dünya bizden daha talihsiz kimselerle dolup taşarken, neden daha iyi durumda olanları düşünerek hayatı kendimize zindan ediyoruz?
29 Eylül 2013 Pazar
27 Eylül 2013 Cuma
kayıp jokey*
borges, zâhir adlı öyküsünde "oxymoron" diye adlandırılan bir benzetme türünden bahseder. bu benzetme türünde sözcük, önüne onun karşıtı gibi görünen bir sıfat konularak nitelendirilmektedir. hatta örnek verir; "agnostikler kara ışıktan, simyacılar da kara güneşten söz etmişlerdir."
bunu okuyunca aklıma ilk gelen "mutlu son" aptallığı oldu. peşi sıra "pozitif ayrımcılık" denilen saçmalık...
sonra "oxymoron"u unuttum gitti. daha doğrusu unuttum sanmışım. meğer bir yerlerde yeniden ortaya çıkmayı bekliyormuş.
bir gün rene magritte'in kayıp jokey adlı resmine bakarken çıkıp geldi. bahsettiğim resim, magritte'in ilk sürrealist çalışması kabul edilen kayıp jokey'i değil, onunla aynı adı taşıyan, bin dokuz yüz kırk sekizde kağıt üzerine guaj boyayla yaptığı yeni yorum. soluk sarı rengiyle bir düş gibidir, sanki uykuyla uyanıklık arasına sızmış bir hayal...
"kayıp" nasıl oluyor da "jokey"in karşıtı oluyor, diye soranlar çıkacaktır. soruyla cevap vereyim: jokey ne demektir? yarış atlarına binen, daha doğrusu, belli bir güzergahı kulllanmak zorundaki atlara binen ve başlangıç noktasından varış noktasına atını herkesten önce ulaştırmakla yükümlü, çoğunlukla bir çember üzerinde hareket eden kişiler.
şimdi bir soru daha sorayım: bu kişilerin kaybolmasındaki muhteşemliği görebiliyor musunuz?
ya siz? ev, iş, yatak, bir kaç eş dost ziyareti, belki senede bir defa yurt dışı seyahatinden ibaret rotanızdan çıkıp ne zaman kaybolacaksınız?
ben mi? kaybolmayı başardım mı bilmiyorum. ama bir kaç yıl evvel bir yirmi dört kasım günü altına imza attığım metinle en azından bu yazıyı yazmayı hak ettiğimi biliyorum.
*:le jockey perdu ve ayrıca kayıp jokey'in iki ayrı yorumu için bakınız.
bunu okuyunca aklıma ilk gelen "mutlu son" aptallığı oldu. peşi sıra "pozitif ayrımcılık" denilen saçmalık...
sonra "oxymoron"u unuttum gitti. daha doğrusu unuttum sanmışım. meğer bir yerlerde yeniden ortaya çıkmayı bekliyormuş.
bir gün rene magritte'in kayıp jokey adlı resmine bakarken çıkıp geldi. bahsettiğim resim, magritte'in ilk sürrealist çalışması kabul edilen kayıp jokey'i değil, onunla aynı adı taşıyan, bin dokuz yüz kırk sekizde kağıt üzerine guaj boyayla yaptığı yeni yorum. soluk sarı rengiyle bir düş gibidir, sanki uykuyla uyanıklık arasına sızmış bir hayal...
"kayıp" nasıl oluyor da "jokey"in karşıtı oluyor, diye soranlar çıkacaktır. soruyla cevap vereyim: jokey ne demektir? yarış atlarına binen, daha doğrusu, belli bir güzergahı kulllanmak zorundaki atlara binen ve başlangıç noktasından varış noktasına atını herkesten önce ulaştırmakla yükümlü, çoğunlukla bir çember üzerinde hareket eden kişiler.
şimdi bir soru daha sorayım: bu kişilerin kaybolmasındaki muhteşemliği görebiliyor musunuz?
ya siz? ev, iş, yatak, bir kaç eş dost ziyareti, belki senede bir defa yurt dışı seyahatinden ibaret rotanızdan çıkıp ne zaman kaybolacaksınız?
ben mi? kaybolmayı başardım mı bilmiyorum. ama bir kaç yıl evvel bir yirmi dört kasım günü altına imza attığım metinle en azından bu yazıyı yazmayı hak ettiğimi biliyorum.
*:le jockey perdu ve ayrıca kayıp jokey'in iki ayrı yorumu için bakınız.
