okul nihayet bitmiş, bir kaç ay geçmişti.
bir gün bavulumu topladım, otobüs terminaline gidip bilet aldım. otobüse biner binmez uyumuşum. arada bir yol kenarındaki evlerin solgun ışıkları, otobüsün solladığı kamyonların fren lambaları, karşıdan gelen araçların farları...
uyandığımda, ancak tatillerde kullanabilecek olmama rağmen annemin bozulmasına izin vermediği, aylarca -bazan yıllarca- incecik ışık çizgilerinden ve tozdan başka kimsenin girmediği, arada bir penceresi açılıp havalandırılan, on bir yaşında evden ayrılan oğlu döndüğünde kendini bulabilsin, yine orada çocuk olabilsin diye koruduğu ve böylelikle oğlunun bir gün eve döneceği, belki de zamanın akışını durdurabileceğine dair umudunu muhafaza ettiği, ablam evlendiğinden bu yana sadece bana ait olan odadaydım.
bir süre tavanı seyrettikten sonra bu satırları yazdığım salona gelmiştim. o zaman duvarlar şimdiki gibi beyaz değil, açık, neredeyse solgun bir maviydi. (ne zaman başladı, duvarlarda beyazdan başka bir renge tahmmül edemeyişim?)
orada durup eski zamanların seslerini dinlerken annem geldi. birine ancak evinde sorulabilecek o soruyu sordu: aç mısın?
o sabah yapıldığı belli su böreği ve yaprak sarması. biraz da çay...
peşi sıra odaya gittim. kapıyı kapadım. yatağa uzandım. yorganı başıma çektim.
yeniden uyandığımda sabah, saat erkendi. o kadar erkendi ki bizimkiler uyanmamıştı. sessizce dışarı çıktım. bahçeye, şehirleri birbirine bağlayan yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yola baktım. sohbet edecek bir kaç balıkçı umarak fenerin yan tarafındaki kayalıklara yürüdüm.
hiç kimse yoktu. ama bakışlarımı doğmakta olan güneşe çevirdiğimde yanıldığımı anladım. denizde yansıyan güneş ışıklarının çizdiği yolun bittiği yerde, yani güneşle aramda giysilerini çıkaran biri vardı. ama böylesi anlarda nesnelerin çizgi ve sınırlarını silikleştiren güneş kim olduğunu görmeme engel oluyordu.
ben o tarafa yürürken o suya girdi. ışıktan yol boyunca kulaç atmaya başladı. sanki güneşe gidiyordu. usul usul attığı kulaçlarla önce uzaklaştı, sonra kayboldu.
onu bir daha görmedim. kayalıkta bıraktığı giysileri annem birilerine verdi. ama giysilerin hemen yanında duran, üzerine rüzgar uçurmasın diye büyükçe bir taş konulmuş ve aynı defterden koparıldığı belli sayfaları hâlâ saklıyorum.
ve onları en üstte duran sayfadaki isimle anıyorum: eski zaman defterleri...
bir gün bavulumu topladım, otobüs terminaline gidip bilet aldım. otobüse biner binmez uyumuşum. arada bir yol kenarındaki evlerin solgun ışıkları, otobüsün solladığı kamyonların fren lambaları, karşıdan gelen araçların farları...
uyandığımda, ancak tatillerde kullanabilecek olmama rağmen annemin bozulmasına izin vermediği, aylarca -bazan yıllarca- incecik ışık çizgilerinden ve tozdan başka kimsenin girmediği, arada bir penceresi açılıp havalandırılan, on bir yaşında evden ayrılan oğlu döndüğünde kendini bulabilsin, yine orada çocuk olabilsin diye koruduğu ve böylelikle oğlunun bir gün eve döneceği, belki de zamanın akışını durdurabileceğine dair umudunu muhafaza ettiği, ablam evlendiğinden bu yana sadece bana ait olan odadaydım.
bir süre tavanı seyrettikten sonra bu satırları yazdığım salona gelmiştim. o zaman duvarlar şimdiki gibi beyaz değil, açık, neredeyse solgun bir maviydi. (ne zaman başladı, duvarlarda beyazdan başka bir renge tahmmül edemeyişim?)
orada durup eski zamanların seslerini dinlerken annem geldi. birine ancak evinde sorulabilecek o soruyu sordu: aç mısın?
o sabah yapıldığı belli su böreği ve yaprak sarması. biraz da çay...
peşi sıra odaya gittim. kapıyı kapadım. yatağa uzandım. yorganı başıma çektim.
yeniden uyandığımda sabah, saat erkendi. o kadar erkendi ki bizimkiler uyanmamıştı. sessizce dışarı çıktım. bahçeye, şehirleri birbirine bağlayan yoldan ayrılıp bahçe kapısına kadar gelen toprak yola baktım. sohbet edecek bir kaç balıkçı umarak fenerin yan tarafındaki kayalıklara yürüdüm.
hiç kimse yoktu. ama bakışlarımı doğmakta olan güneşe çevirdiğimde yanıldığımı anladım. denizde yansıyan güneş ışıklarının çizdiği yolun bittiği yerde, yani güneşle aramda giysilerini çıkaran biri vardı. ama böylesi anlarda nesnelerin çizgi ve sınırlarını silikleştiren güneş kim olduğunu görmeme engel oluyordu.
ben o tarafa yürürken o suya girdi. ışıktan yol boyunca kulaç atmaya başladı. sanki güneşe gidiyordu. usul usul attığı kulaçlarla önce uzaklaştı, sonra kayboldu.
onu bir daha görmedim. kayalıkta bıraktığı giysileri annem birilerine verdi. ama giysilerin hemen yanında duran, üzerine rüzgar uçurmasın diye büyükçe bir taş konulmuş ve aynı defterden koparıldığı belli sayfaları hâlâ saklıyorum.
ve onları en üstte duran sayfadaki isimle anıyorum: eski zaman defterleri...