30 Kasım 2010 Salı

eski zaman defterleri

okul nihayet bitmiş, bir kaç ay geçmişti.

bir gün bavulumu topladım, otobüs terminaline gidip bilet aldım. otobüse biner binmez uyumuşum. arada bir yol kenarındaki evlerin solgun ışıkları, otobüsün solladığı kamyonların fren lambaları, karşıdan gelen araçların farları...

uyandığımda, ancak tatillerde kullanabilecek olmama rağmen annemin bozulmasına izin vermediği, aylarca -bazan yıllarca- incecik ışık çizgilerinden ve tozdan başka kimsenin girmediği, arada bir penceresi açılıp havalandırılan, on bir yaşında evden ayrılan oğlu döndüğünde kendini bulabilsin, yine orada çocuk olabilsin diye koruduğu ve böylelikle oğlunun bir gün eve döneceği, belki de zamanın akışını durdurabileceğine dair umudunu muhafaza ettiği, ablam evlendiğinden bu yana sadece bana ait olan odadaydım.

bir süre tavanı seyrettikten sonra bu satırları yazdığım salona gelmiştim. o zaman duvarlar şimdiki gibi beyaz değil, açık, neredeyse solgun bir maviydi. (ne zaman başladı, duvarlarda beyazdan başka bir renge tahmmül edemeyişim?)

orada durup eski zamanların seslerini dinlerken annem geldi. birine ancak evinde sorulabilecek o soruyu sordu: aç mısın?

o sabah yapıldığı belli su böreği ve yaprak sarması. biraz da çay...

peşi sıra odaya gittim. kapıyı kapadım. yatağa uzandım. yorganı başıma çektim.

yeniden uyandığımda sabah, saat erkendi. o kadar erkendi ki bizimkiler uyanmamıştı. sessizce dışarı çıktım. bahçeye, şehirleri birbirine bağlayan yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yola baktım. sohbet edecek bir kaç balıkçı umarak fenerin yan tarafındaki kayalıklara yürüdüm.

hiç kimse yoktu. ama bakışlarımı doğmakta olan güneşe çevirdiğimde yanıldığımı anladım. denizde yansıyan güneş ışıklarının çizdiği yolun bittiği yerde, yani güneşle aramda giysilerini çıkaran biri vardı. ama böylesi anlarda nesnelerin çizgi ve sınırlarını silikleştiren güneş kim olduğunu görmeme engel oluyordu.

ben o tarafa yürürken o suya girdi. ışıktan yol boyunca kulaç atmaya başladı. sanki güneşe gidiyordu. usul usul attığı kulaçlarla önce uzaklaştı, sonra kayboldu.

onu bir daha görmedim. kayalıkta bıraktığı giysileri annem birilerine verdi. ama giysilerin hemen yanında duran, üzerine rüzgar uçurmasın diye büyükçe bir taş konulmuş ve aynı defterden koparıldığı belli sayfaları hâlâ saklıyorum.

ve onları en üstte duran sayfadaki isimle anıyorum: eski zaman defterleri...

tasvir meselesi

dostoyevski sev(e)meyenlerin dillerine doladığı eleştirilerden biri de yazarın eserlerinde çevre ve tabiat tasvirine yeterince yer vermeyişidir.

sinema ya da televizyonla büyüyen bir neslin bu eleştiriyi anlayabilmesi mümkün görünmese de odasında bir kitap ve anlattıklarıyla başbaşa kalan on dokuzuncu yüz yıl okuru hiç şüphesiz okuduğu kitaptan hayallerine biraz yardımcı olmasını bekliyordu.

ve ben de karamazov kardeşler, suç ve ceza, budala, delikanlı, ezilenler, ecinnniler gibi çok hacimli romanlarının hacmini daha da çoğaltmamak için çevre ve tabiat tasvirlerine özellikle yer vermediğini düşündüğüm dostoyevski' nin (her ne kadar anlattıkları bu açığı kolayca kapatıyor olsa da) neredeyse her kitabından sonra içimde büyüyen hissi duymasını isterdim:

ucuz ya da pahallı eşyalarla dolu bir odada bir kaç arkadaşınızla konuşurken, sohbetiniz, hayalleriniz ve iç konuşmalarınız size yetmediği için yerinizden kalkıp pencereye gidiyorsunuz. çünkü biraz güneş, bir kaç yaprak, sokak lambasının solgun sarı ışıkları ya da kar görmek her şeye iyi gelecek.

ama perdeyi açıyorsunuz; sadece duvar. meğer başından bu yana pencere sandığınız duvarı örten perdelermiş.




vnf' nin notu: sayfanın en altında başka bir kalem ve başka bir elle yazılmış bir cümle, bir uyarı: ama yine de lâpa lâpa kar yağıyordur dışarda.