23 Eylül 2013 Pazartesi
mümkünsüzlük
kitaplarla pek işi olmayanların sorusudur kitaplık sahibi insanlara: bunların hepsini okudun mu? (ki bu mümkün değildir)
*
kitaplık sahibi insanlar sahip olduğu kitapları hakkını vererek okumamış olmakla suçlar kendini. (ki bu da mümkün değildir)
*
kitaplık sahibi insanlar sahip olduğu kitapları hakkını vererek okumamış olmakla suçlar kendini. (ki bu da mümkün değildir)
21 Eylül 2013 Cumartesi
"dön bebeğim"
adını cumhuriyet meydanı'ndaki kadim ağaçtan alan şehrin en büyük marketi.
acelem var. henüz geç kalmış değilim ama kalacağım. eğer peynir reklamı yapan duvar saati doğruysa geç kaldığım beş dakika sonra resmiyet kazanmış olacak.
alacağım şey bu rafların hemen arkasında ve en başta: üzerinde 'incir ezmesi' yazan ama benim incir reçeli diye sevdiğim şey. bu sabah da kahvaltı sofrasında olsun istiyorum. hem de beni kahvaltıya davet eden güzel insanlar bu güzellikten nasiplensinler.
muhtemelen marketin reklamlarını yayınladığı için açık olan ve müşterilere geçmeyen bir rahatsızlık armağan etmekten başka işe yaramayan radyonun spikeri her zaman olduğu gibi posta gazetesi'nin üçüncü sayfasından komiklik devşirmeye çalışıyor. o koşturmaca sırasında hangi spiker olduğunu henüz anlayabilmiş değilim; kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi?
köşeyi döndüm. tanrım, raflardaki ürünler farklı. ürünlerin yerlerini yeniden düzenlemiş olmalılar. o an gözümün önüne, yönetmen kathryn bigelow'ın çaresizlik ve de tek başınalığı çok iyi anlatan bir görüntü tercihiyle the hurt locker filminin baş kahramanı çavuş william james geldi: sözde savaşın ortasında bombalarla dans ettikten sonra eve dönmüş büyük kahramanın(!) markette mısır gevreği rafları karşısında yaşadığı "büyük çaresizlik".
gözlerim abdullah'ı aradı. onu bulup, "abdullah bey söyler misiniz," diye söze başlamak istiyorum. "abdullah bey söyler misiniz, ürünlerin yerinin sabit kalması ve neyi nerede bulacağını bilen müşterinin sadakati mi yoksa yeri sürekli değişen ürünleri bulmaya çabalarken evvelce aklında olmayan bir ürünü de alış-veriş sepetine atan müşteri profili mi market tarzı bir işletmeye daha çok kâr getirir, başlıklı bir çalışma istatistik, matematik, işletme, ekonomi branşlarının hangisinde tez konusu olabilir?"
bakmayın "bey" dediğime, abdullah benim ilkokul arkadaşım. marketin müdürü. o söylemez ama ortaklarından da olduğunu biliyorum. liseden sonra okumadı; askere gidip, lise boyunca aşık olduğu kızla evlendi. iki erkek çocuğun peşi sıra bir de kızları var artık. başlangıçtaki "bey", sadece ne kadar öfkelendiğimi anlasın diye. üniversite, tez vs. işin içine girince bozulmuş numarası yapacak ama merak etmeyin; peşi sıra, üç defa istanbul'a gidip türkiye'nin en iyi doktoruna yaptırdım dediği dişlerini gösteren şen bir kahkahanın eşlik ettiği, "kıroyum ama para bende," tarzı bir cümle kuracak, ben de geciktiğimle kalacağım.
ama bütün bunlar için ilk önce onu bulmalıyım.
tam o sırada radyonun kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi olduğunu hâlâ anlayamadığım spikeri sıradaki şarkıyı girdi.
*
üniversite son sınıfın yazı. yakari bana bilet almış, "git ve boyunun ölçüsünü al, kafanda soru işareti kalmasın," demişti. bir vapurun içinde değilse de bir otobüsün içinde koşuyorum, yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e. otobüsün trt-fm'e ayarlı merkezi radyosunda çalmaya başlayan şarkıyla gittiğim yerlerden koltuğuma döndüm. tarkan söylüyordu: dön bebeğim.
tarkan'ı en çok o zaman sevdim. şarkılardan fal tutmamıştım ama bu bir işaretti, boşuna gitmiyordum o şehre. ne boş bir iyimserlikmiş. bomboş...
