29 Haziran 2011 Çarşamba

ayna

yatırıldığı sanatoryumda, lujin'in 'yolda bagajının büyük bir bölümünü kaybederek' de olsa 'uzun bir yolculuktan geri' dönmesini sağlayan doktoru, kaybedileni yerine koymak için kitap okumasını tavsiye eder. dostoyevski'den herhangi bir şey okumasını ise yasaklar.

"zira dostoyevski, doktorun deyimiyle, çağdaş insanın ruhunda baskılı bir etki yaratıyordu, sanki korkunç bir aynaymış gibi."*



*:vladimir nabokov, lujin savunması

26 Haziran 2011 Pazar

muhasebe

hayatımızda yarım, eksik kalmış bir şeylerin olabileceğini, bunun bir çeşit insanlık kaderi olduğunu çok iyi biliyorum.

zaman zaman eski defterleri karıştırıp geçmişin muhasebesine soyunsam da, hiçbir zaman eksik kalmış o şeyleri, ya tamamlayacağım ya da yok edeceğim, diye kendine rota çizenlerden olmadım.

buna muktedir olmadığım için değil, hayatımda bir şeylerin yarım kalmasına aldırmadığım için. hatta, belki de yarım halleriyle tamamlar, diye düşünüyorum. demek ki hacmi, içimdeki saltanatı bu kadarmış, diye...

24 Haziran 2011 Cuma

seemann*

gecenin üçünde bir alman'a sokaklarda tek bir araba yokken kırmızı ışığın yeşile dönüşmesini bekleten disiplini, almanya'nın makine nizamıyla işleyen ve son dakikaya kadar büyük bir adanmışla mücadele eden futbol takımını her zaman sevdim.

ama almanca'dan nefret ettim. hatta, arkadaşımın almanca eğitim veren bir lisede okumasına rağmen, artikel ezberlemeyi reddettiği için almancası iki gelen ve takdir alamayan yeğeni kahramanlarımdan biridir.

galiba bu yüzden sevdiğim almanca şarkı pek az. bunların birincisi ise ekşisözlükten supbilili luma'nın yaptığı "hüznün almancası" tanımını sonuna kadar hak eden şarkı.

ve vakit, o birinciyi dinleme vakti: seemann**...

*rammstein, seemann



**:şarkının sözleri burada. ama ben, şarkıya yanlış anlamalar katan 'fener' yerine 'sokak lambası' diyerek okumanızı tavsiye ederim.

'enternasyonal' bahsi için zeyl

kadim dostum rehavet -ki kendisi çevirmen, yazar, ev erkeği, amca, profesyonel dansçı, su altı araştırmacısı, amatör dalgıç, fotoğrafçı, vetaran rugby oyuncusu ve müstafi iktisatçıdır- tek cümleye sıkıştırmaya çalıştığım günün ihmal edilmemesi gereken bir ayrıntısını 'yorum'larak bana hatırlatınca, eski defterleri karıştırdım.

'eski defterler' mecaz değil, o vakitler benim için blog müessesesi henüz icat edilmediğinden ben de 'günlük' diyerek, bir deftere sahibini arayan ama asla bulamayan mektuplar yazıyordum.

her zaman olduğu gibi uzun uzun anlatmışım: o sabah, berlinlilerin 'berliner grau' adını verdiği gökyüzünde kar kokusu varmış. iyi misafirler gibi yatağımı topladıktan sonra rehavet'in hazırladığı mükellef kahvaltı masasına oturmuş, kahvaltımızı yaparken bir yandan da avustralian open'da sharapova - henin maçını izlemişiz. sharapova maçı beklenenden kolay kazanmış.

ardından soğuk havaya aldırmadan kendimizi sokağa atmışız. rehavet bilgisayarda işini yaparken oyalanayım diye yanıma new york üçlemesi'ni almışım.

sonrası o defterden:

sohbet ederek prenzlauer berg'e doğru yürüdük. prenzlauer berg, berlin'in yükselen yıldızı. önceden doğu berlin sınırları içinde olan, duvar yıkılınca bir çok binası evsizler tarafından işgal edilip kullanılan, entelektüel tayfanın keşfetmesiyle şimdilerde evleri restore edilen, işsiz ve öğrencileri uzaklaştırmaya dayanan mutenalaştırma politikalarının sonucunda kira fiyatları giderek artan bir semt. fazlasıyla cihangir dolaylarını hatırlatıyor.

hatta beirut'un burası için şarkı yapmışlığı bile var: prenzlauer berg...

dolaşmayı, bir şeyler yemeyi ve ingilizce kitap satan büyükçe bir kitapçıya uğramayı planlıyorduk. en büyük arzumuz ise, interneti olan bir mekan bulmak, rehavet'in mesaisi başladığında ev dönmek zorunda kalmamaktı.

nihayet camekanına kondurdukları bir sembolle 'internetimiz, siz velinimetimiz müşterilerimize feda olsun' diyen bir mekan bulduk. ıraklı bir amcanın çalıştırdığı küçük bir yerdi. radyoda arapça şarkılar çalıyordu. hatta mustafa sandal bile çaldı*.

rehavet mesaisine, ben de berlinde new york düşlerine daldım. polisiyenin ucuz olmaktan çıkıp edebiyata yürüyen tadı.

mekanın duvarında fazla büyük olmayan, beni garip bir biçimde etkileyen yağlı boya bir tablo vardı. tanıdıktı, ama nereden? fırtınanın ortasında büyük bir yelkenli gemi. ve uzakta bi fenerin ışığı. sanki o ışık bir umut ve her şey geminin o ışığa ulaşması ile mümkündü. soğuktu ve gemi boyunu aşan dalgalar arasında güçlükle ilerliyordu.

/aslında benim hatırladığım, turner'ın denizde kar fırtınası tablosuydu. ve aynı turner 'böyle bir manzaranın neye benzeyebileceğini göstermek istiyordum. bunun için bir geminin direğine kendimi sıkıca bağlattım. dört saat boyunca deniz ve kar tarafından kamçılandım. sağ çıkabildiğim takdirde böyle bir fırtınayı resmedebilmenin tek yolu buydu.' diye anlatır, denizde kar fırtınası tablosunun hikayesini./

hesabı ödeyip çıkarken amcamıza tabloyu sorduk. yaklaşık yirmi yıl önce bir sokak ressamından elli marka satın aldığını, ressamın tabloyu bizzat gözünün önünde yaptığını söyledi.

dışarı çıktığımızda rehavet'e dönüp, 'kuşkusuz bu amca, yirmi yıl önce de bizden büyüktü ve o zamanlar bir sokak ressamından yağlıboya tablo alabilecek kadar sanata duyarlıydı. acaba ne değişti de o tablo şimdi bir kafenin duvarını süslüyor? yaşlanmak, hayat mücadelesi denilen şey bizi de değiştirecek mi?' diye, sordum.

ya cevabı bilmiyordu ya da cevaptan korkuyordu.

sustuk.

peşi sıra sulu sepken başladı. geri dönmek yerine internet hizmeti olan, işletmecisinin türk olduğunu öğreneceğimiz bir italyan lokantasına oturduk.




*: şarkının adını yazmamışım, hatırlıyorum.

23 Haziran 2011 Perşembe

o sahne: stranger than fiction (2006)

'bu, harold crick adında bir adamın hikayesidir. ve onun kol saatinin.'

*

ilk çıkışını monster's ball ile yapan, the kite runner ve james bond'un -şimdilik- son macerası quantum of solace ile popülerlik kazanan alman asıllı yönetmen marc forster'ın yönettiği, kıymeti bilinemeyen ve sessiz sedasız gündemden kaybolan bu filmin senaryosu ise zach helm'in.

yönetmenin sevenleri, bende iz bırakmamış finding neverland dese de, benim favorim stay'dir. bana kalırsa, hak ettiği ilgiyi görmeyen stay'in imge yüklü dünyası oldukça iyi kurulmuştu.

stranger than fiction ise, farklı konusu, görüntü yönetimi, eğer bana her daim itici gelmiş will ferrel'ı saymazsak oyuncularıyla da başarılı, akılda kalan bir film. aşık olunası karakter ana rolüyle maggie gyllenhaal müthiş, usta oyuncular emma thompson ve dustin hoffman ise döktürüyor. hatta işkolik yazar asistanı rolünde queen latifah bile...

filmi bir başyapıta dönüştürmeyen ise, sinopsisi charlie kaufman zihninden çıkma hissi uyandırsa da senaryonun altında kaufman'ın imzası olmaması. üstelik bu gözler the truman show'u da gördü.