29 Kasım 2010 Pazartesi

pessoa'nın öldüğü yıl

bin dokuz yüz otuz beş...

yirmi sekiz kasımda ateşi çıkan ve şiddetli karın ağrıları çeken pessoa, lizbon'daki sao luis dos franceses hastanesi'ne kaldırılır. ertesi gün ingilizce olarak son sözlerini yazar: i know not what tomorrow will bring.*

yarın ölümü getirir... akşam sekiz sularında, büyük olasılıkla aşırı alkolün sebep olduğu hepatit krizinden ölür.

iki aralıkta prazeres mezarlığı'na defnedilir; burada orpheu grubunun hayatta kalan üyelerinden biri küçük bir kalabalığa, kısa bir konuşma yapar.




*: yarının ne getireceğini bilmiyorum.

26 Kasım 2010 Cuma

suç tamam, ya ceza?

sanırım aradan geçen yaklaşık on yıl beni değiştirmeye yetmemiş.

hâlâ raskolnikov namlı roman kahramanı rusu sevmiyorum. tüm zamanların en büyük yazarı dostoyevski'nin suç ve ceza adlı romanını da.

bugün de en çok aynı yeri, raskolnikov'un nereden okuduğunu hatırlayamadığı cümleleri seviyorum: "yüksek bir yerde, bir kayanın üzerinde ancak iki ayağımı koyabileceğim kadar daracık bir yerde yaşayacak olsaydım, dört bir yanım uçurumlarla, okyanuslarla çevrili olsaydı, fırtınalar, zifiri karanlık olsaydı her yanım, kimsecikler olmasaydı yanımda, o daracık yerde öylece bir ömür, binlerce yıl,sonsuza dek yaşamak isterdim! yaşayabilsem, yalnızca yaşayabilsem, yaşayabilsem! ne olursa olsun yaşasam!.."*

ama raskolnikov, napoleon örneğinden yola çıkarak cinayetine bir bahane bulmaya çalışırken farkettim ki, cinayet cinayettir. ve şimdiki ben, ilk defa izliyor olsaydı, se7en ve the silence of the lambs'ın enteletüel katilleri john doe ve dr. hannibal lecter'ı bu kadar sevmezdi.

*

raskolnikov'un makalesini yazdığı, bazan kendi kendine bazan porfiriy petroviç'le konuştuğu bu bahis, bana fransa'da yayınlanmış bir raporu hatırlattı: artık tutukluların bir borcu ödemek için kapatılmışlık duyguları yok, onun yerine şartlı salıverilmeyi bekleyen dışlanmışlar, yaralılar gibi yaşıyorlar. tutuklular, eylemlerindeki sorumlulukları küçültmek, önemsizmiş gibi göstermek ve cezalarının iyice azaltılması için suçu daima karşındakine, özellikle de topluma atıyor.



*: raskolnikov "ölüm cezasına çarptırılmış biri sehpaya çıkmadan bir saat önce şöyle söylüyor, ya da düşünüyordu," diyerek hatırlamaya çalışıyordu.

yirmi altı kasım

bir kadın: merdivenler inen, merdivenler çıkan. ruhu ve kostümleri yaşlı, bedeni genç.

ve şimdi o kadının bedeni ruhuna bir adım daha yaklaşırken benim aklıma gelen ise, kıyıya vuran dalgalarla yıkanan çakıl taşları.

sonra bir isim: üç defa...

15 Kasım 2010 Pazartesi

günün sorusu: vietnam sendromu

acaba, bazı şirketlerin takım ruhunu geliştiriyor diye çalışanları arasında düzenlediği paintball turnuvalarından sonra o çalışanlar vietnam sendromu gibi bir şey yaşıyor mudur?