*
artık geç kaldığım kesinlik kazandı. bir yıl. beş yıl. on yıl. belki bir hayat.
acelem var. henüz geç kalmış değilim ama kalacağım. eğer peynir reklamı yapan duvar saati doğruysa geç kaldığım beş dakika sonra resmiyet kazanmış olacak.
alacağım şey bu rafların hemen arkasında ve en başta: üzerinde 'incir ezmesi' yazan ama benim incir reçeli diye sevdiğim şey. bu sabah da kahvaltı sofrasında olsun istiyorum. hem de beni kahvaltıya davet eden güzel insanlar bu güzellikten nasiplensinler.
muhtemelen marketin reklamlarını yayınladığı için açık olan ve müşterilere geçmeyen bir rahatsızlık armağan etmekten başka işe yaramayan radyonun spikeri her zaman olduğu gibi posta gazetesi'nin üçüncü sayfasından komiklik devşirmeye çalışıyor. o koşturmaca sırasında hangi spiker olduğunu henüz anlayabilmiş değilim; kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi?
köşeyi döndüm. tanrım, raflardaki ürünler farklı. ürünlerin yerlerini yeniden düzenlemiş olmalılar. o an gözümün önüne, yönetmen kathryn bigelow'ın çaresizlik ve de tek başınalığı çok iyi anlatan bir görüntü tercihiyle the hurt locker filminin baş kahramanı çavuş william james geldi: sözde savaşın ortasında bombalarla dans ettikten sonra eve dönmüş büyük kahramanın(!) markette mısır gevreği rafları karşısında yaşadığı "büyük çaresizlik".
gözlerim abdullah'ı aradı. onu bulup, "abdullah bey söyler misiniz," diye söze başlamak istiyorum. "abdullah bey söyler misiniz, ürünlerin yerinin sabit kalması ve neyi nerede bulacağını bilen müşterinin sadakati mi yoksa yeri sürekli değişen ürünleri bulmaya çabalarken evvelce aklında olmayan bir ürünü de alış-veriş sepetine atan müşteri profili mi market tarzı bir işletmeye daha çok kâr getirir, başlıklı bir çalışma istatistik, matematik, işletme, ekonomi branşlarının hangisinde tez konusu olabilir?"
bakmayın "bey" dediğime, abdullah benim ilkokul arkadaşım. marketin müdürü. o söylemez ama ortaklarından da olduğunu biliyorum. liseden sonra okumadı; askere gidip, lise boyunca aşık olduğu kızla evlendi. iki erkek çocuğun peşi sıra bir de kızları var artık. başlangıçtaki "bey", sadece ne kadar öfkelendiğimi anlasın diye. üniversite, tez vs. işin içine girince bozulmuş numarası yapacak ama merak etmeyin; peşi sıra, üç defa istanbul'a gidip türkiye'nin en iyi doktoruna yaptırdım dediği dişlerini gösteren şen bir kahkahanın eşlik ettiği, "kıroyum ama para bende," tarzı bir cümle kuracak, ben de geciktiğimle kalacağım.
ama bütün bunlar için ilk önce onu bulmalıyım.
tam o sırada radyonun kapitolradyo diyen mi, yoksa kepıtılradyo demeyi tercih eden mi olduğunu hâlâ anlayamadığım spikeri sıradaki şarkıyı girdi.
*
üniversite son sınıfın yazı. yakari bana bilet almış, "git ve boyunun ölçüsünü al, kafanda soru işareti kalmasın," demişti. bir vapurun içinde değilse de bir otobüsün içinde koşuyorum, yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e. otobüsün trt-fm'e ayarlı merkezi radyosunda çalmaya başlayan şarkıyla gittiğim yerlerden koltuğuma döndüm. tarkan söylüyordu: dön bebeğim.
tarkan'ı en çok o zaman sevdim. şarkılardan fal tutmamıştım ama bu bir işaretti, boşuna gitmiyordum o şehre. ne boş bir iyimserlikmiş. bomboş...
*
artık geç kaldığım kesinlik kazandı. bir yıl. beş yıl. on yıl. belki bir hayat.
20 Eylül 2013 Cuma
yalanlarım
kendimi kaptırmış, ne güzel anlatıyordum işte.
üstelik, "gözlerimi kapattıktan sonra düşmeyeceğime bütün kalbimle inanarak kendimi uçurumdan aşağı bırakabilirsem tam yere çarpacakken tıpkı bir kartal gibi havalanacağımı biliyordum," kısmına gelmemiştim bile.
ama hep "med" diyen, bir defa olsun "cezir" demeyen okyanus rengi gözlerine bulut gölgeleri düştü. o gölgeleri farkedince daha fazla anlatamadım. ben susunca kayalara çarpan dalgalar beyaz köpükleriyle yeniden gözlerine yerleşti. okyanus rüzgarları bedenimi üşütürken sordum.
"yoksa bana inanmıyor musunuz?"
"elbette inanıyorum. üstelik, sizin sadece doğrularınıza değil, iyi söylenmiş yalanlarınıza da talibim ben."
*
olaylar sırasında ona aşıktım. hem de çok aşık... olmasaydım bile bu cümlesinden sonra olurdum.
ama aşıktım. ben de "daha çok" olmakla yetindim.
üstelik, "gözlerimi kapattıktan sonra düşmeyeceğime bütün kalbimle inanarak kendimi uçurumdan aşağı bırakabilirsem tam yere çarpacakken tıpkı bir kartal gibi havalanacağımı biliyordum," kısmına gelmemiştim bile.
ama hep "med" diyen, bir defa olsun "cezir" demeyen okyanus rengi gözlerine bulut gölgeleri düştü. o gölgeleri farkedince daha fazla anlatamadım. ben susunca kayalara çarpan dalgalar beyaz köpükleriyle yeniden gözlerine yerleşti. okyanus rüzgarları bedenimi üşütürken sordum.
"yoksa bana inanmıyor musunuz?"
"elbette inanıyorum. üstelik, sizin sadece doğrularınıza değil, iyi söylenmiş yalanlarınıza da talibim ben."
*
olaylar sırasında ona aşıktım. hem de çok aşık... olmasaydım bile bu cümlesinden sonra olurdum.
ama aşıktım. ben de "daha çok" olmakla yetindim.
18 Eylül 2013 Çarşamba
yalancı
borges... sen, tanıdığım en büyük yalancısın. daniel defoe'nun yolundan gidiyor, yalanın belli olmasın diye anlatılarını ayrıntılarla dolduruyorsun. sana inanalım diye oynamayacağın oyun, söylemeyeceğin sözcük yok.
dediğim gibi, tanıdığım en büyük yalancı sensin. hatta benden bile büyük.
ama sana inanıyorum.
dediğim gibi, tanıdığım en büyük yalancı sensin. hatta benden bile büyük.
ama sana inanıyorum.
17 Eylül 2013 Salı
tehlikeli şiirler: on
bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
osman konuk'tan aşırı belki mesela...
osman konuk'tan aşırı belki mesela...
"daha fazla beklenemez aşırıya kaçmak için
patilerin gürültüsünden ibarettir kediler; çünkü…
çiçeğimizi ve pastamızı alıp müsaitseniz biraz
...öldürülmeye, bu akşam size...
ya da söyleyin derinin dışına çıkınca
edip cansever derisinin dışına çıkmadan yaşadı mesela
kollar boşalınca eski bir sarılmadan,
belki değil; iyice ama
her belki aşırı demokrat, aşırı simetrik, aşırı belki…
çünkü
beğendiği idam mangasına peşin ödemeyle kazanılmış esmerlikte
zaten biliyorum beni bir tek o sevdi
arabasının güneşliğinde saklanır mutsuzluk akseptansı
“öpülürken ve öldürülürken sessiz kalacağıma söz
veriyorum”
durduk yere sting sevenler cemaatinden değil
aynı nedenden sağ kalmışız; raslantıya bakınız
seni belki sevmişimdir aşırı belki
kahvaltısını yarım bırakmış bir hastabakıcının sedyeyi
kavrayışındaki sinirlilik; seni taşıyan
beni bir tek o sevdi cümlesinde geçen seni
bana portakal aç diyen türkçenin sahibi
ben hiç şair değilim, buna hiç şaşırmadım"
13 Eylül 2013 Cuma
hitchcock'tan dostoyevski için bir güzelleme
insanların fransız teğmenin kadını varken büyücü'ye, tutunamayanlar varken tehlikeli oyunlar'a meftun olmalarını anlayabiliyorum da karamazov kardeşler dururken nasıl suç ve ceza'yı ağızlarına alabiliyorlar hafsalam almıyor.
dünyayı bir tefeciden kurtarmak güzel de, o romanın sıradan bir üniversite öğrencisini roman kahramanı diye yutturmak dışında ne numarası var hâlâ anlamış değilim. belki de "savaş ve zafer birer kolaylıktır. raskolnikov'un giriştiği iş napolyon'unkinden daha çetindi," diyen borges'in bir bildiği vardır diyerek bu konuda kafa yormaktan vazgeçmeliyim.
her neyse...
usta yönetmen alfred hitchcock sinema macerası boyunca yaptığı uyarlamalarda hiçbir zaman hikayeye bağlı kalma zorunluluğu hissetmedi. ele aldığı romanlarda hiç çekinmeden köklü değişiklikler yapardı. öyle ki, önüne gelen hikayeleri sadece bir kez okur, hikayenin aklında kalan özünü kullanarak olay örgüsünü en baştan yaratırdı. bu sayede hiçbir sanatsal değeri olmayan polisiye romanlardan kendi sanat eserlerini yarattı.
bunu çok iyi bilen françois truffaut, hitchcock'la yaptığı bir röportajda, "suç ve ceza'yı filme çekmeyi düşünmüyor musunuz," diye sorar. aldığı cevap tarihe geçmez belki ama bana bu yazıyı yazdırır: "bunu asla yapmayacağım. çünkü, suç ve ceza bir başkasının başarısıdır..."
dünyayı bir tefeciden kurtarmak güzel de, o romanın sıradan bir üniversite öğrencisini roman kahramanı diye yutturmak dışında ne numarası var hâlâ anlamış değilim. belki de "savaş ve zafer birer kolaylıktır. raskolnikov'un giriştiği iş napolyon'unkinden daha çetindi," diyen borges'in bir bildiği vardır diyerek bu konuda kafa yormaktan vazgeçmeliyim.
her neyse...
usta yönetmen alfred hitchcock sinema macerası boyunca yaptığı uyarlamalarda hiçbir zaman hikayeye bağlı kalma zorunluluğu hissetmedi. ele aldığı romanlarda hiç çekinmeden köklü değişiklikler yapardı. öyle ki, önüne gelen hikayeleri sadece bir kez okur, hikayenin aklında kalan özünü kullanarak olay örgüsünü en baştan yaratırdı. bu sayede hiçbir sanatsal değeri olmayan polisiye romanlardan kendi sanat eserlerini yarattı.
bunu çok iyi bilen françois truffaut, hitchcock'la yaptığı bir röportajda, "suç ve ceza'yı filme çekmeyi düşünmüyor musunuz," diye sorar. aldığı cevap tarihe geçmez belki ama bana bu yazıyı yazdırır: "bunu asla yapmayacağım. çünkü, suç ve ceza bir başkasının başarısıdır..."
12 Eylül 2013 Perşembe
küstüm çiçeği
geldiniz demek. o halde başlayabiliriz...
*
bu, "tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış" hikâyesi değil. dağ dağa, tavşan tavşana küsmüş gibi aslında.
modern zamanların bir sonucu olarak insanlar arasına giren her türden mesafe kimseyi şaşırtmıyor artık. öyle ki, aile fertleri, dostlar, arkadaşlar ve hatta sevgililer arasına sadece mekansal uzaklık değil zamansal uzaklık bile giriyor.
bazan ziyaretler, bazan telefon konuşmaları, bazan elektronik postalar, bazan eski zaman insanları gibi zarif el yazılarıyla mektuplar yazarak bu uzaklığı yakın etmeye çalışıyoruz. ama bir yere kadar. zamanla gündelik hayatın zırhı delinemeyecek kadar kalınlaşıyor çünkü. rutinin tozu her şeyin üzerini örtüyor...
sadece bu değil. hepimiz insanız. içimizde bizden habersiz, kökleri nerdedir bilinmez ego adlı bir ağaç büyür biz büyüdükçe. haberdar olsak da farketmez gerçi: hepimiz insanız... "hep ben arıyorum," deriz. geçen defa ben aramıştım, daha önemli işleri var sanırım, aklına bile gelmiyorum, ben hiçbir doğum gününü unutmuyorum ama onun benimkini bilmediğine eminim...
dikkat ederseniz, bir ilişkinin muhakkak uğradığı sapaklardan olan, "bakalım bana ne kadar değer veriyor?" muhtaçlığını saymadım bile.
ve bir gün, aniden, "o beni arayana kadar onu aramayacağım, ona ulaşmak için en küçük bir çaba göstermeyeceğim," deyiveririz. üstelik bu sözü kendi kendimize vermekle yetinmez, kendimizi mecbur kılmak adına şahitler huzurunda veririz.
peki, ya aynı şeyleri o da demişse?
ya da bir sabah hafızasını kaybetmiş olarak uyanmış ve sizi ne kadar sevdiğini, onun için ne kadar önemli olduğunuzu hatırlamıyorsa?
ölmüşse?..
*
bu, "tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış" hikâyesi değil. dağ dağa, tavşan tavşana küsmüş gibi aslında.
modern zamanların bir sonucu olarak insanlar arasına giren her türden mesafe kimseyi şaşırtmıyor artık. öyle ki, aile fertleri, dostlar, arkadaşlar ve hatta sevgililer arasına sadece mekansal uzaklık değil zamansal uzaklık bile giriyor.
bazan ziyaretler, bazan telefon konuşmaları, bazan elektronik postalar, bazan eski zaman insanları gibi zarif el yazılarıyla mektuplar yazarak bu uzaklığı yakın etmeye çalışıyoruz. ama bir yere kadar. zamanla gündelik hayatın zırhı delinemeyecek kadar kalınlaşıyor çünkü. rutinin tozu her şeyin üzerini örtüyor...
sadece bu değil. hepimiz insanız. içimizde bizden habersiz, kökleri nerdedir bilinmez ego adlı bir ağaç büyür biz büyüdükçe. haberdar olsak da farketmez gerçi: hepimiz insanız... "hep ben arıyorum," deriz. geçen defa ben aramıştım, daha önemli işleri var sanırım, aklına bile gelmiyorum, ben hiçbir doğum gününü unutmuyorum ama onun benimkini bilmediğine eminim...
dikkat ederseniz, bir ilişkinin muhakkak uğradığı sapaklardan olan, "bakalım bana ne kadar değer veriyor?" muhtaçlığını saymadım bile.
ve bir gün, aniden, "o beni arayana kadar onu aramayacağım, ona ulaşmak için en küçük bir çaba göstermeyeceğim," deyiveririz. üstelik bu sözü kendi kendimize vermekle yetinmez, kendimizi mecbur kılmak adına şahitler huzurunda veririz.
peki, ya aynı şeyleri o da demişse?
ya da bir sabah hafızasını kaybetmiş olarak uyanmış ve sizi ne kadar sevdiğini, onun için ne kadar önemli olduğunuzu hatırlamıyorsa?
ölmüşse?..
9 Eylül 2013 Pazartesi
bir masada iki kişi: bahane
çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:
- biliyorsun değil mi? aslında öyle birisi yok.
- olduğunu biliyorum. bilmediğim, bundan sonra ne gelecek? yalancılık suçlaması mı, şizofren tanısı mı?
- ne yalancılık suçlaması ne şizofren tanısı. kabul ediyorum bu şehirde öyle birisi var: çiçeklere su veren, etekleri rüzgarda uçuşan, üst geçitleri kullanan, bir bebeğin tebessümüne karşılık tebessüm eden.
- o halde olmayan kim?
- hani üniversiteden sonra, aşk önünde sonunda acı veriyorsa en iyisi aşık olmamak demiş, hesapta bir kadına aşık olmamak için aşık olunacak kadında olması gereken milyonlarca özellik belirlemiştin. işte, bu da ona benziyor: "bazı aşkların unutulması için zamana ihtiyaç vardır, önümde o kadar uzun zaman olduğunu sanmıyorum, bu boşluk tam onun boyutlarında nasıl bir başkası ile dolsun"lar falan...
*
bekleyelim ve görelim. ilki geçmişti. belki bu da geçer. o kadar zamanım varsa.
- biliyorsun değil mi? aslında öyle birisi yok.
- olduğunu biliyorum. bilmediğim, bundan sonra ne gelecek? yalancılık suçlaması mı, şizofren tanısı mı?
- ne yalancılık suçlaması ne şizofren tanısı. kabul ediyorum bu şehirde öyle birisi var: çiçeklere su veren, etekleri rüzgarda uçuşan, üst geçitleri kullanan, bir bebeğin tebessümüne karşılık tebessüm eden.
- o halde olmayan kim?
- hani üniversiteden sonra, aşk önünde sonunda acı veriyorsa en iyisi aşık olmamak demiş, hesapta bir kadına aşık olmamak için aşık olunacak kadında olması gereken milyonlarca özellik belirlemiştin. işte, bu da ona benziyor: "bazı aşkların unutulması için zamana ihtiyaç vardır, önümde o kadar uzun zaman olduğunu sanmıyorum, bu boşluk tam onun boyutlarında nasıl bir başkası ile dolsun"lar falan...
*
bekleyelim ve görelim. ilki geçmişti. belki bu da geçer. o kadar zamanım varsa.
7 Eylül 2013 Cumartesi
5 Eylül 2013 Perşembe
"leyla ile mecnun" bahsi
"kanalyedi'nin kanalyedi olduğu zamanlar" diyerek ne demek istediğimi anlayınca, "sen asıl 'eski zaman gazetesi'ni görmeliydin. neredeyse bütün muhafazakar entelektüeller orada yazardı. hatta araftakiler," dedi.
'eski zaman' benim için eskiydi ya da ben yeniydim. sadece çok sevdiğim bir yazar orada yazıyor diye bir ara pazar günleri zaman gazetesi almışlığım vardı. ve o macera sırasında cahit ırmak diye bir yazar tanımıştım. farklı, oldukça kapalı metinler yazıyordu. çoğu zaman anlamıyordum fakat yazdıklarının ritmi hoşuma gidiyordu. birden bire o yazılar kesiliverdi.
tesadüfe bakın; onun o cemaatle herhangi bir bağlantısı yoktu ama hikayenin şahitlerinden birinden dinlemişti. hocaefendileri gazeteyi incelerken cahit ırmak'ın yazısını görmüş ve "bu da ne," demiş. ve peşi sıra yazılar yayından kalkmış.
'eski zaman' benim için eskiydi ya da ben yeniydim. sadece çok sevdiğim bir yazar orada yazıyor diye bir ara pazar günleri zaman gazetesi almışlığım vardı. ve o macera sırasında cahit ırmak diye bir yazar tanımıştım. farklı, oldukça kapalı metinler yazıyordu. çoğu zaman anlamıyordum fakat yazdıklarının ritmi hoşuma gidiyordu. birden bire o yazılar kesiliverdi.
tesadüfe bakın; onun o cemaatle herhangi bir bağlantısı yoktu ama hikayenin şahitlerinden birinden dinlemişti. hocaefendileri gazeteyi incelerken cahit ırmak'ın yazısını görmüş ve "bu da ne," demiş. ve peşi sıra yazılar yayından kalkmış.
*
leyla ile mecnun'un güzelliğini, başarısını tekrar etmeye gerek yok. bu güzellik ve başarının kaynağını da.
leyla ile mecnun'un güzelliğini, başarısını tekrar etmeye gerek yok. bu güzellik ve başarının kaynağını da.
içimizde bir yerlere dokundu gitti.
bu kadar fazla kişinin içinde yankı bulmasına hep şaşırdım. trt için fazla olduğunu düşündüğüm için bu dizinin trt'de yayınlanabiliyor olmasına ise her şeyden çok şaşırdım.
ve iktidar partili bir erk sahibinin, bağlayacak bir ihale veya uzlaştırılacak şahıslarla yemek yemek gibi atraksiyondan uzak, bir şeyin kutlamasına ya da açılışına katılmadığı bir gece televizyon karşına kurulmuş kanaldan kanala zıplarken leyla ile mecnun'a denk gelmesini ve "bu da ne," demesini korkuyla bekledim.
ve iktidar partili bir erk sahibinin, bağlayacak bir ihale veya uzlaştırılacak şahıslarla yemek yemek gibi atraksiyondan uzak, bir şeyin kutlamasına ya da açılışına katılmadığı bir gece televizyon karşına kurulmuş kanaldan kanala zıplarken leyla ile mecnun'a denk gelmesini ve "bu da ne," demesini korkuyla bekledim.
*
leyla ile mecnun belki birileri "bu da ne," dediği için değil ama gezi parkı protestoları bahanesiyle yeniden belirlenen saflar yüzünden hiç hak etmediği şekilde, seyircisine veda etmesine bile izin verilmeden, izlenme oranı düşük olduğu bahanesiyle (izleyicileri televizyondan değil, internet üzerinden izlemeyi tercih ediyormuş) yayından kaldırıldı.
bence kazın ayağı öyle değil.
sebebin dizinin yönetmeni onur ünlü ve bir kaç başrol oyunucusunun protestolar sırasında objektiflere denk gelmesi olduğunu sanmıyorum.
bana kalırsa sebep, gezi parkı protestoları nedeniyle yeniden belirlenen saflarda murat menteş'in durduğü mevzi.
leyla ile mecnun belki birileri "bu da ne," dediği için değil ama gezi parkı protestoları bahanesiyle yeniden belirlenen saflar yüzünden hiç hak etmediği şekilde, seyircisine veda etmesine bile izin verilmeden, izlenme oranı düşük olduğu bahanesiyle (izleyicileri televizyondan değil, internet üzerinden izlemeyi tercih ediyormuş) yayından kaldırıldı.
bence kazın ayağı öyle değil.
sebebin dizinin yönetmeni onur ünlü ve bir kaç başrol oyunucusunun protestolar sırasında objektiflere denk gelmesi olduğunu sanmıyorum.
bana kalırsa sebep, gezi parkı protestoları nedeniyle yeniden belirlenen saflarda murat menteş'in durduğü mevzi.
*
ankara günleriydi. şiirin tükendiğini, yeni söz söylenmeyeceğini düşünmeye başlamıştım.
'ah muhsin ünlü'
namlı onur ünlü'yü o dönem tanıdım; bir sahafın camekanına yapıştırılmış bir kağıt parçasında "karıcığım bana eroin koya" diyordu. ve şiirin henüz ölmediğine iman ettim.
aynı günlerde murat menteş, bir kısmı şizofrengi'de yayınlanan şiirlerini kendi imkanlarıyla bastıran şairle bir röportaj yapmış ve heybesini, satılmadıkları için balkonda yağmurlarla ıslanarak başına gelecekleri bekleyen, kenarı yağmurda ıslanmış mor renkli kitaplarla doldurmuştu. o kitaplardan benim payıma tam üç tane düştü: sevgilime, yakari'ye bir de bana...
bütün bunlar, gidiyorum bu sel yayıncılık tarafından basılmadan önceydi.
bu arada, murat menteş'i tanımam. bir defa kitap fuarında uzaktan görmüştüm hepsi o.
o röportaj, ah muhsin ünlü'yü daha "geniş bir odaya" aldı. başından beri muhafazakar çevre içinde olan murat menteş ve arkadaşları sayesinde kapılar ona kolay açılır oldu. kim ne derse desin, polis filmi bu referansın ürünüdür. peşi sıra gelen başarı ise kesinlikle hak edilmiştir.
yine leyla ile mecnun tarzı bir projenin trt tarafından kabul edilmesinde de bu dirsek temasının bir payı olduğunu düşünüyorum. nihayetinde murat menteş'in "ibrahim kurban"ları artık orta yaşa yürüyen adamlardır ve söz söyleyecek, karar verecek mevkilere gelmişlerdir. içlerinde "ah muhsin" onur ünlü hayranlarının olduğuna da eminim.
itiraf edeyim, karar merciinde olsam ve onur ünlü koltuğunun atında bir dosya ile karşıma gelse hiç okumadan olur veririm.
leyla ile mecnun sadece trt standartlarının üzerinde olmakla trt'ye uygunsuz değildi. kuruluşundan bu yana iktidarların resmi yayın organı olarak çalışan, memur görünümlü trt'nin ne eski ne de yeni yayın politikasına uygundu.
