alev alatlı bahsi uzun ama türkü burada.

*: nida ateş, efendim

15 Ağustos 2018 Çarşamba

dakika ve skor

"Sandra benden zaman zaman entelektüel gibi konuşmamı ister. Dakikalarca (örneğin) Flaubert'in Proust'a kıyasla tuhaf bir biçimde az takdir gördüğünü anlatabilen bir adamla birlikte olmayı harika buluyor. Benim Flaubert'i de Proust'u da bildiğimi, hatta onlar üzerine yazılanların büyük bir kısmından haberdar olduğumu düşünüyor. Oysa ben iki yüz sayfa Flaubert/ Proust okuduktan sonra bu kitapları elinden bırakanlardanım. Bunu itiraf da ediyorum ama Sandra bilmek istemiyor. İnsanın önce büyük bir zahmetle, pek de temiz olmayan birkaç tikinden (entelektüel bilgiçlik) kurtulduktan sonra bir kadın için bunlara gene aynı şekilde zahmetle alışması tuhaf. Elbette cebimde birçok konu var. Örneğin Martin Heidegger'in Nazilerin ne menem bir şey olduğunu neden hemen çözememiş olduğu (ah ne kadar da kusursuz bir kıyamet tellalı olurdu çözseydi!) veya Max Weber'in yaratıcı hayatının orta yerinde, durup dururken niçin korkunç bir depresyona yakalanıp bu yüzden yıllarca feleğini şaşırdı üzerine de konuşabilirim.Sandra'nın su gibi akıp giden bu kültür birikiminin içindeki hakikat payını denetlemesi asla mümkün değil. O sadece, seçtiği adamın bu kadar harika konuşabildiğinden emin olmak (ve bunu kendi kulakları ile duymak) istiyor. Bu konferanslarımın şurasına burasına bazen biraz saçma saçmalık katıyorum; Sandra da yutuyor ve ben de bu yüzden onunla aslında içten içe biraz alay ediyorum. Fazla isteyen, aldatılacaktır, diyorum o zaman kendi kendime."*


*: wilhelm genazino, aşk aptallığı

13 Ağustos 2018 Pazartesi

on üç ağustos

"papatyalardan kaktüslere geçişimiz elbette kolay olmadı!" diyen aslı serin'e nazire:

küçük prens'ten genazino'ya geçişimiz elbette kolay olmadı!..

10 Ağustos 2018 Cuma

karabasan

uyku için yarı ölüm denilmesi boşuna değil. zira uyku sırasında beyin bir kaç şalteri indirip vücudun bazı fonksiyonları kapatıyor. başka bir deyişle, rüyada gördüklerimizi yapmaya çalışmayalım diye vücudun bir çeşit felce uğratıyor.

ama bazan işler vücudun planladığı gibi gitmiyor. beyin acele davranıp uyanıyor ama vücudun felç hâli devam ediyor.

ve o durumda insan her şeyi duyuyor, hissediyor ama tepki veremiyor. kıpırdıyamıyor, ses çıkaramıyor.

sonrada buna karabasan diyor.

9 Ağustos 2018 Perşembe

soru

senin için öldü diyorlar baba. söylesene, mümkün mü böyle bir şey?

8 Ağustos 2018 Çarşamba

şimdi

insanların yanılgılarından biri de, aynı zamanı ve mekanı paylaştıkları diğer insanlarla aynı 'an'da, başka bir deyişle ortak bir 'şimdi'de var olduklarını sanmalarıdır.

bu düşünceye bu sabah birden bire, az önce fırından aldığım sıcak ekmeğin insafsızca kopardığım ucunu yerken vardım. bir yandan da birazdan yiyeceğim üç yumurtayı düşünüyordum. evet, üç. üstelik sahanda ve tereyağlı. çünkü ne zaman koştuğum mesafeyi ve koşu tempomu beğenirsem kendimi ödüllendiririm.

ilham gibi bir cümle sayıkladım. sayıkladım diyorum çünkü uyku ile uyanıklık arasında bir an gibiydi. "şimdi geçmişten yapılıyor." sonra devam ettim; "ne kadar geçmiş varsa o kadar da şimdi var."

gün batımlarını düşünün. daha doğrusu denize karşı bir çay bahçesinde ufku tutuşturan gün batımını seyreden insanları düşünün. dışarıdan baktığımızda gözümüzün önünde olmaları nedeniyle aynı "şimdi'de yaşadıklarını varsayarız. ama o an sevgilisinin elini tutan üniversiteli gençle balıkçı kocası böyle bir gün batımında denize açılan ve bir daha dönmeyen kadının hissettikleri, dolayısıyla o 'an'ı, yani 'şimdi'si aynı olabilir mi? ya da her gün batımında çocukken okuduğu red kit çizgi romanlarını ve her maceranın sonunda atını gün batımına süren red kit'i hatırlayan kadınla böyle bir gün batımına karşı artık hayatta olmayan babasıyla uzun uzun ebeveyn olmaktan konuşmuş bir oğulun 'şimdi'si aynı olabilir mi?

başka bir deyişle, o an gözümüzün önünde olmaları ya da saatlerinin aynı zamanı ölçmesi aynı 'şimdi' içerisinde yaşadıklarının garanti değildir.

bunu da, aynı 'şimdi'de olmanın benzer geçmişi işaret ettiği ve 'bir' olabilmek için önemli bir adım olan nesneye bakınca aynı şeyi görmenin ilk adımı olarak okuyabiliriz.

1 Ağustos 2018 Çarşamba

hayat

anlatması uzun ama kısa keseceğim: okuma odasını başka bir odaya taşımam gerekti. bunu yaparken odadaki nesneleri de elden geçirdim. hatta, bir sürü şeyi eledim.

hâliyle, yıllar önce tuttuğum defterlere, aldığım notlara da döndüm. bir çok utanç verici cümleye karşılık, bir kaç kendini sevdiren cümle.

ama bir cümle canımı çok yaktı. hayır, hiçbir şey çağrıştırmadı. neden, nerede, kim?

sadece, "daha yirmi yaşına bile gelmeden bana, "artık aşkın bitmek için başladığını biliyorum" dedirten hayat," dedim içimden.

28 Temmuz 2018 Cumartesi

erken yargılar

o anlatıyı bilirsiniz; atından başka bir şeyi olmayan bir adam bir gün atını kaybeder, komşular gelir, "çok geçmiş olsun komşu, bu iş çok kötü oldu, tek geçim kaynağın da gitti," derler, o da, "karar vermek için acele etmeyin, bu işler belli olmaz," diyerek sakincr karşılık verir, çok geçmez evden kaçan at geri döner, bir vahşi at sürüsünü peşine takmıştır, bunun üzerine komşuları, "haklıymışsın, şimdi bir sürü atın oldu," der ama adam, "yine karar vermekte acele ediyorsunuz," diyerek uyarır onları.

olaylar devam eder ve ana fikri, "bir şey iyi başladı diye iyi, kötü başladı diye kötü bitecek diye bir kural yoktur," olan bir hikâye ortaya çıkar.

*

arkadaş demekte sakınca görmüyorum. kendisini bir ya da iki defa görmüş olsam da arkadaşımın arkadaşı çünkü.

geçen yıl yaz gelmeden tanışmıştık. eli ayağı düzgün, kızların beğeneceği türden yakışıklı bir çocuktu. neredeyse bir yıl görmedim. bir gün bir şekilde karşılaştık. o beni tanıdı mı bilmem? ama ben benzettim. çünkü uzun, neredeyse omuzlarına gelen sarı saçları asker tıraşlı, kafasında bir kulağından başlayıp diğerinde biten bir ameliyat izi vardı. acaba o mu, dedim ama ortak arkadaşımıza sormayı hep unuttum.

bir gün tesadüfen o anlattı. muhtemelen alkol duvarını aştığı bir gece bunu tenhada kıstırıp neyi var neyi yok gasp etmişler. damarlarında dolaşan alkollü kandan da cesaret bularak karşı koymuş ve böylece olaya darp da dahil olmuş.

acile kaldırmışlar. kendinde miydi bilmiyorum ama içinde gasba uğramanın olduğu kadar darbın ruhuna da tevarüs eden acısının olduğuna eminim. muhtemelen kayıplarından olduğu kadar kırılan gururu yüzünden de acı çekiyordu.

acildeki doktor kafatası röntgeninde olmaması gereken bir şeyleri fark edip onu beyin cerrahiye yönlendirmiş ve olaylar gelişmiş. beyninde ur olduğu anlaşılmış. tedavi süreci ve ameliyatlar derken başka türlü erkenden fark edemeyeceği bir gidişata dur deme şansı bulmuş.

ne dersiniz? belki de, "bir şey iyi başladı diye iyi, kötü başladı diye kötü bitecek diye bir kural yoktur," diyenler haklıdır.

belki de, o olmazsa yaşayamam dediklerimizin gidişinden sonra salya sümük ağlarken başlar asıl hikâye.

25 Temmuz 2018 Çarşamba

hayal

"geri zekalı!" dedim, öfke ve özlemle.

sonra gözlerimi kapattım, deniz gören bir çay bahçesinde, etekleri rüzgârda çırpınan masa örtüsünün üzerinden uzanıp öptüm. sadece ikinin değil üçün, hatta yedinin bile boynu bükük kalmadı.

23 Temmuz 2018 Pazartesi

büyümek ve bilmek

prolog: bir kahraman. kadın ya da erkek fark etmez.
kahramanımızın adı a. olsun. bir manası olduğu için a. değil. sadece alfabenin ilk harfi olduğu için.
be. ya da ce., hatta ze. de olabilirdi. çünkü kahramanımız sıradan ve herkes olabilir. hepimiz de...

i.

a. dört yaşındadır. ya da beş. o gün yaş günüdür. pastadaki mumlara üflemeyi, pastasından koca bir dilim yerken süslü kağıtlarla sarılıp sarmalanmış, kurdeleli hediye paketlerinin ortaya çıkmasını heyecanla ve sabırsızlıkla beklemektedir.

paketler açıldığında hangi hediyeyi sevdiyse ya da hangi hediye hayallerine denk düşüyorsa ona koşacaktır. gözü diğerlerini görmez bile. üstelik bunu saklamaz. sahte bir kibarlıkla diğerlerini seviyor gibi yapmaz.

ara şarkı: yıllar geçer. her zaman olduğu gibi çabucak. a. büyür. hem okulların hem toplumun, kısaca hayatın rahle-i tedrisinden geçer.

ii.

a. otuz dört yaşına girecektir. ya da ze.. yine bir doğum günü ve içinde parfümler, bluzlar, küpeler olan paketler. hediye çekleri, güller, yüzükler, tatil planları, hafta sonu kaçamağı, butik oteller...

artık büyümüştür. şair olsa, "allah'ım hayretimi artır! yok/ allah'ım hayret ver!"* diyeceği yaşlara varmıştır. yol boyunca çok şey görmüş, çok şey yaşamış, çok şey öğrenmiştir.

mesela, açtığı her pakette sevinmeli, ortaya çıkan nesneye bakarak, tam da ihtiyacı olan şeyin bu olduğunu söylemelidir. yapar da; geçen gün aklından o şey geçmiştir, geçen hafta sonu denemiştir, bir arkadaşında görmüştür, uzun zamandır aklındadır...

nihayet: belki abartıyorum, hatta yanılıyorum. durum belki de tam olarak budur. yine de bir şeyden eminim: paketlerden çıkanlara ne kadar sevinse, ihtiyacı olanın tam o olduğunu kendisine bile söylese, içten içe istediğinin ne olduğunu, neyi sevdiğini, neye ihtiyacı olduğunu tam olarak bilmektedir.


*: eren safi, mürşidim kocakarı

20 Temmuz 2018 Cuma

tehlikeli şiirler - otuz beş

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ahmet telli'den çocuksun sen mesela

"Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen
Ömrümüzse karşılıksız sorulardı hepsi bu
Şu samanyolu hani avuçlarından dökülen
Kum taneleri var ya onlardan birindeyim
Yeni bir yolculuğa çıkıyorum kar yağıyor
Bir aşk tipiye tutuluyor daha ilk dönemeçte

Çocuksun sen sesindeki tipiye tutulduğum

Dönüşen ve suya dönüşen sorular soruyorsun
Sesin bir çağlayan olup dolduruyor uçurumlarımı
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Birisi adres sorsa önce silaha davranıyorum
Kekemeyim en az kasabalı aşklar kadar mahçup
Ve üzgün kentler arıyorum ayrılıklar için
Bir yanlışlığım bu dünyada en az senin kadar
Ve sen kendi küllerini savuruyorsun dağa taşa
Bir daha doğmamak için doğmak diyorsun
Ölümlülerin işi bir de mutlu olanların
Onların hep bir öyküsü olur ve yaşarlar
Bırakıp gidemezler alıştıkları ne varsa

Çocuksun sen her ayrılıkta imlası bozulan

Susan bir çocuktan daha büyük bir tehdit
Ne olabilir, sorumun karşılığını bilmiyor kimse
Kötü bir anlatıcıyım oysa ben ve ne zaman
Bir kaza olsa adı aşk oluyor artık
Aşksa dünyanın çoktan unuttuğu bir tansık
Seni bekliyorum orda, o kirlenen ütopyada
Kirpiklerime düşüyorsun bir çiy damlası olarak
Yumuyorum gözlerimi gözkapaklarımın içindesin
Sonsuz bir uykuya dalıyorum sonra ve sen

Hiç büyümüyorsun artık iyi ki büyümüyorsun
Adınla başlıyorum her şiire ve her mısrada
Esirgeyensin bağışlayansın, biad ediyorum.

Çocuksun sen ve bu dünya sana göre değil

II.

Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüm
Bir çiçeğe tutundum düşerken, ordayım hâlâ
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle
Zaman benim işte, nesneleşiyor tüm anlar
Dursam ölürüm paramparça olur dünya

Çocuksun sen sesinin çağlayanına düştüğüm

Uçurum diyordun bir aşk uçurum özlemidir
Bırakıyorum öyleyse kendimi sesinin boşluğuna
Tutunabileceğim tüm umutları görmiyeyim için
Gözlerimi bağlıyorum geceyi mendil yaparak
(Gözlerim bir yerlerde daha bağlanmıştı, bunu
Unutmuyorum unutmuyorum unutmuyorum hiç)

Bir rüzgâr esse ellerin fesleğen kokuyor
Kırlangıçlar konuyor alnına akşamüstleri
Bu yüzden bir kanat sesiyim yamaçlarda
Üzgün bir erguvan ağacıyla konuşuyorum
Ayrılığın zorlaştığı yerdeyim ve dalgınlığım
Bir mülteci hüznüne dönüyor artık bu kentte

Çocuksun sen alnına kırlangıçlar konan

Bir bulutun peşine takılıp gittiğimiz yer
Okyanus diyelim istersen ya da sen söyle
Batık bir gemiyim orda, seni bekliyorum
Upuzun bir sessizliğim fırtınalar patlarken
Gövdem köle tacirlerinin barut yanıkları içinde
Ve gittikçe acıtıyor yaralarımı tuzlu su

Çocuksun sen, büyümek yakışmazdı hiç

Gülüşünün kokusuyla yeşerdi bu elma ağacı
(Soluğunun elma kokması bundandı belki)
Bir elma kokusuna tutundum düşerken
Sallanıp durmaktayım bir saatin sarkacı
Nasıl gidip geliyor gidip geliyorsa öyle

Çocuksun sen, çocuğumsun"

17 Temmuz 2018 Salı

yüzükoyun

çıplak omuzlarını örten ve aralarında alev oynaşan siyah, dalgalı saçlarıyla verevine uzanmış, eli bir kayığın kenarından suya sarkar gibi karyolasından sarkmıştı. çenesi diğer elinin üzerinde, halıya değdi değecek saçlarının arasından halıyı, sudaki aksiyle öpüşen karacayı seyrediyordu.

15 Temmuz 2018 Pazar

hayır demek ya da bencillik

hepimizin başına gelmiştir: ne zaman karşımızdaki insana hayır demeyi öğrenmesini ya da bencillik yapmaya hakkı olduğunu söylesek ilk bizi reddeder, bencillik denen hançeri ilk bize saplar.

peki, neden? bu durum başımıza niçin gelir?

her şeyi çocukluktan itibaren bize dayatılan kurallar ve öğretilenler başlatıyor bence.

ister cemaat ister cemiyet olsun cem kökünden gelen kelimelerin kucağında, küçüklüğünden itibaren kulağına bencilliğin ne kadar kötü ne kadar ayıp olduğunu fısıldanan birey istese dahi bencilce davranamıyor, muhatabına hayır diyemiyor. çünkü bir ses ona, hayır derse ya da bencillik edip yalnızca kendini düşünürse kötü insan olacağını, ayıp edeceğini, hatta günah işleyeceğini tekrar edip duruyor.

oysa eşref-i mahlûkat da olsa insanın içinde bencillik diye ülke vardır.

gün gelir, birisi çıkar ve o insana, "hayır demeyi öğrenmesini ya da bencillik yapmaya hakkı olduğunu," söylediğinde hemen not alır: ona hayır demekte, bencilce davranmakta bir sakınca yok. çünkü, bunlar ona göre insani davranışlar.

ve ilk fırsatta bu dediğini yapar.

9 Temmuz 2018 Pazartesi

nefes nefese

evet, nefes nefese...

kadın gövdesini erkeğin gövdesinden biraz uzaklaştırdı. yüzünü yüzünden biraz daha çok. gözleri gözlerini buldu.

- hakkınızda hiçbir şey bilmiyorum. evli misiniz, bekar mı?

- ne yani? evliysem beni daha az mı seveceksiniz? bekarsam daha çok?

kadını belinden tutup kendine çekti adam. çok geçmedi, limonata kokan nefesleri birbirine karıştı.

3 Temmuz 2018 Salı

esas kız

bu ara bir kadın kahraman hayal ediyorum.

sürekli gözlerimin önüne geliyor. adeta kendini dayatıyor. bazan "hayır adam! o tarafa gitme. o taraf yanlış," bazan "bana bak," der gibi.

uzağı görememekten muzdarip. gözlüğü var ama daha çok lens kullanıyor. gözlüğünü yalnızca hafta sonları ve tatil günlerinde, gözlerini dinlendirmek için takıyor. ve öylesi günlerden geriye burnunun iki yanında, ertesi güne de kaybolmayan iki minik iz kalıyor.

kız henüz bilmiyor ama esas oğlan o iki minik ize bayılıyor.

1 Temmuz 2018 Pazar

bir karikatür

belleğimde, zaman zaman gözlerimin önüne gelen ve bana, aşkı daha iyi anlatacak başka bir şey olamaz, dedirten bir karikatür var.

fakat bu karikatür, fanatik mizah dergisi okuru olduğum günlerden mi kalma yoksa daha yakın bir zamanda internetin derinliklerinde karşıma çıkan bir şey mi bilmiyorum.

*

karikatür konuşmasız. sessiz sedasız sekiz kare ya da 'an'dan oluşuyor.

ilk karede yüzü sağa dönük bir erkek, ikinci karede yüzü sola dönük bir kadın var. her ikisi de sıradan. hatta, bu sıradan oluşu garantiye almak için karikatürist her ikisini de biraz çirkince çizmiş. üçüncü kareye gelmeden anlıyoruz ki bunlar birbirine doğru yürüyor.

kaldı ki, üçüncü karede birbirlerini görünce durum kesinlik kazanıyor. düşünce balonlarına bakılırsa sadece birbirlerini görmemişler, aynı zamanda birbirlerinde dünyanın en yakışıklı adamı ve en güzel kadınını da görmüşlerdir.

dördüncü karede bunun bir "ilk görüşte aşk" olduğu ortaya çıkar. çünkü, birliktedirler; el ele yüz yüze.

beşinci karede mutludurlar. bütün "mutlu aşk"lar gibi; çiçekler, kelebekler, denizin üzerine asılı bulutlar ve güneş.

altıncı karede belli ki biraz zaman geçmiştir. düşünce balonlarında ayakların suya değdiğini, hem kadının hem erkeğin muhatabını olduğu gibi gördüğünü fark ederiz. yani sıradan, hatta çirkin.

yedinci karede her şeyi anlatan yine düşünce balonlarıdır. kadın dünya güzeli, erkek hayvan gibi yakışıklıdır. ama bir farkla: bu defa herkes kendini "bişey" sanmaktadır.

sekizinci ve son karede kendini yakışıklı ve güzel sanan iki insan zıt yöne ve farklı maceralara doğru yürümektedir.

29 Haziran 2018 Cuma

insanın ölümü

dikkatli bakın göreceksiniz.

nasıl olsa gerekmiyor diye duygularını çocukluğunda, bilemedin ilk gençliğinde bırakmış insanlarla bir arada yaşıyoruz.

oysa böyle gerçekleşiyor insanın ölümü. ölümü değilse de mezarını kazmaya başlaması.

ne zaman indiriyor kazmayı toprağa ilk, bilinmez. ama her gün bir ya da bir kaç kazma iniyor toprağa. her olayda bir ya da bir kaç kürek toprak yana atılıyor.

gerçekten öldüğünde çoktan hazır bir mezara koyuyorlar bedenini. üzerine de kendi elleriyle kazdığı toprak atılıyor.

aslında birdenbire değil usul usul gerçekleşiyor insanın ölümü.

26 Haziran 2018 Salı

evdeki hesap

çocukluğunu gezmeye giderken elimden tutup beni de sürüklediğinde beni orada bırakacağını elbette tahmin edemezdim.

şimdi sokağınızın başında, sağdaki evin bahçe duvarına oturmuş, bir hanımeli yağmuru altında seni bekliyorum. beyaz elbisen ve kırmızı pabuçların gelecek ilk önce. sonra dalgalanıp da durulan saçların. geniş kenarlı beyaz şapkan güneşten mi yoksa rüzgârdan mı? güneş yüzünü yakar, rüzgâr saçlarını dağıtır. bence denize gideriz.

o gün bugündür bahçe duvarının üzerinde, ayaklarımı sallayarak seni beni bekliyorum. sokak hanımeli kokusuyla dolu. dizlerimde yaralar.

23 Haziran 2018 Cumartesi

günün sorusu: geç, çok geç...

ya ben vazgeçtiğimde gelirsen?

21 Haziran 2018 Perşembe

acı gerçekler

geçen gün y.(6) ile sohbet ediyorduk. geçen hafta başlarında iki öğretmen, yuvadaki arkadaşlarıyla itfaiye merkezine gitmişler. bunu söyleyince sohbetin konusu ister istemez itfaiye merkezi ve itfaiyeciler oluverdi.

telefon numarası "bir-bir-sıfır"mış meselâ. koskocaman mutfakları varmış. hiç "kız itfaiyeci" yokmuş. sadece bir tane kız varmış ama o da sekretermiş. o hiç konuşmamış, sadece "hoş geldiniz" demiş.

tam dünyanın en saçma sorularından birini, yani "kaç"la başlayan sorulardan birini soracaktım ki küçükken sahip olduğu, bir kaç defa da beraber yaptığımız puzzle aklıma geldi. "ne anlattılar? sadece yangınları mı söndürüyorlar? yoksa ağaçta mahsur kalan kedileri de kurtarıyorlar mı?"

"hayır, kurtarmıyorlarmış. kediler acıkınca kendiliğinden iniyormuş."

"ulan," dedim içimden. "bu cevap benim bile canımı acıttı." sonra saçını okşarken yine içimden devam ettim.

"böyle böyle güzellikleri elinden alacaklar, sonra da artık büyüdün diyecekler."

18 Haziran 2018 Pazartesi

paradoksal dua

duaya inanırım. ister ilahi düzlemde değerlendirin ister pozitif enerji deyin, fark etmez.

hatta bir şeyi çok istemenin o konuda edilebilecek en büyük dua olduğuna inanıyorum.

yani, o dönsün istemek, bir dua biçimi. ama paradoks içeren bir dua.

çünkü, biz o dönsün isterken onun ayaklarımızı yerden kesen, bizi durup dururken güldüren, fotoğraflarda yakışıklı/ güzel çıkmamıza sebep olan ilk zamanlarını isteriz.

oysa gelen son hâli olacaktır. bitse de gitsek dediğiniz filmler, suskunluklar, sonuca varmayan tartışmalar, eleştiriler, ellerinde ojeler, akmış rimeller...

yani kabul olmuş ama istediğiniz olmamış bir dua.

16 Haziran 2018 Cumartesi

pul koleksiyonu

geçen gün postanede, iki gişeden soldakinin önünde sıradaydım. bilmiyorum bekleyiş ne kadar sürdü. ama uzundu. nihayet sıra önümdeki kadına gelince, aramızda bıraktığım mesafeye rağmen gişedeki memurla konuştuklarını duydum.

yeni pulları görebilir miymiş?. hayır, onları değilmiş, sadece deniz feneri olanlarmış. henüz yeni bir şey gelmemiş. bunlar zaten onda varmış. yine de teşekkür edermiş. kolay gelsinmiş.

geriye dönüp tam yanımdan geçerken, kendimi tutamadım, "yalnızca deniz fenerleri mi?" diye sordum. "evet," dedi kadın. "konusu deniz feneri olan bir koleksiyonum, bir defter dolusu pulum var."

merak etmiş, görmek istemiştim. çenemi tutamayıp söyledim. "keşke yanımda olsaydı," dedi. "kısmet," dedim. sonra da gitti.

onun gişe önünde bıraktığı boşluğa yürürken şimdilerde yerini "özel soslu makarna pişirmek" bahanesine bıraksa da eski bir bahaneyi, fıkra ve karikatürlere konu olan, şakası çok yapılan "pul koleksiyonu göstermek" ifadesini hatırladım. hem gülümsedim hem de o kadın, pullarını göstermeyi vadetseydi peşi sıra giderdim dedim.

bu yazıyı buraya kadar okumayı başaranlara son bir şey daha. o kadını şu an yolda görsem tanımam. ona dair aklımda kalan tek şey; saçları kısacıktı.

13 Haziran 2018 Çarşamba

dakika ve skor

"Dede, gözlerini dikmiş duvar dibinden dikkate bize bakıyordu.
"Kesin sesinizi!" diye homurdandı birden.
Öyle şiddetle homurdandı ki, onun soluğuna yakalanan gaz lambasının alevi hızla küçüldü şişenin içinde, büyüyeceğim derken bir daha küçüldü, can havliyle çırpındı, bir süre pır pır etti ve durulup ansızın eski hâlini aldı. O sırada kilimin üstünde tembel tembel uyuklayan gölgelerde hareketlendi tabii, silkinip doğruldular önce, belki sessiz sedasız yer değiştirdiler, kıyasıya çarpıştılar, sonra hızlarını alamadılar ve tavana doğru sıçrayıp orada, henüz hangi şekle girecekleri kestirilemeyen tuhaf yaratıklara dönüştüler. Hatta Hamdi'ye ait olanı uzun süre inmedi yere, dedesinin yüzüne bakarak ikide bir kıpırdandı durdu...
"Oturup efendi gibi dersinizi çalışın," dedi dede.
Bu sözlere Hamdi pis pis sırıttı tavandan."*


*: hasan ali toptaş, kayıp hayaller kitabı

11 Haziran 2018 Pazartesi

tehlikeli şiirler - otuz dört

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
süleyman çobanoğlu'ndan aşk mektubu mesela

"küçük ayakların, başka ne olsun
kalbimin üstünde tıpırtıları
bir sözse açarım sana sevmekten
nice haritadan, ne martıları!

dünya ah! söversin yahut öpersin
bakmaktan dağına çıkması yeğrek
yüzüme değince saçların mümkün,
bir delilik etmek, aşktan gebermek

ben ayna görünce hiçbir şey görmem
eski bir sürüngen belki bakışım
ama bir şey var işte, bir şey havada;
bu zır karanlıkta sana akışım…

küçük ayakların, başka ne olsun
halhalsız, halısız; sadece ayak
olmaz bir trenden işte inmişim:
sadece yüzüme. sadece bir bak!"

8 Haziran 2018 Cuma

tenis kortu

paslı tel örgünün baklava dilimlerine böldüğü kortta oyun alanını belirleyen çizgileri yer yer silinmiş, bakımsızlık ve ihmal nedeniyle engebeler oluşan kızıl toprak zeminin bir kaç yerinde ot ve adını bilmediğim çiçekli bitkiler büyümüştü.

6 Haziran 2018 Çarşamba

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on dokuz

dedektif romanlarının alışılmış kalıplarının dışında, -bu kelimeyi yerli yersiz her yerde kullananlar gibi söylersem- postmodern bir dedektiflik öyküsü olan yaban koyununun izinde'nin* adsız kahramanı hikâyenin en başında bir reklam kampanyası için önüne konan üç fotoğrafta bir kulakla karşılaşır.

evet, yalnızca kulak. üçü de aynı kadına aittir ve fotoğrafları masaya koyan reklam şirketinin yönetici kahramanımızın kulaklara zaafını bilmiyordur.

kahramanımız yazı masasının karşındaki duvara yapıştırdığı bu üç fotoğrafı yaklaşık bir hafta boyunca seyreder. sonunda dayanamaz ve sahibiyle tanışmak ister. kıza ulaşır, randevulaşırlar ve buluşurlar. kız geldiğinde ise düş kırıklığı yaşar. çünkü kulaklar kızın dümdüz saçlarıyla örtülüdür. ama konu kaçınılmaz bir şekilde kızın kulaklarına gelince kızın kulaklarının farkında olduğu ortaya çıkar. dahası, kulaklarını insanlardan sakladığını, ancak kendisi olmak isterse kulaklarını ortaya çıkardığını itiraf eder.

sohbetin sonunda kulaklar ortaya çıkacak, kulaklara değilse de ellere zaaf duyan bir okur yalnız olmadığını hissedecektir.

*

"... çantasından siyah bir saç bandı çıkardı. dudaklarının arasına sıkıştırıp iki eliyle saçlarını geri çekti, hızla bandı başına taktı.
"eeee?"
yutkunup, büyülenmiş gibi bakakaldım. ağzım kurudu. hiçbir şekilde sesin çıkmıyordu. beyaz badanalı duvar bir an dalgalanır gibi oldu. diğer masalarda oturanların sesleri ve çatal bıçak tıkırtıları kesildi, sonra her şey tekrar eski haline döndü. deniz dalgalarının sesini duydum, çoktan unutulmuş bir akşamın kokusu doldu burnuma. gene de bütün bunlar, şu yüz küsur saniye boyunca içimden geçip giden duyguların küçücük bir parçasıydı sadece.
"nefis" diyebildim. "aynı kişi olduğuna inanamıyorum."*


*: haruki murakami, doğan kitap- s:48-49

4 Haziran 2018 Pazartesi

cengiz aytmatov

iki bin beş... sms yani kısa mesaj zamanları. başka bir deyişle, "bu telefonların bir de gelmeyen kutusu olmalı" dediğim günler...

john fowles'ın ölüm haberini alınca, yakari'ye "önce margarita duras, sonra john fowles... sıra cengiz aytmatov'da. sonra da biz gideriz herhalde sırayla," diye bir mesaj atmıştım.

peşi sıra oturup, "yirminci yüzyılın en iyi üç romancısından biri. duras ve fowles öldü ama allah ona uzun ömür versin. çünkü yazacakları henüz tükenmedi," diye onu yazmaya başladım. ama o da öldü. yazı ise bitmedi.

*

adını çok duyduğum bu adam artık okunmalı dediğimde doksan yedi yazıydı. limanı gören bir ev, balkonu neredeyse örten asma yaprakları, fonda dire straits.

geri gelmeyecek yazlardan biriydi. bütün bir yaz dire straits dinleyip cemile'den başlayarak cengiz aytmatov külliyatını okudum. normal olarak bir kaç yıl sonra aynı yollardan geçen yakari'ye, "çok şanslısın," diyeceğimi henüz bilmiyordum.

yazdıklarında eski coğrafyaya dair efsaneler, hikayeler güçlü bir duyarlılıkla hayat buluyordu. o eski coğrafyanın sadece geçmişi değil bugünü de yazdıklarının konusuydu. yazdıkları, anlattıkları bozkır sarısıydı. sık sık buharlı tren karası bulaşan bir sarı.

gözümün önünden hiç eksilmeyen bir görüntü: sarı-özek bozkırını bir baştan diğer başa geçen ve dünya savaşlarının ikicisi için cepheye asker taşıyan buharlı tren. trenler gelir, trenler giderdi. gün batarken sararırdı. fonda brothers in arms.

*

o yaz geri gelmeyecek yazlardan biriydi. cengiz aytmatov külliyatını okudum, dire straits dinledim. çok şey yaşadım, kendime bir çok şey sakladım.

cemile meselâ... ilk aşkın yakıcı ve yıkıcı öyküsü. belki de büyüme öykülerine bugün bile duyduğum zaafı başlatan, bana yeniden yeniden amorcord(1973), sjecas li se dolly bell? (dolly bell'i hatırlıyor musun?)(1981), almost famous(2000) izlettiren öykü. üstelik, aragon "dünyanın en büyük aşk hikâyesi" derken haksızlık etmemiş.

meselâ beyaz gemi... "onun iki masalı vardı. biri kendisinindi ve başkası bilmezdi. ötekini ise dedesi anlatmıştı ona. sonra ikisi de yok olup gitti. şimdi biz bunlardan söz edeceğiz." muhteşem paragrafıyla açılan, yaba kulaklı küçük bir çocuğun gözünden umudu, bekleyişi ve hayalleri anlatan ve "gittin yaba kulaklı çocuk." cümlesiyle biterken beni salya sümük ağlatan beyaz gemitatar çölü'nü okuyana kadar beni en çok ağlatan kitap olarak kalmıştı. ama acıdan değil şefkatten ağlamıştım.

ya da dişi kurdun rüyaları... aytmatov'u inkar edilemez bir biçim büyük yazar haline dönüştüren, mükemmel bir tabiat romanı olmasına rağmen yazarın her zaman yaptığı gibi tarihten, mitolojiden ve dinden bahsetmekten vazgeçmediği dişi kurdun rüyaları.

öyle ki, yirminci yüzyılın en iyi romanı 'üçleme'sinde kendine yer buldu.

adı yüzünden ne zaman hakkında konuşsam bir yığın açıklama yapma ihtiyacı duyduğum, modernizm ve teknolojinin sadece insandan değil tabiattan da neler alıp götürdüğünü anlatan roman bugün bile kıymeti bilinmeyen, okurunu bulamamış kitaplardan. bozkırın ortasında gece için yakılan ateşin başında eski papaz okulu öğrenci abdias büyük şehitten bahseder: "kollarını açtı ve şehit numarası yaptı." son noktayı ise çiftlik sahibi boston koyar. taşçaynar yerine henüz bir bebek olan oğlunu vurur.