14 Kasım 2010 Pazar

shiki shiki baba*

anlatması uzun sürecek bir hikayede adına "koşu" dediğim bir iş yapardım. bir çeşit mektup.

bazan bir şiirden bir mısra, bazan altı çizili bir satırla çıkardım yola. bazan da beni ben yapan bir filmden, bir replikten.

yolculuğun çember gibi başladığı yerde bittiği de olurdu, bambaşka bir denizin kıyısında da...

*

bizi the lord of the rings'le başka bir dünyaya götüren peter jackson'ın cennet tasvirlerini merak ettiğim için beni heyecanlandıran filmi the lovely bones'u nihayet izledim.

cennette çalan müziklerden birini tanıyordum:cocteau twins-alice

bu parçayı stealing beauty' de de dinlemiştim. o filmi süsleyenlerden biri de portishead grubunun en sağlam işlerinden glory box değil miydi?

aynı grubun palermo shooting'de izleyenlere eşlik eden bir başka şarkısı vardı: the rip.

anlattığınız hikaye palermo shooting gibi italyaya dokunuyorsa filmin müzikleri beirut'un postcards from italy'si olmadan eksiktir.

beirut mu? çalınacak bir sürü şarkıları var ama biz sidiçalarda en son çalınanını dinleyelim.

üstelik tanıdık...

*beirut, shiki shiki baba

8 Kasım 2010 Pazartesi

suç ve ceza ve sardunyalar ve tüller

yo, hayır. değişmedim, değişmiyorum.

söze "dostoyevski" diyerek başladıktan sonra "suç ve ceza" diye devam edenlerden hâlâ köşe bucak kaçıyorum.

hâlâ kahramanı raskolnikov olan bir romanı sevebileceğimi sanmıyorum.

benim için en büyük dostoyevski romanı hâlâ karamazov kardeşler.

bir kaç hafta önce kasım ayını düşünürken aklımdan ilk geçen yine karamazov kardeşlerdi. ama farkettim ki neredeyse ezbere biliyorum. üstelik elim murat belge'nin önsözünü yazdığı ve iki bin iki yazının hatırasıyla yüklü iletişim baskısı suç ve cezaya gitti.

belki "aradan geçen yıllar içinde kitap aynı kalırken okur bambaşka bir insana dönüştüğünden bu ikinci okuma yeni bir okuma anlamına gelir," diyen italo calvino haklıdır ve üzerine süveter ya da yelek giymese de son günlerde gömlek giymeyi tercih eden bu adama raskolnikov'un söylecekleri vardır.

aşağıda da görüldüğü gibi.

*

raskolnikov, kendini bir roman kahramanından fazlası yapacak olan cinayetini mükemmelleştirmek gayesiyle saha çalışması yapmak için "arka kapağında kabartma bir yerküresi" bulunan "eski, yassı, gümüş" cep saatini tefeci alyona ivanova'nın evine rehin bırakmaya gittiğinde girdiği küçük odanın "pencerelerinde sardunyalar, tül perdeler" olduğunu ben de onunla birlikte farkettim.

şaşırdım. peşi sıra bu şaşkınlığıma şaşırdım. sanki, petersburg da olsa bir yaz günü başka türlüsü mümkün olabilirmiş gibi.

kasım

simon kuper'in türkçe'ye futbol asla sadece futbol değildir adıyla çevrilen footbal against the enemy kitabı nasıl bir neslin futbola bakışını tahakkümü altına almış, o nesil bu adı anmadan futbol konuşamaz olmuşsa her kasım ayı geldiğinde de insanlar iki binlerin başında sinemalarda gösterilen ve izledikleri her filmin ardından 'sinemadan çıkmış insan'a dönüşen bir nesle rağmen imdb notu 6,0 olan sweet november'ın bu coğrafyadaki adı kasımda aşk başkadır'ı anmadan yapamıyor.

oysa kasım, sokak lambalarının kaldırımlara yakamoz bıraktığı bir mevsim başlangıcına denk gelen, dostoyevski okumadan geçilemeyen günlerden başka bir şey değildir.

kaldı ki büyük yazar karamazov kardeşlerde uyarır bizi: kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten...