25 Kasım 2024 Pazartesi

kadınlar ve de erkekler

barış bıçakçı size diyor, hepinize.

kadın, erkek ayırmaksızın.

"karşılıksız veya söylenmemiş bir aşkı olan genç kadın ya da erkek, âşık olduğu kişinin hayatını iş edinen bir dedektiflik bürosu kurar. küçük parçalarını bildiği o hayatın bütününü görmek için uğraşır, çıldırır. cünkü ortaya çıkacak bütünde kendi yerinin ne olduğunu ölesiye merak eder."*


*: veciz sözler

21 Kasım 2024 Perşembe

dostsuzluk

üniversiteden sonra 'dostum' diyebileceğiniz, 'dost' kavramının içini dolduran arkadaşlarınız oldu mu?

bu soruya cevabınız, "evet," olsa bile üniversite, lise, hatta daha öncesinde kurulan arkadaşlık ya da dostlukların tadı bir başka değil mi?

yeni dostlarınızla "en son ben aradım, sıra onda" ya da "benim 'başkalarının yanında susarak yürüyebilen insanlar günü'mü kutlamadı" muhasebesi yaparken, eskilerle aylarca, hatta yıllarca konuşmasanız da dün görüşmüş, araya hiç mesafe girmemiş gibi bıraktığınız yerden devam edebiliyorsunuz değil mi?

zor değil mi, biraz yaş alınca arkadaşlık, dostluk kurmak?

/artık alıp almamakta kararsız kaldığınız lüks otomobili size satabilirim. otomobil satıcılarının klasik taktiğini kullandım, 'küçük evetler'i yeterince biriktirdim./

aksi örnekler* varsa da, belli bir yaştan sonra sadece kalbini karşı cinse açmak değil dostluk kurmak da zor iş.

karşı cins konusunda bu durum yalnızlığa alışmak, konfor alanını terk etmeye değer bir hikâye bulamamak, bulunsa bile görmezden gelmekle açıklanabilir. ama dostluksuzluğun tek bi sebebi var samimiyet noksanlığı. unutulan apaçıklık, giyilen kostümler, girilen roller.

en son ne zaman kendinizi başkalarının yanında saldınız? "haklısın", "sana katılıyorum" demeden söze başlayıp, içinizden geçeni, doğru bildiğinizi söylediniz? bencil sıfatından korkmadan "hayır" dediniz? hata yapsanız bile yargılanmayacağınızı düşündünüz? yargılayanlar olsa bile umurunuzda olmadığı günler nerede kaldı?

ben söyleyeyim: bazı özel durumlar dışında, yirmili yaşlar civarı.

ondan sonra da, toplum içinde nasıl davranacağı ezberletilmiş bireyler olarak çalışma hayatına salıyorlar bizi. taşrada ya da uzak ülkelerde halktan kopuk, birbirine sığınmış çalışma arkadaşları içinde değilseniz -ki o durumlar üniversite hâlâ bitmemiş etkisine sahiptir- kendimizi yoğun bir rekabetin içinde buluyoruz.

sadece çalışma hayatı değil sosyal hayat da adeta sonraki hamleleri hesap etmeniz gereken satranç oyununa dönüşüyor. komşular, iş arkadaşları, marketteki kasiyer kız, spor salonundaki antrenör, hatta hoşlandığımız insanla kendimiz gibi değil olması gerektiği gibi ilişkiler kuruyoruz.

/ulan, hoşlandığımız kızı ne zaman arayacağımıza dair kurallar var. hemen arayamazsın. bir kaç gün geçmesi şart.

ulan mı?

evet, "ulan"./

buzluktan çıkalı çok olmuş buz küpleri gibi köşelerinin keskinliği kaybolmuş şekilde muhatap oluyoruz muhataplarımızla. aksi takdirde, konu komşu ne der? ne der müdürümüz? asansördeki kız?

hâlinin farkında olan insan karşısındakinin de ne hâlde olduğunu biliyor. yani sahtelik değilse de doğallıktan uzak paylaşmaklar. saçının rengine yapılan iltifat samimi, arkadaşının dediği gibi kilo vermemiş olabilir. çünkü aksi durumda kendisi birine saçının rengini övmüş, diğerinin eksilen kilolarını abartmıştı.

söyler misiniz, böyle bir ortamda kime samimiyetle açılacak kimin karşınızda çırılçıplak durduğuna inanacaksınız?

ve böyle bir ortamda birine nasıl "dostum" diyebileceksiniz?


*: evet, saydım. beş tane dost sıfatını hak edecek arkadaşım var üniversite sonrası tanıdığım. kadın da var erkek de. benden büyük de var içlerinde küçük de. ama hepsinin en ortak özelliği şu: birbirimizin ciğerini biliyoruz. günahlarımızı, sevaplarımızı, zaaflarımızı, acılarımızı, korkularımızı. ne varsa....

19 Kasım 2024 Salı

mektup

iyi aile çocuğu federer'den en büyük rakibi ve belki de en iyi arkadaşı nadal'a.

bazan eşe yazılmış, muhasebeye soyunmuş aşk mektubu tadı verse de benim aklıma leonard cohen şarkısı chelsea hotel, no:2 geldi.

/nadal tam da son turnuvası olacağını duyurduğu davis cup'ta, belki de son profesyonel maçını oynarken./

*

vamos, rafa!

sen tenisten emekli olmaya hazırlanırken, paylaşmak istediğim birkaç şey var...

bariz olanla başlayalım; beni alt ettin... hem de çok kez. benim seni alt etmeyi başardığımdan daha fazla. bana kimsenin yapamadığı şekilde meydan okudun. toprak zeminde kendimi senin arka bahçene girmiş gibi hissettim ve beni tahmin edemeyeceğin kadar çok geliştirdin. oyunumu yeniden hayal etmemi sağladın, hatta bir avantaj elde etmek umuduyla raket başımın boyutunu değiştirtecek kadar ileri gittin...

batıl inançları olan biri değilimdir ama sen bunu bir üst seviyeye taşıdın. tüm yaptıkların, tüm o ritüeller... oyuncak askerler gibi su şişelerini dizmen, saçını düzeltmen, iç çamaşırını ayarlaman... hepsini son derece yoğun bir şekilde yaptın. gizliden gizliye hepsini sevdim. çünkü çok eşsizdi, çok kendindin.

ve biliyor musun rafa? oyundan daha çok keyif almamı sağladın...

belki başlangıçta değil. iki bin dört australian open'dan sonra ilk kez bir numaraya yükseldim. dünyanın zirvesinde olduğumu sanıyordum. ve öyleydim de, ta ki iki ay sonra sen miami'de kırmızı atletinle korta çıkıp o pazularını gösterene ve beni ikna edici bir şekilde alt edene kadar... senin hakkında duyduğum tüm o söylentiler, mallorca'dan gelen bu inanılmaz genç oyuncu, jenerasyonluk yetenek, muhtemelen bir gün bir majör kazanacak, sadece aldatmaca değildi... ikimiz de yolculuğumuzun başındaydık ve sonunda bunu birlikte başardık.

yirmi yıl sonra rafa, şunu söylemeliyim; inanılmaz bir kariyer geçirdin. on dört roland garros... ispanya'yı gururlandırdın. tüm tenis dünyasını gururlandırdın. hâlâ paylaştığımız anıları düşünüyorum. sporu birlikte tanıtmak... o maçı yarı çim, yarı toprakta oynamak... cape town, güney afrika'da elli binden fazla taraftarın önünde oynayarak tüm zamanların seyirci rekorunu kırmak... her zaman kahkahalarımızı paylaşmak... kortta birbirimizi yıprattıktan sonra kupa törenlerinde neredeyse kelimenin tam anlamıyla birbirimizi tutmak zorunda kalmak...

iki bin on altıda rafa nadal akademisi'nin açılışına yardımcı olmam için beni mallorca'ya davet ettiğiniz için hâlâ minnettarım. aslında ben kendimi davet etmiştim. orada olmam için ısrar etmeyecek kadar kibar olduğunuzu biliyordum ama bunu kaçırmak istemedim...

dünyanın her yerindeki çocuklar için her zaman bir rol model oldunuz ve mirka ile ben tüm çocuklarımızın sizin akademilerinizde eğitim almış olmasından dolayı çok mutluyuz. Binlerce genç oyuncu gibi onlar da harika vakit geçirdiler ve çok şey öğrendiler. Yine de çocuklarımın eve solak bir tenisçi olarak dönecekleri konusunda hep endişeliydim.

bir de londra var; iki bin yirmi iki'deki laver cup... son maçım. rakibim olarak değil ama çiftler partnerim olarak yanımda olman benim için çok şey ifade ediyordu. o gece seninle kortu ve gözyaşlarını paylaşmak sonsuza dek kariyerimin en özel anlarından biri olacak.

rafa, destansı kariyerinin son ayağına odaklandığını biliyorum. bittiğinde konuşuruz. şimdilik, başarında kilit rol oynayan aileni ve ekibini kutlamak istiyorum. ve bilmeni isterim ki eski dostun seni her zaman destekliyor ve bundan sonra ne yaparsan yap aynı şekilde destekleyecek.

her zaman en iyi dileklerimle, taraftarın.

roger federer

17 Kasım 2024 Pazar

ikinci okuma

jaume cabre, itiraf ediyorum'da her okurun bildiği şeyi çok güzel söyler:

"ikinci kez okunmayı hak etmeyen kitap okunmaya değmez ama bir kez okumadan bunu bilmek imkânsızdır."

kolayca unutulacak bir ilişkiye değmez ama bunu muhatap olmadan bilmek imkansız, diyorum ben de.

sonra da sözü uzatmıyor, tıpkı jaume cabre gibi bitiriyorum:

"hayat böyle de acımasız."

14 Kasım 2024 Perşembe

soru - cevap

"yazmakta olduğum harfler," diye düşündü adam.

"yazmakta olduğum harfler hangi gözlere değecek de o gözler bu harflerden kelime oluşturacak ve o kelimelerden anlam yaratacak?"

"ne önemi var?" dedi, sonra. "önemli olan yazılmış olması."

12 Kasım 2024 Salı

yıllar sonra

geçen gün bir çift dikkatimi çekti. elli yaş civarı. adam kadına, "burayı sen hallet, ben diğer tarafı," minvalinde bir şeyler söyledi ve gitti. elbette duymadım, beden dillerinden hissettiğim, izlediğim manzaraya elimde olmadan kondurduğum altyazı bu oldu sadece.

nasıl da soğuk, sevgisiz, hatta öfkeli bir andı anlatamam. sanki 'eş'iyle değil düşmanıyla konuşuyordu. olmayı istemediği bir yerdeki mevcudiyetinin sebebi karşındaki insanmış gibi öfkeyle.

evli olduklarını, evli insanların büyük ama çok büyük kısmının bu şekilde olduğunu düşündüm çağrışımın sonsuz hızıyla.

/biliyorum, bu bir genelleme, bütün genellemeler sonuçta yanlış yere çıkar vesaire...

hele siz hiç öyle çiftler değilsiniz.

sevişmeleriniz banyo günlerine ayarlı değil, sevişmeden önce üzerinizden çıkanları katlayıp sandalye, koltuk üzerine koymuyor, niteliklerine uygun kirli sepetine atmıyor neresi olursa fırlatılmış kıyafetler arasında dahil oluyorsunuz birbirinizin mahremiyetine./

yine çağrışımın terkisine atlayıp sonsuz hızla bambaşka anlara gittim. sadece öfke değil nefret de görüyorum ben bu tarz çiftlerin yüzünde, davranışlarında. sadece mutsuz, gergin, öfkeli değiller. hiçbir makyaj malzemesinin kapatamadığı bir çirkinlik de gelip yerleşiyor yüze. yaşlanmak sanılan, yaşlanmakla açıklanan.

ister mantıkla ister aşkla çıkılmış olsun yolun sonu buraya varıyor galiba.

bu insanlar iyi dost, mükemmel mesai arkadaşı, kanka, ahretlik olmaya devam ederken neredeyse bütün zamanlarını birlikte geçirdikleri, birlikte çocuk gibi dünyanın en güzel şeyine vesile oldukları, mecazi ve gerçek manada bütün kirlerine şahit bir insana bu davranışları ve duyguları reva görebiliyor.

eşi yatağın diğer yanında acılar içinde uykuyu beklerken kendisi mışıl mışıl uyuyor ama burnu kızaran mesai arkadaşı için iyi gelecek ilacı unutmayayım diye akşamdan çantasına koyuyor. ofiste yan odadaki eleman mutfakta çay alırken çok dalgındı acaba bir derdi mi var diye düşünüyor, dertleniyor da eşinin yemekte düşünceli olduğunu, çok sevdiği yemeği bile tabağında bıraktığını fark etmiyor bile. bilmem kimin mesajına hemen dönüyor da eşinin mesajına yanıt vermek için öğle molasını bekliyor, hatta cevap vermeyip, akşam olduğunda 'eve gelince konuşuruz nasıl olsa' diyebiliyor. pazar günleri ne yapacağını bilemiyor da arkadaşlarıyla geçirdiği bir kaç saatten bir kaç yıl gençleşmiş olarak dönüyor.

evet, bu insanlar kötü değiller. birbirlerine kötüler. bazan yavaş bazan hızlı yıllar sonra buraya varıyorlar.

ama asıl soru şu: buna neden razı geliyorlar? orada kalmaya, bunu çekmeye, geçen zamanı seyretmeye...

9 Kasım 2024 Cumartesi

dakika ve skor

"Çocukluğumda kateşizmden, kollarında beyaz fiyonklar olan lacivert takım elbise içinde, ilk uzun pantolonlu komünyondan, çıkışında sevgiliyle konuşulan pazar ayinlerinden, bütün o bildik aşamalardan geçmiştim. Sonra, o yıllarda moda olduğu üzere kurallara uyumaktan vazgeçtim, ama sembollerle alay edecek kadar da ileri gitmedim hiç. Sınıf arkadaşlarıma, ya kilisenin cebinden çıkan parayla yapılmış bütün o kutsal sanat israfının bir aptallık olduğunu, ya da -biraz da kafayı bulduğumda- günahlarımın tadını çıkarmanın tek yolunun Katolik olmaktan geçtiğini söylüyordum; ama o büyük ızdırap ya da korku anlarında da bir kiliseye gidip dua ediyordum."*


*: jorge barón biza, çöl ve tohumu

5 Kasım 2024 Salı

dua

"Madem ki varsın, şarkıma katıl,
Esirgeme müziğini benden,
Esirgeme Tanrım;"*

*: cevdet karal, şarkıma katıl [tanrının kurduğu saatler]

3 Kasım 2024 Pazar

cevapsız kalan sorular

taipei'de bir intihar hikâyesi için 'ilk' zeyl:

evet, kız 'gitti'. ve genç bir adam kaldı geride. gidenin ardından, "bu gidişte benim payım var mı? varsa ne?" diye soran bir adam. bunun sorusunu ve azabını taşıyan bir adam. çünkü, böyle bir 'gidiş'in peşi sıra herkes suçlar kendini. en azından sorar: benim payım var mı, engel olabilir miydim?

bir de ben kaldım geride. cevabını arayan bir çok soruyla...