*

dedim ya yıllar önceydi. beni ben yapan yazlardan biriydi.

o yaz cengiz aytmatov'un türkçedeki bütün kitaplarını okudum.

limanda gemiler, balkonu örten asma yaprakları. ufuk çizgisinin üzerinde bulutlar koşuyordu. fonda brothers in arms.

1 Haziran 2018 Cuma

bir gül yağmur saldırısı altında

mutfakta kısa kenarı pencereye yaslanmış, zaman zaman pencere tarafını çalışma masasıymış gibi kullandığım genişçe bir masa var. bazan bu duvara yazdığım yazıları da tıpkı şimdi olduğu gibi burada yazdığım oluyor. kağıtlar, defterler, kitaplar masanın üzerine yayılıyor, pencere önüne yığılıyor. bu istiladan rahatsız olunca topluyorum ama fazla uzun sürmüyor. yeniden yayılıyor, yeniden yığılıyor.

gece olunca araya panjur giriyor ama gündüz pencere camına değdi değecek kırmızı kadife güllerle omuz omuza bu ekrana bakıyorum. ne zaman ekrandan uzaklaşıp bahçeyi seyretmek ya da uzaklara bakmak istesem ilk önce güllerin gönlünü almam gerekiyor.

dün gece burada oturmuş, bir araya gelip önce kelimeye sonra cümleye dönüşen kargacık burgacık sembollerden bir mana beklerken panjurda tıpırtılar duydum. sanki bir kaç kuş minicik ayaklarıyla panjuru gezmeye çıkmıştı.

giderek sesler çoğaldı, kuşların gezintisi yaz yağmuruna dönüştü. "rahmet" dedim içimden ama aklıma güller geldi. "böyle bir saldırının ortasında bir gül kendi şeklini muhafaza etmek için çabalıyor," dedim.

/hayır, "hayat saldırıya uğramaktır. bebek ağlar, çünkü daha doğar doğmaz saldırıya uğrar. ciğerlerine dolan havanın saldırısıdır bu." demedim. 'ben'in sürdürebileceği savaşların en kutsalı, kendisini an be an başka biri yapmaya çalışan hayata karşı savaşı da gelmedi aklıma. orhan pamuk'un değilse de kara kitap'ın en sevdiğim cümlesi "bir başkası olduktan sonra, bir daha bir başkası, bir daha bir daha başkası ola ola, ilk kimliğimizin mutluluğuna geri dönebileceğimizi sanmak boş bir iyimserlikti," cümlesi de...

sadece, "böyle bir saldırının ortasında bir gül kendi şeklini muhafaza etmek için çabalıyor". yağmurun saldırısı...
/

bu sabah uyandığımda panjurları açtım. gül yerli yerli yerindeydi. yine şenlikli, yine kırmızı. yapraklarında su damlacıkları.

şüphesiz çok güzeldi.

28 Mayıs 2018 Pazartesi

onur

yıllar önce bir gazete haberi okumuştum. mısır'da devam eden arkeolojik çalışmalarda bir papirüs bulunmuş. bu papirüste, "gençlerimizin akıbetinden endişe ediyoruz. galiba ahir zamana kaldık," yazıyormuş. "sanırım her nesil böyle," diye düşünmüştüm. neredeyse beş bin yıldır her nesil kendisinden sonraki nesil için endişeleniyor.

woody allen büyükşehir belediyelerinin sponsorluğunda çıktığı avrupa turunun paris ayağında, yani midnight in paris(2011) filminde benzer bir durumu bu defa tersten işliyordu. belle epoque yani altın çağ hayalleri ve nostaljisinden muzdarip genç kahramanımız, film bu ya, kendini tam da o zamanda buluyor, bir kaç sohbetten sonra onların da eskiyi özlediğini keşfediyordu. yani zaman değişiyor ama geçmişe özlem değişmiyor.

elbette her şey aynı kalmıyor. örneğin, eskinin bazı soylu duyguları günümüzde "duygusallık" denilerek aşağılanıyor. daha düzgün bir cümleyse söyleyecek olursak; iyi niyetli davranışlar 'duygusallık' diye aşağılanırken insana yakışmayan bir çok davranış 'realite' denilerek el üstünde tutuluyor.

sadece bu da değil. eskiden insanlar onuru üzerine yemin ederdi. ve bu, özellikle mahkeme salonlarında vücut bulan "namusum ve şerefim üzerine" mecburiyeti ve ağız alışkanlığından başka bir şeydi.

artık insanlar onuru üzerine yemin etmiyor.

belki de manası yok.

peki ya siz? onuru üzerine yemin ettiğinde söylediği her şeye inanabileceğiniz kaç kişi var hayatınızda?

evet, tahmin ettiğiniz gibi bu sorunun daha tehlikeli bir versiyonu da mevcut: onurunuz üzerine yemin ettiğinizde size inanacak kaç kişi tanıyorsunuz?