27 Şubat 2015 Cuma

bir artı bir

"bir artı bir"in her zaman "iki"ye eşit olmadığını nasıl ispatlayabiliriz, diye sordu adam.

fazla beklemedi, çocukluğundan bu yana aristotales'dan emir alan bir zihinden doğru yanıt gelmeyeceğini bildiği için kendisi devam etti.

pencere camında yukarıdan aşağı yol alan iki tane yağmur tanesini düşün. ve bir yerde birleştiklerini. artık iki değil bir yağmur tanesi vardır.

keşke bu şiirsel çözümü kendi görmüş olsaydı. o zaman descartes'ı bu denli kıskanmazdı.

*

masaya bıraktığı fincanı masanın ortasına itip geriye çekilen elini tuttum. çünkü bunları anlatacaktım. onu yerine ellerimize bakıp, "kabul ediyorum farklıyız. oksijen ve hidrojen gibi mesela. ve bir araya geldiğimizde tek bir şey oluyoruz. muhteşem bir şey. su..."

bakışlarımı kaldırıyorum: kuzey denizi kenarı. rüzgar kumsalın hemen bitiminde boy atan otları sallamaya başlamış bile.

ve bir defa daha selçuk'u taklit ediyor.

24 Şubat 2015 Salı

önemsiz

bunu daha önce de demiştim. benzer şeyleri hissettiğime göre tekrar etmekte bir sakınca yok.

*

bir öykü-şiir*,
"cumartesi akşamüstü. sahil. hisar kafe kalabalık.
ötede boş masa. orada, köşedeydi. su yeşili duvara çarptım...
yıllar sonra. beni sevmişti."

diyerek başlıyor ve
"hiç ödenmeyecek bir hesabı istedim şeften. yürüdüm cumartesinin üstüne.
kalabalık.
ben onu hiç sevmemiştim."
diyerek nihayetleniyorsa arada ne dediğinin bir önemi yoktur.


*: onur caymaz, bir karşılaşmanın su yeşili

23 Şubat 2015 Pazartesi

ihtiyaç

"güçlü olmaya
benden daha çok ihtiyacın var
çünkü haksız olduğunu
kalbinin bir yerinde biliyorsun"*


*: m. mungan, onur caymaz'ın epigraf yaptığı yerden. "bir karşılaşmanın su yeşili" adlı öykü-şiirinden. (notos: kırk bir)

22 Şubat 2015 Pazar

günün sorusu: değişim

başkaları -hatta kendisi- öyle istiyor diye bir insanın kendisini değiştirmesi mümkün olabilir mi?

20 Şubat 2015 Cuma

çok üzgünüm

çok üzgünüm bebeğim,

bu terminolojiye alışamadığım için: oki-toki, öptüm seni-ara beni, hımm, mütevellit, çemkirmek falan...

'altı çizili satırlar'a katmadığım için ulysses'ı. bin dokuz yüz seksen dört -asal bile değil-, gülün adı, kürk mantolu madonna, "oscar" ile "gray", salinger, tezer özlü, nilgün marmara vesaire... oysa okudum hepsini, "özlü" dışında güzeldi. "tezer" başka güzel. bir de, doksan dokuz yazından bu yana konuşmuyoruz murathan'la. nobel almak yetmez bana. birkaç fırın da ekmek yemiş olmak gerekir. mesela saramago... fowles kaç defa nobel aldı? oscar? çok satanlar hangi markette satılıyor?

biliyorum, mepeüçüme white rabbit'i atmadım; ah 'yalan dünya'lı jülide ateş, 'aziz' tom waits kavırları falling down ve green grass, ve hatta temptation, 'sokak kızı' zaz... haklısın, hiç olmazsa shostakovich olmalıydı listede, 'pachelbel hüznü'nü görmezden gelmeyi başarsam da bach... hayko cepkin'i unutmadım ama cem adrian son sıradan bile giremez hiçbir listeye. 'karaibrahimgil'lerden nil ise tipim değil. ve bir itiraf, kayıtlara geçsin: kimseyi görmedim ben senden daha güzel...

tarkovski, fellini ve fassbinder hâlâ çıkmadılarsa da 'o sahne'ye, "piramidimin tepesindeki üçlü"dürler. eternal sunshine stopless of mind hep aklımda da, fight club yerine boggie night'ı görmek isterim 'o sahne'de. v for vendenta yerine matrix-elbette uçan tekmeyle başlayanı-. old boy ya da wristcutters:a love story'nin ise zaten yeterince seveni var. avrupa sineması var diye holivud, iran sineması var diye reha erdem'i görmezden gelemem ki. hem wong-kar wai yoksa uzak doğu sinemasından bana ne?

resim koymuyorum ama aynalardan kaçtığım yok. bazan ayna karşısında olmayı sevdiğim bile söylenebilir. pardon, resim değil fotoğraf... resim denince edward hopper'la başlamak gerekir; deniz feneri günlerinden yapayalnız kadınlarına, ekonomik buhran yalnızlığına uzanarak. unutmadan hemen kandinsky, özellikle mavi dönem'deki hüznüyle. şükürler olsun ki, "fan hoh" yerine vermeer diyorum. bir de nasıl diyorlardı, izlenimciler. yok, empresyonistler. ya da her neyse... bu coğrafyadan abdurrahman kaplan'ı eklemek isterdim ki "minyatürün uzamsız evreninde kendini bulanlar var hâlâ" diyebileyim. hopper'ın ruhdaşı malik aksel'le kapanabilir parantez.

velhasıl, hâlâ üzgünüm bebeğim.

tıpkı "sevgili eren safi"nin mikrofona biraz daha yaklaşıp, "çirkin bir kız güzel bir kızdan özür diliyor," dediği gibi.

17 Şubat 2015 Salı

altmış

altmışa kadar saymanın "bir dakika"ya eşit olduğunu bilen, "erken kaybedenler" hikâyelerinden birine kahraman olabilecek kadınlar var bu hayatta.

16 Şubat 2015 Pazartesi

dakika ve skor

"bu noktada, hikâyemizin tam anlaşılması için, önce bozanın ne olduğunu bilmeyen dünya okurlarına ve onu önümüzdeki yirmi otuz yılda ne yazık ki unutacağını tahmin ettiğim gelecek kuşak türk okurlarına, bu içeceğin darının mayalanması ile yapılan, ağır kıvamlı, hoş kokulu, koyu sarımsı, hafifçe alkollü geleneksel bir asya içeceği olduğunu hemen söyleyeyim ki, zaten tuhaf olaylarla dolu hikâyemiz büsbütün tuhaf sanılmasın.

sıcakta hızla ekşiyip bozulduğu için eski istanbul'da, osmanlı zamanında boza kışın dükkânlarda satılırdı. cumhuriyet'in kurulduğu bin dokuz yüz yirmi üç yılında istanbul'daki bozacı dükkânları alman birahanelerinin etkisiyle çoktan kapanmıştı. ama bu geleneksel içkiyi mevlut gibi satan satıcılar sokaklardan hiç eksik olmadı. boza bin dokuz yüz ellilerden sonra  kış akşamları, parke taşı kaplı yoksul ve bakımsız sokaklarda "boza" diye bağıra bağıra ilerleyen ve bize geçmiş yüzyılları, kayıp güzel günleri hatırlatan satıcıların işiydi yalnızca."*


*: orhan pamuk, kafamda bir tuhaflık

14 Şubat 2015 Cumartesi

sevgililer günü mektubu

mehmet murat. hatırlarsanız, "on sekiz yirmi beş yaş arası herkesin şair olduğu bir coğrafyada şiiri bir süreliğine terk etsem bu durum kimseler için bir kayıp olmaz," diyerek "terkedilmiş şiirler"ini terk ettiğini beyan etmişti. ve en son "sahibini arayan mektuplar" yazarken görülmüştü.

yine bir mektup.

ama bu defa bir başka.

*

"sevgilim,

çünkü, en son bıraktığım yerden başlıyorum.