kızın arayıp tıraş bıçağı istemesinde bir gariplik yok; çünkü otelde verilen hizmetlerden biri bu. ama ya oğlana tutması için elini uzatmışsa.

kız oğlana sarılırken, "gitme" mi diyordu? yoksa bu ihtimali aklına dahi getirmeden paylaştıkları anlar için teşekkür mü ediyordu?

ya oğlan? neden "gitme, kal" demedi? dese, kız kalsa değişen bir şey olmayacağı için mi? yoksa kızı anladığı, kararına saygı duyduğu için mi?

görev bilinci baskın çıktığı ve görevinin gideni durdurmak değil gidişine saygı göstermek olduğunu hatırladığı için mi?

belki de, gitsin istedi. o gidebiliyorsa ben de gideyim.

peki, kız neden vaz geçmedi gitmekten? her şey değişmiş gibi olsa da bir süre sonra eski haline döneceği için mi?

*

ama cevabı bildiğim bir yer var. "açarken dikkat et, elini kesmeyesin." dediği yer.

o sevgiyi, o şefkati iyi bilirim işte.

1 Kasım 2024 Cuma

o sahne: taipei suicide story (2020)

/her şey bir denklikle başladı. birbirine denk düşen bir sürü şeyle.

elimde boş bir çerçeve, kitaplığın karşısındaki duvarda tam da o boyutta bir boşluk vardı. nihayet, duvarımda görmek isteyecek kadar güzel bir şeye rastladım.

ama filmi izlememiştim. dahası duymamıştım bile. filmi izledim, çerçeveyi doldurdum, kitaplığın karşısındaki duvara astım./

KEFF namlı tayvan-amerika kırması yönetmenden, senaryosu da ona ait kırk beş dakikalık bir kısa film bu. biraz acı, biraz ateş, en çok da ters köşe. gerçekten kısa ama fazlalıkları atılmış, derdini kırk beş dakikaya sığdırmış bir film de denilebilir.

filmin afişine bakıp, tanıtım yazısını okuyunca uzak doğu usulü before sunrise (1995) beklediğimi, resepsiyon görevlisi ile genç kız arasındaki konuşmaları izlerken, "pekala, chungking express'teki hikâyelerden biri olabilirmiş" diye düşündüğümü inkar etmeyeceğim.

/evet, 'inkar' ve 'inkar etmeyeceğim' kalıbı yenilgiye değilse de, bir yanılgıya işaret ediyor./

film bir otelde geçiyor. filmin başında taksiyle otele gelen çifte bakarak saatlik, ucuz otellerden sanıyorsunuz ama öyle değil. intihar oteli burası. müşterilerin sadece bir gecelik rezervasyon yaptırabildiği, ne olursa olsun sabah olduğunda çekip "gittiği" bir otel bu.

otel ilk açıldığında kabul edilemez bulunmuş olmalı ki o ilk günlerde önünde gösteriler yapılırmış. resepsiyon görevlisinin ailesi oğullarının nerede çalıştığını kendilerine saklıyor mesela. oğullarının lüks bir otelde çalıştığını söylüyormuş soranlara.

otel çalışanları sadece müşterilerin arzularına saygı duymuyor, arzuları gerçek olsun diye en iyi malzemeyi onlara sunuyorlar. müşterilere iyi hizmet sundukları için mutlu ve gururlu olduklarını söylemek mümkün. kaldı ki, korkunç bir yabancılaşma içinde ölüleri bozulduğu için çöpe atılacak nesneye, içindeki bittiği için kurtulmaları gereken bir ambalaja indirgiyorlar.

tıpkı, hastaya bakınca ruhu olduğunu unutup biyokimyasal bir makine gören doktorlar gibi. ama bu bir eleştiri değil, böyle bakamayınca mesleği sağlıklı icra etmenin mümkün olmadığına işaret.

/bu otellerin varlığına dair bir kaç haber okuduğumu hatırlıyorum. ama film bu gerçeği mi işaret ediyor, yoksa zamansız bir distopya mı anlatıyor emin değilim.

belki de haber sandığım, bu filme dair paylaşımlardı./

film sonbahar renkleri ve soğuk mavinin hakim olduğu mekanlarda geçiriyor. kameranın durduğu yer her defasında çok güzel. adeta görmeniz için değil, hissetmeniz için bu olanlar diyor yönetmen. tek bir sahne dışında müzik  yok. orada da, yeri ve zamanında.

filmi belgesel ya da tanıtım filmi olmaktan çıkaran kırılma ise bir haftadır "gitmediği", otelde kalmaya devam ettiği fark edilen genç kız sayesinde oluyor. resepsiyon görevlisi ile genç kız arasındaki "ilk an" güzel şeyler olacağına dair hisler büyütüyor şahit olanlarda.

kız, hayatı boyunca kendini yalnız hissetmiş ama otele gelince hiç de yalnız olmadığını, kendisi gibi başkaları da olduğunu öğrenince gidememiştir. yalnızlık hissetmemek hoşuna gittiği için de otelden ayrılmamıştır.

tesadüf bu ya. gece otelden çıkıp yakındaki bir markete gidiyorlar. ve elbette konuşuyorlar. birbiriyle konuşabilen, birbirini anlayan iki insan: içimizde birbiriyle konuşan yaprak bolluğu/ yalnızlık bir başına kalmıştır.

/bir sürü güzel cümle, doğru saptama var o sohbette. al her birini, sosyal medyada paylaş. bir kaç 'beğeni'ye sebep olabilir bile. gerçekten iyiler./

otele dönerler. kız odasına çıkar ve bir süre sonra resepsiyonu arayıp odasına tıraş bıçağı ister. hatta hangi markanın daha iyi olduğuna dair konuşurlar bile. belki de bu, oğlan onu sudan çıkartsın diye elini uzatmaktı.

resepsiyon görevlisi tıraş bıçağını odaya asansör mantığıyla çalışan tüple yollamak yerine bizzat kendisi götürür. o eli tutmak, bir daha bırakmamak için çıktı sanırız.

o sahne, o sırada, odada. hayat galip gelmiş, görevinin ne olduğu deneyimli mesai arkadaşı tarafından kendisine hatırlatılmış resepsiyon görevlisi kırmızı kadifeyle kaplı tepsideki tıraş bıçağı paketini genç kıza sunarken:

perdesiz gitar eşliğinde odaya girer. gitar sesi örttüğü için duymayız ama kız televizyonun karşısında karaoke şarkı söylemektedir.
- sesin güzel. neden durdun?
çocuğa bakar, ayağa kalkar, bir şey söylemeden karşısında durur. çocuk tepsiyi takdim eder.
- istediğin tıraş bıçakları... açarken dikkat et, elini kesmeyesin.
kız hiçbir şey söylemeden tepsideki tıraş bıçağı paketini alır. kızın yüzünde "n'olur allahım, bir şey desin" ifadesi. ki sahne boyunca bu ifade yüzünden eksik olmayacak.
- e? kararını verdin mi?
- henüz vermedim. önce bir duş alacağım. sonra ne hissettiğime bir bakacağım.
- kulağa iyi geliyor.
sessizlik girer araya. asla suskunluk değil.
- o zaman... seni rahat bırakayım.
oğlan sırtını kıza döner ama odadan çıkışını başlatacak ilk adımı atamaz. kız gelip arkadan ona sarılır, yüzünü sırtına yaslar. "teşekkürler" diye fısıldar.
resepsiyon görevlisi geriye döner ve bir şey söylemek istercesine genç kıza bakar. o şey dilinin ucundadır sanki. o susunca kız sorar.
- sorun ne?
- yok bir şey.
"emin misin?" diye sorar kız bir daha. cevap gelmez oğlandan. uzun bir suskunluğun ardından, "iyi geceler" der sadece.

"iyi geceler," der, kız. uğurlar gideni.