üstelik, oyunculardan birini devam eden mahkemesine rağmen dizide tutma cüreti, behzat ç. ile yaptıkları ortak bölüm, oyuncuları arasında yaşanan ve sadece magazin sayfalarına değil üçüncü sayfalara da konu olan kavga ve aşk üçbeşgeni düşünüldüğünde leyla ile mecnun'un yayında kalması için başarılı bir dizi olmaktan fazlası gerekir.
işte o fazla; bence murat menteş'in referansı ve "ibrahim kurban"larından başka bir şey değil.
bazılarının aklına, murat menteş başka yerlerde program yaptı da neden trt'de değil, sorusu gelebilir? -yoksa yaptı mı?-birincisi ancak arkadaşlarınıza referans olabilirsinin kendinize değil. ikinci olarak, murat menteş yaptığı programlarda söylediğini trt'de söyleyemezdi, söyleyebilse o programlar olmazdı.
o röportaj, ah muhsin ünlü'yü daha "geniş bir odaya" aldı. başından beri muhafazakar çevre içinde olan murat menteş ve arkadaşları sayesinde kapılar ona kolay açılır oldu. kim ne derse desin, polis filmi bu referansın ürünüdür. peşi sıra gelen başarı ise kesinlikle hak edilmiştir.
yine leyla ile mecnun tarzı bir projenin trt tarafından kabul edilmesinde de bu dirsek temasının bir payı olduğunu düşünüyorum. nihayetinde murat menteş'in "ibrahim kurban"ları artık orta yaşa yürüyen adamlardır ve söz söyleyecek, karar verecek mevkilere gelmişlerdir. içlerinde "ah muhsin" onur ünlü hayranlarının olduğuna da eminim.
itiraf edeyim, karar merciinde olsam ve onur ünlü koltuğunun atında bir dosya ile karşıma gelse hiç okumadan olur veririm.
leyla ile mecnun sadece trt standartlarının üzerinde olmakla trt'ye uygunsuz değildi. kuruluşundan bu yana iktidarların resmi yayın organı olarak çalışan, memur görünümlü trt'nin ne eski ne de yeni yayın politikasına uygundu.
üstelik, oyunculardan birini devam eden mahkemesine rağmen dizide tutma cüreti, behzat ç. ile yaptıkları ortak bölüm, oyuncuları arasında yaşanan ve sadece magazin sayfalarına değil üçüncü sayfalara da konu olan kavga ve aşk üçbeşgeni düşünüldüğünde leyla ile mecnun'un yayında kalması için başarılı bir dizi olmaktan fazlası gerekir.
işte o fazla; bence murat menteş'in referansı ve "ibrahim kurban"larından başka bir şey değil.
bazılarının aklına, murat menteş başka yerlerde program yaptı da neden trt'de değil, sorusu gelebilir? -yoksa yaptı mı?-birincisi ancak arkadaşlarınıza referans olabilirsinin kendinize değil. ikinci olarak, murat menteş yaptığı programlarda söylediğini trt'de söyleyemezdi, söyleyebilse o programlar olmazdı.
3 Eylül 2013 Salı
dakika ve skor
"...bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür.
gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür."*
*: alper canıgüz, alper kamu-cehennem çiçeği
gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür."*
*: alper canıgüz, alper kamu-cehennem çiçeği
1 Eylül 2013 Pazar
yorgunluk
"koca bir yazı çekirdek içleyerek
sinemalarda geçirdim,
taban teptim sokaklarda,
tırnak yedim uyudum,
denize baktım usanmadan,
ölüme inandım,
güzel, çok güzel olduğunu düşünerek,
güzelim, düşünerek
çekirdek içleyerek,
güzelim, çekirdek içleyerek
koca bir yaz geçirdim,
şimdi yorgunum biraz."*
gelin şimdi oktay rifat'ın bu güzel şiirini, başka bir ustanın, fazıl hüsnü dağlarca'nın bir mısrasını bozarak tamamlayalım, eylül hüznüne daha da uygun olsun: bir yorgunluk çökünce yürün(ür)müş yeryüzünden...**
*: koca bir yaz
**: af akşamı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)