*

filme gelince, harold crick bir gün roman kahramanı olduğunu fark eder ve sonra olaylar gelişir.

kafasının içindeki bir ses, yaşamanın sadece zamanı doldurmaktan ibaret olduğununu sanan harold'un bütün rutinlerini, hatta vergi dosyalarının birbirlerine sürtünerek çıkarttıkları sesin ona kum tanelerini bir bir döven, dalgaların sesini anımsattığını ve o sırada aklından, bu sese çalışma hayatım boyunca uçsuz bucaksız derin okyanuslar oluşturacak kadar çok tanık oldum, diye geçirdiğini bile bilmektedir.

ve bu romanın sonunda öleceğini...

bunun üzerine harold, bir gün öleceğini bilse de bu durumla yüzleşen herkes gibi gidişatı durdurmaya çalışır. haliyle, ilk durağı da modern zamanların 'kutsal inek'i psikoloji olur. metodları farklı olsa da tüm psikologlar, durumun açık, onun ise şizofren olduğunu söyler. o da son çare olarak bir edebiyatçıya danışmaya karar verir.

profesör hilbert'i yeniden görüşmeye ikna ettikten sonraki buluşmalarında, profesör ona roman kahramanı olup olmadığını anlayabilmek için sorular sorarken, biz de klasik yunan edebiyatından çin fabllarına, polisiyeden çok-satarlara kadar edebiyat tarihini tekrar ederiz.

o sahne bu sorulardan sonra gelir ve ana'nın ona aşık olabilceği ihtimali harold'a ölüm de dahil her şeyi unutturur:


"- what's your favorite word?

- integer.

- good, good, good.

- do you aspire to anything?

- no.

- conquer russia?.. win a whistling contest?

- no.

- harold, you must have some ambition.

- i don't think so.

- some underlying dream. think.

- well i've always wanted my life to be more musical.

- like west side story?

- no.

- like...

- what?

- well, i've always wanted to learn to play the guitar.

- okay. the last thing to determine conclusively is whether you're in a comedy or a tragedy. to quote italo calvino: 'the ultimate meaning to which all stories refer as two faces: the continuity of life, the inevitability of death.' tragedy, you die. comedy, you get hitched. most comic heroes fall in love with people introduced after the story has begun. usually people who hate the hero initially. although i can't imagine anyone hating you, harold.

- professor hilbert, i'm an irs agent. everyone hates me.

- right, right. good. have you met anyone recently who might loathe the very core of you?

- i just started auditing a woman who told me to get bent.

- well, that sounds like a comedy. try to develop that."






*serbest çeviri:

"- en sevdiğin kelime nedir?

- küsüratsız.

- güzel, güzel... delice arzuladığın bir emelin var mı?

- hayır, yok.

- rusya'yı fethetmek?.. ıslık çalma yarışmasını kazanmak da mı?

- hayır.

- harold, belli konularda hırsın olmalı.

- sanırım yok.

- bilinç altında. düşün.

- aslında, her zaman, daha müzikâl bir hayatım olsun istemiştim.

- 'batı yakası hikayesi' gibi mi?

- hayır. daha çok...

- ne?

- her zaman gitar çalmayı öğrenmek istemişimdir.

- tamam. ortadan kaldırılması gereken son muammamız bir komedyanın mı yoksa bir tragedyanın mı içinde olduğun. italo calvino'dan bir alıntı: 'her hikâyenin yüzüne baktığında belli başlı iki anlam görürsün: biri hayatın devam ettiği, diğeri ölümün kaçınılmaz olduğudur.' tragedya seni öldürür, komedya ise evlendirir. çizgi roman kahramanlarının birçoğu, hikâye başlar başlamaz tanıtılan insanlara âşık olur. genellikle bunlar, başlangıçta kahramandan nefret ederler. her ne kadar birinin senden nefret edebileceğini düşünmesem de harold.

- profesör hilbert, ben bir maliye müfettişiyim. benden herkes nefret eder.

- doğru, evet... son zamanlarda, senden ciddi ciddi nefret eden birileri ile tanıştın mı?

- daha yeni, gidip kendimi becermemi söyleyen bir kadının defterlerini denetlemeye başladım.

- bu başlı başına bir komedi gibi görünüyor. bunun üzerine odaklanalım."

22 Haziran 2011 Çarşamba

yirmi iki haziran: gündönümü fırtınası

yüksek basınçtan alçak basınca olan hava hareketine rüzgar adı verilir. hızı saatte elli dört kilometrenin üzerine çıkan rüzgara fırtına, yüz yirmi kilometrenin üzerine çıkanlara ise kasırga denir.

türkiye de yılın belli zamanlarında bu fırtınalardan nasibi alır. kaos teorisinin işaret ettiği üzere, bunları formüle etmek söz konusu değilse de yaklaşık olarak tarihlerini söylemek mümkündür.

bu fırtınaların en önemlileri ise şunlardır: zemherir-8ocak, aya andon-29ocak, husun-11mart, kocakarı-17mart, kaskavuran-23mart, kırlangıç-8nisan, kuğu-17nisan, sitte-i sevr-23nisan, çiçek-4mayıs, kokulya-20mayıs, ülker-23mayıs, kabak-30mayıs, gündönümü-22haziran, yaprak-30haziran, kızıl erik-29temmuz, bahurun-31temmuz, mircan-31ağustos, çaylak-13eylül, kestane kırası-27eylül, turna geçimi-30eylül, koç katımı-4ekim, meryem ana-21ekim, kırlangıç-18ekim, bağbozumu-21ekim, balık-27ekim, ülker-29ekim, gündönümü-22aralık.

bu fırtınaların en şiddetlileri ise, gündönümü ve özellikle karadeniz'de etkili olan aya andon fırtınasıdır.

illegal party

dün akşam saat sekiz buçuk gibiydi. yılın en uzun gününün güneşi yeni batmış, hava kararmaya başlamıştı. fenerin yan tarafındaki kayalıktan gelen sesleri farkettim.

bir kaç gündür sivrikaya'yla kıyı arasında levreklerin gümüşlerini görüyordum. levreğe gelen balıkçılardır, diyerek, biraz laflarız düşüncesiyle kendimi dışarı attım.

kayalıkta kızlı erkekli yaklaşık on kişi vardı ve hiçbiri balık tutmaya gelmemişti. mustafa abi'nin oğlu atakan dışında aralarında tanıdığım biri yoktu. içinde ne olduğunu belli eden siyah poşetlere bakılırsa kalıcı görünüyorlardı. üstelik gitarları da vardı.

beni farkedince sustular, kızlar erkek arkadaşlarından uzaklaştı, atakan bana doğru yürüdü. babası ablamın sınıf arkadaşıydı ve kim ne derse desin, futbol oynarken izlediğim en yetenekli insandı. hiç unutmam, şehir stadında yapılan okullar turnuvasında endüstri meslek lisesi'ne birbirinden farklı yedi gol atmıştı. hatta o gollerden birinde, kornerden gelen topa arka direkte sadece kalçasıyla dokunmuştu. liseyi zar zor bitirdikten sonra bir kaç defa spor akademisi sınavlarına girmiş ama başarılı olamamış. üçüncü ligde anadolu takımlarını dolaşarak on yıl kadar top oynamış, futbolu bırakınca da, o zamanki hükümete yakın bir akrabasının araya girmesiyle şehir stadının sorumlusu olmuştu. stada koşmaya gittiğim kış günlerinde muhakkak yanına uğrar, anadolu'da oradan oraya giderek geçirdiği yılları dinlerdim.

atakan, geldiklerinde fenerin bahçesine girip kapıyı çaldıklarını söyledi. ama evde yokmuşum. hilalin bir ucundan diğer ucuna, fenerden balıkçı sığınağına koşmak için evden çıktığım sırada gelmişlerdi. sonrasında duş, yemek, e-posta kontrolleri derken farketmemişim. kızları içlerinden biri arabayla getirmiş, geri kalanlar da dikkat çekmemek için dolmuşla gelip, fenere ayrılan yol ağzında inmişti. dolmuştakiler en fazla, üniversiteliler bu gece fenerin yan tarafında alem yapacak, diye düşünmüştür. araba dikkat çeker diye de, aynı arkadaşları arabayla geriye dönmüş sonradan dolmuşla gelmişti.

üniversite için dört bir yana dağılan bu çocuklar, yılın en kısa gecesini bahane ederek, bir parti verelim, demişler: underground party. hem de bir anlamı, havası olur, hem de özlem gideririz. planlarını sadece yakın arkadaşlara haber vererek bu akşama kadar gelmişler.

atakan bunları bir nefeste anlatıp, benim için sorun olup olmayacağını sordu. ben de zamanın gerçekten değiştiğini, gençlerin illegal gösteri yerine parti yaptığını söyledikten sonra, benim için farketmez, dedim. zaten bu gece dörde kadar uyumayıp kıtalar arası bir telefon görüşmesi yapmam gerek. hatta saat dörde doğru yoklarsın da uyuduysam uyandırırsın beni. yalnız kafayı bulup denize girmeyin, kurtarmam.

gitmeden önce bir kayaya yaslanmış perdesiz gitarı işaret ederek, bir de, dedim. eğer akdeniz akşamlarını çalacak olursanız polisi ararım.

20 Haziran 2011 Pazartesi

macera

babam hikayeleri olan, bunları anlatmaktan keyif alan bir adamdı. okuduğu kitaplar, seyrettiği filmler ve elbette yaşadıkları o anlatırken bambaşka bir şeye dönüşür, kayıtsız kalamazdınız.

aile ya da arkadaş kalabalıklarında söz sırası babama gelir, her defasında sohbetin niteliğine uygun bir anlatıyı oraya ekleyiverirdi.

bazan anlattığı bir anının peşi sıra ortamı sessizlik kaplar, dinleyenlerin yüzüne "bunları yaşadın da ne oldu, eline geçti?" diyen ifadeler gelip yerleşirdi. bu ifadeleri o da farkediyor olmalı ki, "benim için bir macera oldu," der, sessizliği dağıtırdı.

*

macera...

ama bildiğiniz "macera"lar gibi değil. babam, ilk hecedeki uzadıkça uzayan "a" sesini normalden kısa söyler, geriye kalan ne varsa aynı bırakırdı.

bu, yöresel bir deyiş, aileden kalma bir söyleyiş ya da yabancı bir dilin tortusu değildi. nereden tevarüs ettiği ise meçhul.

*

sizi bilmem ama ben, hayata dair bütün cesaretimi ilk hecedeki "a" sesi normalden kısa söylenen bir "macera"dan alıyorum.

19 Haziran 2011 Pazar

enternasyonal

'yeni almanya'nın başkenti berlin'in iki almanya birleşinceye kadar duvarın doğusunda kalan semtlerinden prenzlauer berg'de, yıllar önce 'misafir işçi' gelmesine rağmen buralı olmaya karar vermiş 'ikinci kuşak türk'lerden birinin işlettiği 'italyan lokantası'nda oturup, bir yandan 'lübnanlı' garson tarafından getirilen filtre kahvemizi içerken, arkadaşım 'italya' merkezli bir futbol sitesinin 'türkçe' edisyonuna dünyadan toparladığı haberleri postalıyor, ben de 'amerikalı' yazar paul auster'in new york üçlemesi'ni okuyordum.

16 Haziran 2011 Perşembe

şık şık

pop müzikte 'taşı kuşa atan sapandır*'dan bu yana duyduğum en doğru sözler:


'ruhunun içini göstermeyenleri/ mesaisiz aktörleri/ gözleri gören kalbi nankörleri/ sil geç,hadi sil geç/.../ yere bakan yürek yakanları/ egosuna megosuna tapanları/ gönlünü mala mülke satanları/ sil geç, hadi sil geç'


*

bu şarkıyı söylemek için bir araya gelenler ise ayrı bir konu. kliple beraber kendilerinin paradosi haline dönüşüp tam da şarkının 'sil geç' dediklerini hatırlatıyorlar. tıpkı parti arkadaşları gibi.

neyse ki, parti devam ediyor!...




*:cemali, biliyorum sonunu

14 Haziran 2011 Salı

günün sorusu: olduğumuz gibi

insanlar, ilişkilerinin neresinde 'beni olduğum gibi kabul edecek birini istiyorum'dan 'ben onu olduğu gibi kabul ediyorum'a geçiyor?

10 Haziran 2011 Cuma

o kız

yani bana, annesinden duyduğu bir cümleyle 'on dokuz yaşın aşkları unutulmazmış' diyen ve benim hem on dokuz yaşında, hem öncesinde, hem de sonrasında aşık olduğum kız.

*

salı günü. saat yaklaşık öğleden sonra bir...

eminim, çünkü o dersi üç defa aldım. ve hepsinde de kaldım. üçüncü sınıfın yaz okulunda altı kredilik bir dersi ite kaka bb getirince ortalamam ikinin az üzerine taşındı da ancak öyle geçebildim.

onu ilk defa o gün, okulun ikinci günü gördüm. bana her defasında ay çiçeği tarlalarını hatırlatan kirpikleri vardı. o kirpikler havalanıp da bana şefkat dolu baktığında ne yapacağımı bilemezdim. sonra kocaman bir gülüşü, o gülüşün bittiği yerde iki tane gamze. her biri girdap ve ben bu defa hangisine kapılsam diye şaşırırdım.

imza kağıdından adını, bir sonraki derse girmeden önce koşa koşa gittiğim kütüphanede adının anlamını öğrendim: ıtırgillerden, acımtırak tatda, aynı zamanda hekimlikte de kullanılan bir bitki.

bulduğum ilk fırsatta bunu ona anlatınca gülümsedi. öyle bir gülümsedi ki ayağım kaydı, gamze denilen çukurlardan birine yuvarlandım. hatta üzerime toprak atıldı. on yedi yaşındaydım ve yirmi bir yaşıma kadar o toprağın altında kaldım.

*

günlerden bir gün, ders bitiminde herkes gibi ben de sabahtan bu yana yağan yağmur belki kesilir umuduyla bölümün çıkışında beklerken, şemsiyesini açmakta olduğunu farkedip hemen şemsiyenin altına girdim: kantine lütfen.

ama beni kantine götürmedi. kampüsün çıkış kapısına, oradan da yakındaki bir pastaneye götürdü: evet, sahlep seviyordum.

şimdi sen benden hoşlanıyorsun ya, dedi. hani, yıllar sonra ilk görüşte aşk hikayeleri anlatmanın heyecanı başını döndürüyor, ama benim bir sevgilim var.

ben mi 'anlat' dedim, yoksa o mu fırsatını bulmuşken anlatmak istedi bilmiyorum ama, uzun uzun o çocuktan bahsetti. anladım ki, bu kız o çocuğu seviyor. ve ben de romanların ve filmlerin üçüncü kişisi rolü için uygun biri sayılmazdım, yani bir hikayenin daha sonuna gelmiştik. o halde gidelim, dedim: iyi olur, dedi. zaten yurtta olmalıyım. her akşam dokuz buçukta beni arar.

hesabı ödemek istedi. hayır, kendi hesabını değil, hepsini. hemen ona yeni oluşturmaya başladığım kurallar kitabımdaki ilgili maddeyi okudum: bir kadınla erkek ortak gelecek planı yapana kadar hesabı daima erkek öder. ona o zaman söylememiştim ama görünüşü dışında yanına bastıra bastıra artı koyduğum ilk özelliği bu oldu.

belki bu konuşma, belki de vakti geldiği için, o akşamdan sonra bölümü boşlayıverdim. sınıftan koptum, başka bölümlerden özellikle üst sınıflardan, hala devam eden dostluklara dönüşen arkadaşlıklar kurdum. devamsızlık haklarımı dolana kadar kullandım, sonra da arkadaşlara imza atmaları için yalvardım. ama o iki kredilik derse hep gittim.

bu yüzdendir ki, gözlerinde bir pırıltıyla bana anlattığı o aşkın, mektuplara, akşam dokuz buçuk telefonlarına rağmen daha birinci sınıf bitmeden 'şehirlerarası'na, ya da bilmediğim başka şeylere yenik düştüğünü ancak ikinci sınıfın ilk günlerinde öğrendim.

*

ikinci sınıf...

sadece o dönem değil, sonraki bütün dönemlerin de başında olacağı gibi 'asla devamsızlık yapmayacağım' kararı almış, derslere giriyordum. hatta defterim bile vardı. ders bitince yanıma geldi. beraberinde gamzelerini de getirmişti. demek bir sınıfınız olduğunu hatırladınız, diyerek başladı söze. siz kadınlar nasıl pazartesi günleri yeni bir rejime başlıyorsanız, biz tembel öğrenciler de her dönem okula yeniden başlıyoruz, diyerek savunma pozisyonu aldım.

bir başka gün, beni pencerenin önünde durmuş, bölümün arkasındaki çimenliğe bakarken buldu. bir süre sessizce o da baktı. sessizliği bozan bir defa daha o oldu. başını benden yana çevirmeden tek bir cümle söyledi: sana güvenmeyi isterdim.

sonrasını hatırlamıyorum. güven o halde salak, demiş olabilirim. susmuş, başka bir şey daha diyecek mi diye beklemiş de...

bilmiyorum.

o boşluk sonrası hatırladığım ilk şey bir lokantada yemek yediğimiz. uzanıp elimi tuttu, manyak(!). yaz tatilinde yeni doğum yapan kuzenini ziyarete gitmiş. hüseyin utku... hüseyin utku'yu severken, onun bizim çocuğumuz olduğunu hayal etmiş. dedim ya, bu kız manyak(!)...

ama elini bırakamıyorum. gözleri hep böyle parıldasın istiyorum. sen ne kadar çok şey biliyorsun öyle, diye bana takıldığında, ama sen upuzun kirpiklerini kaldırıp bana şefkat dolu baktığında ne yapacağımı bilmiyorum, cevabını yapıştırayım istiyorum.

*

en iyisi sonrasındaki iki yılı, 'bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama mutsuz olanların sebepleri farklı farklıdır' diyen anna karenina ilkesi hükmüne uyarak atlayalım.

nasıl olsa, mutlu aşklar da birbirine benzer.

*

dördüncü sınıf. yedi aralık...

dersten sonra eve gittik. evime... o günden sonra kırk gün uğramayacağım eve. sıkıca sarıldı. birazdan onun artık bir kadın, benim hala çocuk olduğumu anlayacaktım. hayır, bana anne anne bakmasından değil, söylediklerinden: seni çok seviyorum ama gitmeliyim, dedi. sen iyi bir sevgili olabilirsin ama iyi bir eş, iyi bir baba olacağını düşünmüyorum.

belki hemen gidemedi ama yavaş yavaş gitti. aramizdaki şey azala azala altı ay daha sürdü. olmayışıma katlanabileceğini anladığı ilk anda da hep gitti. ve tuhaftır ki, birlikte yaptığımız son şey benim çocukluk fotoğraflarıma bakmak oldu. beni daha çok sevsin diye anlattığım çocukluğumun, babamın fotoğrafları. itiraf etmeliyim ki, babamla bahçe kapısında durup, denizi arkamıza aldığımız, fenere ve eve yaslandığımız fotoğrafı, bana ver, diye ısrar etmesinde bir umut bile görmüştüm ama yanılmışım.

dönem bitene kadar görüşmedik, hatta konuşmadık bile. ben yokluğum ve varlığım arasındaki farkı görsün istiyordum, o ise bu macerayı daha az hasarla atlatmak.

*

gitme, demedim. çünkü bir manası yoktu. beni iyi bir sevgili yapan ne kadar şey varsa aynı şeylerin kötü bir eş yapacağını biliyordum. yine de iki ay kadar sonra, bir ağustos günü onu görebilmek için yaşadığı şehre gittim. yanımda 'erbain' vardı ve bu yolculuğun öyküsü baştan yazılmıştı: çünkü ben çok gizli bir yanlışın/ dehşetengiz yeteneğini ölçmek için/ yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz' e...

okyanusu görene kadar hayatımın en güzel mavisi kalacak mavi oradaydı: akdeniz'in ufka doğru mora çalan mavisi.

bir hafta boyunca onu görebilmek için oyalandım şehirde, kelimenin tam manasıyla sürttüm. tanımadığım adamlarla esnaf lokantalarında aynı masada yemek yedim, okul bahçelerinde kredisini tamamlamak için yaz okuluna gelen liselilerle basketbol oynadım. çoğu zaman kaldığım odadan çıkmayıp, o şehirden aldığım kitapları okudum: modern iran ve afgan öyküleri antolojisi. bir de cyrano de bergerac...

hayır, benden kaçmıyordu. hastaydı, ailesi dağ havası iyi gelir diyerek yayladaki yazlıklarına götürmüştü. ve geldi. tam bir hafta sonra onunla bir dondurmacıda oturup fıstıklı dondurma yedik. daha doğrusu sadece ben yedim. belki de bu yüzden yaz aşkılarına kutsiyet izafe eder, fıstıklı dondurmanın eşlik etmediği bir aşkı aşktan saymam.

tek ben yemiştim, demek ki bu aşk değildi artık. sadece konuştuk. seni seviyorum demedim. yeniden deneyelim de... bir tek oturdukları sokağın başına geldiğimizde, lütfen yarın da gel, dedim. ve paralel bir sokaktan evlerinin hizasına kadar onunla yürüdüm. onu dünya gözüyle son defa iki sokağın arasındaki apartmanların izin verdiği boşluklar sayesinde gördüm.