ve sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben şu soğuk şubat gününde bir dersten kaçıp bir başka derse koşan, soğuğa ve hastalık ihtimaline aldırmadan bu rüzgarlı çay bahçesinin denize en yakın masasına oturan üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben ne zaman seni düşünsem, bir orta çağ kasabasında han işleten babasının kilise meydanındaki büyük boşluğu geçtikten sonra kilisenin duvarlarına çarparak geri dönen ve adını ünleyen gür sesinin uyandırdığı, tepedeki manastırın kütüphanesinden ödünç alınmış meşin ciltli bir kitabı okurken uyuyakalmış çocuk oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben sağ yanımdaki demir direğin ucundaki büyük bayrağın her şakırdayışında biraz daha üşüyen ellerini parmaklarını açıkta bırakan bir eldivenle ısıtmaya çalışan üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben ne zaman seni düşünsem, belki kütüphanesinde daha çok kitap okuyabilirim diye tepedeki manastırda rahip olmak isteyen ama çok geçmeden manastırdaki rahiplerin halkı daha çok korkutmak ve böylece daha fazla yardım alabilmek için yalan söylediğini fark eden, biraz bu yüzden biraz da handa konaklayan şövalyelerin güneş altında ışıl ışıl yanan zırhları yüzünden şövalye olmak isteyen bir çocuk oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben ikiye katladığı dosya kağıdını anlamını sonradan bulacak kargacık burgacık sembollerle en ufak bir boşluk kalmayasıya dolduran üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben ne zaman seni düşünsem, hiçkimseye haber vermeden yaşlı bir atın sırtında handa bir gece konakladıktan sonra gün ışımadan yola koyulan şövalyelerin peşine takılan, evden yeterince uzaklaşmadan varlığımı ve fazlalılığımı fark etmesinler diye inandığı bütün tanrılara dua eden, geçen her dakika içi mutluluk ve korku dolan bir delikanlı oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben başını yazdıklarından kaldırıp boştaki eliyle çay bardağının belini kavrayan ve denizi yırtan bir vapurun köpüklü izine bakarak, "vapur" ile "kelebek" ne güzel kafiye olur, "iki iskele arasına hapsolunmuş büyük şehirli vapur/ kalbinde uçurumlara sevdalı uslanmaz bir kelebek" mesela, diyen üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben seni ne zaman düşünsem, sabaha karşı yorgun, yara bere içindeki ruhu ve bedeniyle bir savaş sonrasının meydanında dolaşan, karanlığa alışkın gözleriyle etrafındaki acıyı, yıkımı, ölümü gördükten sonra eline bağladığı kanlı ve kirli bez parçasına bakarak bir defa daha "ben ne yapıyorum" sorusunu kendine soran bir adam oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben hemen yanımdaki masada oturan ve mutluluk dolu bir geleceğe baktıkları yanılgısıyla hayaller kuran, yanılgıları sözcüklerine bulaşan çiftin cümlelerini daha onlar söylemeden tahmin ettiğini şaşkınlıkla fark eden üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben seni ne zaman düşünsem, yenik değilse de yorgun ve yalnız bir şövalye olarak hikayesinin başladığı yerin yolunu bulmaya çalışan, çamur ve çukur dolu yolda pek işe yaramayan asalet belirtisi flamalarıyla tekerlekleri çamura bata çıka yola alan perdeleri sıkı sıkıya örtülü atlı arabaya yol vermek için korku ve saygıyla durakladığında pencerenin kenarını sıkıca tutunmuş bir eli, daha doğrusu parmakları gören bir adam oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben denize yakın masalardan birinde tek başına oturan o kadının deri eldivenlerini çıkartıp çantasından az önce çıkarttığı kalemle defterine bir şeylerin kaydını düşerken gördüğü güzel ellerini ömür boyu unutamayacağını daha o an anlayan üniversiteli çocuk değilim.

çünkü ben ne zaman seni düşünsem, ömrünün geriye kalanında eklem yerleri beyaza kaçmış parmakları ve o parmakların uçlarını öpmeyi hayal eden, belki rastlarım diye karşılaştığı her kadında ilk olarak ellere bakan adam oluyorum.

ama sen benim kim olduğumu bilmiyorsun.

çünkü ben birazdan çay bahçesinin şehre karıştığı kapıda durup bir sağa bir sola baktıktan sonra ne tarafa gideceğini bilemeyen, bir kaç saniyelik duraklamanın ardından sağ tarafa yürüyen üniversiteli çocuk değilim.

ve başladığım gibi bitiriyorum.

sevgilim..."

11 Şubat 2015 Çarşamba

rachuli

bu videoyu seveceğini biliyorum. tıpkı eski bir rüzgarın uzaklardan getirip ruhuna emanet ettiklerini bildiğim gibi.

gürcistan turizmi için yapılmış bir video aslında. bir halk şarkısının yeniden yorumlanmasından başka bir şey değil. tarih ve konfor, gelenek ve özgürlük bir arada demeye çalışıyor. "welcome to georgia". aradığınız her şey gürcistan'da.

reklama gelmedim henüz ama etkilendim. dillerin ve kültürlerin henüz birbirinden kopmadığı, arada dağlardan gayrısının olmadığı ve kalpler milliyetçilik ağusuyla zehirlenmeden önceki zamanları hatırlattı. o günlere bir defa daha iman ettim. özledim.

coğrafya tanıdık, dilin fonetiği muhteşem. tek bir kelime bilmiyorum ama bu durum hissettiğim hiçbir şeye mani olmuyor. kadınları elbise ne kadar güzel yapıyor. hele de kadının beli varsa, elbise beline oturuyorsa.

ama üç yeri özellikle çok seviyorum.

ilki, erkeklerin fırının etrafında dans ederken havalanışına ve bir vadinin yükseğindeki rüzgara kendini bırakıp, kanat çırpmadan süzülen kartallar gibi bir süre havada kalışlarına. bence, kartallar doruklarda bu melodiyi duyarak uçuyor olmalı.

ikincisi, ritmin ve sahnenin tekno-dans sekansına dönüştüğü ve djin rol çaldığı sahne. rica ederim ayıplayıcı nazarlarla bakmayın. çünkü ruhumun bir yanı fazlasıyla zamane.

sonuncusu ise, dansçıların siyahlı beyazlı geleneksel kıyafetleriyle bölgeye özgü ahşap evin önünde toplanıp modern zamanlara, dans eden gençlere çağlar öncesinden şefkatle bakıyormuş gibi durdukları sahne. çünkü çark biraz da eskilerin yüzü suyu hürmetine dönmüyor mu?

9 Şubat 2015 Pazartesi

kadınlar-erkekler: on üç

bir erkek bir kadını çoğunlukla geç saatte, odasında yalnız uzanmışken arar, ama bir kadın bir erkeği bu şekilde sabah düşünme eğilimindedir, belki de onun programına dahil olup olamayacağını düşünmektedir.

7 Şubat 2015 Cumartesi

sevgililer gününde hıyar dilimlemek

perşembe akşamı kimyacı gürcü yılmaz aradı. king oynamaya niyet etmişler ama "kingin bir türlü bitmek bilmeyen dördüncü sorunsalı" yüzünden olmamış. bu kutsal görevden kaçmak olmazdı. kaçmadım.

o yüzden çıktım evden. yoksa tam iyileşmiş sayılmam. bayrak töreninden sonra üç kişi öğretmen evine geldiler. ben biraz erken gitmiş gazete falan okumuş isabetli bir kararla kraltv'ye sabitlenen televizyonda bildiğim bir kaç şarkıya bile denk gelmiştim.

oyundan sonra da markete uğradım. evet, adını cumhuriyet meydanındaki kadim ağaçtan alan şehrin en büyük marketine. sebze meyve reyonundaydım. salkım domatesi kokusu var mı diye merakla burnuma yaklaştırmış ve derin bir nefes almıştım ki abdullah'ın sesini duydum. marketin müdürü. gizli ortağı. ilkokul arkadaşım. peşine birinci tekil şahıs iyelik ekini eklemlediği adımla bana sesleniyordu.

istanbullarda yaptırdığı dişlerini göstere göstere yanıma geldi. elimdeki domatesi aldı, "boş ver domatesi," dedi. "cibilliyetsiz bir şey. yüz kişiye sorsan doksan dokuzu sebze der. aslında meyvedir. meyvelerin oraya koyalım diyorum ama büyük patron izin vermiyor. hem bu mevsimde domates mi yenir oğlum?"

biliyorum, küçüklüğünde ebeveynlerine karşı, "babacığım bugün sizi çok iyi gördüm," ya da "anneciğim elinize sağlık su böreği çok güzel olmuş," benzeri cümleler kurarak büyümüş, yetişkinliğinde de, akşamları ropdöşambırını çekip kitap odasında kitap okuyan fularlı adam izlenimi veriyorum ama öyle değilim. üstelik adam ilkokul arkadaşım. bırakın da istediği gibi konuşsun.

sonra reyonun biraz ilerisini işaret edip, "sana salatalık vereyim." dedi. sevgililer günü için özel gelmiş. ama önce "sebze-meyve" bahsini halledeyim istedim ve saldırdım:

"salatalık da ne demek abdullahım? bunun adı hıyar. argoya mal olduğu için artık o kelimeyi duymaktan korkanlardan mısın? eminim internette kızlarla çetleşirken ya da mesaj yazarken argo bir şey demen gerektiğinde bilerek bir harfi atlıyorsundur. ilk fırsatta müdür odasına git, masanda duran ama feysbuka bakmaktan başka bir işe yaramayan bilgisayarını aç ve barış manço'nun cacık diye bir şarkısı var, yutupta bulup dinle. bir de sakın, "benim kızlarla ne işim olur?" deme."

genetikçilerin üzerinde biraz düzeltme yapıp dört yapraklı yoncalar ürettiğini ve bu dört yapraklı yoncaların saksılarıyla beraber markette satıldığını görünce ne hissettiysem yine aynısı oldu. bir yaşıma daha girdim.

efendim... bu "hıyar"ın adı "amor". yani "aşk". abdullah göstermese fark etmez, fark etsem bile bu da ne böyle diyerek elimi bile sürmezdim. sanki boylu boyunca bir dilim çıkartılmış ve kabuğu geriye yapıştırılmış gibi bir yarık var. ve o dilim olduğu gibi yarığın ters tarafına ilave edilmiş sanki. ve dilimlediğiniz de, "kalp kalp kalp"...

on dört şubat kahvaltı ve salatalarınız için şefinizin tavsiyesi.

sevgililer günü tüketim toplumunun bir dayatması ya da bize her gün sevgililer günü diyenler ise bu akşam salatalarından veya yarın kahvaltı tabaklarından başlayabilir.

5 Şubat 2015 Perşembe

değişim

kitaplığın karşısında durup kitaplığın raflarını yorduğum anlardan biri. bazan elim bazan bakışlarım kararsızlıkla oradan oraya uçuyor, kitaplardan birinin dalına konuyor, bazısında az bazısında çok konakladıktan sonra yeniden havalanıyordu.

çok hastaydım. o kadar hastaydım ki, kendi kendime, bu hastalığın çaresiz, günlerimin sayılı olduğunu öğrensem hangi kitabı okumadan ölmeyi istemem diye sormuştum. bir kitap adı bulamadım ama bir cevap buldum: yeni bir kitap okuyarak sayılı günlerimi boşa geçme tehlikesine maruz bırakamazdım. o yüzden okumuş olduğum kitaplar içinden "yeniden bir okuma" tercih ederim.

elim doksan beş yazında okuduğum bir kitaba gitti. kitabı alıp okuma odasının penceresi önündeki iki berjer koltuktan soldakine oturdum. aradığım özel bir şey varmış gibi sayfalarını ciddiyetle çevirmeye başladım.

*

dakika bir; gol iki. hatta üç. iyiden iyiye yabancılaştığımı fark ettiğim bir el yazısı ve mavi tükenmez kalemle kitabı satın aldığım tarihi not düşmüşüm.

pardon. ne iki ne üç. çok... format bugünle aynı olsa da (on dokuz şubat perşembe istanbul'on beş) henüz yorulmuş değilim ki rakam kullanıyormuşum. gün ve ayı yazmaya büyük harfle başlıyor mesele yer adına gelince iyice gemi azıya alıyormuşum: tamamı büyük harf...

oysa bugün, arada staedtler marka siyah tükenmez kaleme ihanet ediyor olsamda siyah yazmayan bir tükenmez kaleme tahammül edemem. kitabı aldığım zamanın değil, okuduğum ve bitirdiğim zamanın beni ben yaptığını düşünür, eğer tarihe bir çentik atacaksam buna göre yaparım. rakamlardan nefret ediyorum. büyük harflerden de. eski el yazıma ben bile tahammül edemezken şimdiki haline "bütün kızlar hasta".

"i"nin noktası mesela. o zamanlar aceleye getirilmiş bir kalem ucu darbesiyle kotarılmaya çalışılırken, şimdi, sağ yandan esen hafif bir rüzgara maruz kalmış yağmur tanesi gibi cümlelere yağıyor. ve bazı kalplere.

en azından "-di'li geçmiş zaman".

*

o günlerde bilgi ihtiva eden cümle ve paragrafların peşindeymişim. altını çizdiğim cümleler aşk doluymuş. o zaman ilgilendiğim, öğrenmek istediğim ne çok şey varmış.

şimdi ise ustalıkla söylenmiş cümlelerin peşindeyim. kelime işçiliği ağır iş, kelimelere nizam vermek yüce sanat... ilgi alanlarım değişmese de azalmış. psikolojiye artık inanmıyorum. dolaylı ya da dolaysız, psikolojiden edinilmiş cümlelerin kızları etkilediğine de... bir ara mitoloji denizinde boğulmaktan zor kurtulmuşken bir daha kıyısına bile yaklaşmam. dünyanın bütün müziklerini bilmesem, roll dergisinin röportaj yaptığı her müzisyeni tanımasam da olur. oscar almış her filmin izlenmesi, nobelli her yazarın okunması zorunluluğu ise tedavülden kalkalı epeyce oluyor.

*

biliyorum. bu yaptığım işgüzarlık biraz. ve neredeyse yirmi yıl sonra bu çok normal.

hele de iki hafta önceki ben ile şimdiki ben arasındaki fark bu kadar büyük iken.