biliyor musunuz, matematiğin en büyük yalanlarından biri 'paralel iki doğru sonsuzda kesişir' dir. oysa sonsuzluk yoktur. vardır da bir fazlası da yine sonsuz olduğu için hep ileriye taşınır durur. yani o doğruların kesişeceği sonsuzdaki yer asla var olmaz.

ertesi gün saat tam dokuzda aradım onu. postanenin önündeki aynı kulübeden. kolayca tahmin edileceği üzere, kaldığım yerden oraya da dün ne yapmışsam aynılarını yaparak gelmiştim. ama telefona yanıt veren olmadı. sonra ben birden bire ağlamaya başladım. çalan ama açılmayan bir telefonun sesini dinleyerek ağlıyordum. o çinko kulübenin içinde dirseğimden damlayan ter ve yüzümden damlayan yaşın yerde birikebileceğini gördüm. ve kendisiyle röportaja gelen gazeteciye, bir kaşık kaç damla göz yaşı alır, diye soran ve cevabı beklemeden, tam on yedi damla, çünkü saydım, diyen aziz tom waits'i bir defa daha sevdim.

o gün orada kendime iki söz verdim: gözlüklerimi hep takacaktım ve asla kola içmeyecektim. çünkü gözlük kullanmaktan nefret ediyordum ve o ara en çok sevdiğim şey kolaydı.

iki söz. iki ceza...

o sözlerden hala dönmedim. yani cezadan...

ama ilk otobüse binip yaz okuluna, başka bir sınava döndüm. ve onu bir daha aramadım.

*

bir kaç yıl sonraydı. olduğum şehirde yaşayan kardeşi neden bilmem yanıma uğradı. giderken de 'biliyor musun pelin evleniyor' dedi.

hiçbir şey hissetmedim.

o an sadece dua ettim: allahım ne olur iyi bir adam olsun.

8 Haziran 2011 Çarşamba

soru-cevap

hangimiz muhatabına 'cevabını bildiğin soruları sormamalısın...' demedi ki?

hangimiz farkında olmadan varoluşçu terapistlerin yöntemini kullanıp, soruya soruyla cevap vermedi?

hangimiz korkmadı alacağı cevaptan? ya da alamayacağı cevaptan.

gelin, tüm bu soruları bir kenara bırakıp, ancak cevabını bildiğimiz soruyu sorabiliriz, diyen huysuz ihtiyar marx'ı analım.

o huysuz, sakallı adamı artık 'trendy' bulmayanlar ise, lütfen deleuze'ün bergsonism kitabına baksınlar; sezginin bir yöntem olduğuna, sezgi dediğimiz yöntemin sorular sormayı gerektirdiğine ve bir soru sorabiliyorsak eğer, cevabını zaten bildiğimizi söyleyen ilk bölüme.

ya da cevabı çoktan verdiğimizi...

3 Haziran 2011 Cuma

yol

yola çıkmayı severim.

yoldan da...

1 Haziran 2011 Çarşamba

haziran

aç parantez: büyük şair edip cansever, türkçe'nin en büyük şairi ismet özel'e şubat bin dokuz yüz altmış beşte yazdığı partizan için, 'partizan' yerine 'haziran' kelimesini kullanabilirsin, der. çünkü zaman kötüdür. üstelik şiir o kadar güçlüdür ki, orada 'partizan' yerine 'haziran' olması gücünden en ufak bir şey kaybettirmez.*

kapa parantez: kelimelerin, haliyle şiirin de tükendiğini düşündüğüm günlerde, kenarları yağmur suları içmiş mor bir kitap yazarının balkonundan gelip önüme konmuştu. o kitap, "karıcığım bana eroin koya" dedikten sonra "hatırlat da haziranın sonlarında çocukluğumu yakalım" diye devam eder.**

*

bu ikisinin arasında, yani on dört haziran bin dokuz yüz seksen üçte 'müntehir çiçek' ilhami, daha 'göğekin'ken toprağa düşüverir.***





*:ismet özel, şiir okuma kılavuzu
**:ah muhsin ünlü, gidiyorum bu
***:tuhaf bir yazgıyla satranç dersleri de haziranda yayınlanır.