30 Mayıs 2015 Cumartesi

koşmak

whatsapp...

her şey bir soruyla başladı ve devam etti.

*

"yürüyor musun koşuyor musun?"

"genel olarak koşarım ama şu an oturuyorum."

"(tam burada adımı anarak) koşuyorsa her şey yolundadır. yürüyorsa hayat onu yavaşlatmış olabilir. koşması içimize ferahlık verir. oturmak ise kendi seçimidir ona kafayı takmam. (gülümseme ikonu)"

*

sonra...

sonrası mahrem. iki arkadaş arasında.

28 Mayıs 2015 Perşembe

dakika ve skor

"sizi seviyorum, size bağlıyım, demek yerine, size ait şu veya bu şeye, meselâ şu kahve içişinize, yediğiniz yemeği elbisenizin üzerine dökmenize, boyunbağınızı yanlış bağlamanıza, münasebetsiz hiddetinize hayranım, demek arasındaki fark öyle alelâde bir şey değildir. hele sevginizi göstereceğiniz insanı bir zaafında, bir sevgisinde okşarsanız iş büsbütün değişir. daudet'nin hikayesinde delikanlı âdeta papa'yı ihmal eder, onu görmez bile. yahut onunla senli, benli konuşur. bütün dikkatlerini katırında toplar. çünkü bilir ki papa, kendi kıymetlerini müdriktir. şüphe ettiği şey katırına karşı beslediği sevgi, o zaaftır. bu zaafa hitap etmek, onu gözetmek papa'yı fethetmektir."*


*: ahmet hamdi tanpınar, sahnenin dışındakiler

26 Mayıs 2015 Salı

çok aşığın var diyorlar*

ya da "üzerime alındığım şarkılar vol.1"

bu güzel şarkı ancak o zaman "benim şarkım" olabilir gibi geliyor bana. ne zaman dinlesem, söyleyen acı, korku, özlem ve kıskançlık arasında bana söylüyor, şarkıyı yazan benim için yazmış gibi hissederim çünkü.

bu his belki çocukça belki ahmakça olabilir ama kibirden fersah fersah uzaktadır. çünkü bunu hissederken ithaf edenin kârda olduğunu bilirim. "yenilgi yenilgi büyüyen zaferler"in ne demek olduğunu bildiğim gibi.

ve içten içe onunla yer değiştirmek, "bütün bunlara rağmen" diyebilenin yerinde olmak isterim.

* incesaz, çok aşığın var diyorlar


notgibi: bunu demişken, eğer koynunda ingiliz alfabesinden uzak bu kadar harf saklamasaydı blogun adı üzerimealındığımbirbaşkasınaaitbirkimlikle olabilirdi, diye itiraf ederim.

22 Mayıs 2015 Cuma

kısa kısa - on altı

* uzun bir aradan sonra şarkıyla başlıyoruz: ellere düş...

* selfie belasını başımıza bela edeni bulmaya çalışırken rastladım: ilk insanlı fotoğraf... (uzaya gönderilen ilk insanlı araç gibi oldu ama her neyse.) sene bin sekiz yüz otuz sekiz. paris.

* yıldız tilbe için, "başka bir gezegenden gibi biri o. bambaşka bir aklı, bambaşka ve bizimkinin tamamını örtebilen bir duygusu var. kendine has. ve kimseye eyvallahı yok. çok seviyoruz onu, iyi ki bizim 'yıldız'ımız," diyen, ben değilim, mahir ünsal eriş... sorsalar ben de öyle derdim, o ayrı.

* adam kendini, "hiç çabalamam. ne kadarsa o kadara razı olurum. çapımı da bilirim zaten. kendimden hiçbir zaman çok büyük beklentiler, çok yüksek ümitler içinde olmadım," diye anlatıyor ve kitabının adını olduğu kadar güzeldik koyuyor. bunda bir hata yok.

* edebiyat-üç.a ikinci dönem ikinci yazılı yoklama sorusu: "bu roman roman gibi bir roman" cümlesinin öğelerini bulunuz.

* "sanatı sevmenin iki yolu var," der oscar wilde. "birisi sevmemek, diğeri mantıkla sevmek."

* modern sanat diye belirtmiş midir acaba?

* bitimsiz bir yaklaşıklığın doruk hazzı (bir matematik hocası olsaydım "limit" konusunu, "gündelik hayattaki anlamını boş verin limit matematikte yaklaşmak demektir," yerine böyle anlatırdım)

* bitmek bilmeyen gecelerin sabırlı sesi (radyoda gece programı yapan bir adam olsaydım kendime seçtiğim isim bu olurdu)

* biliyorum, "kısa -kısa"lar kafasına göre takıldığı ve adına inat arası giderek açıldığı için "tenis haberleri" de iyice eskiyor. ama bunların "haber" değil, "not" olduğunu hatırlatmak isterim.

* yılın ilk grand slam'i australian open'da "bir numara"lar şampiyon oldu: kadınlarda maria sharapova'yı 'iki-sıfır'la geçen serena williams şampiyon olurken, erkekler şampiyonu ise "kendisini ingiliz sanan iskoçyalı" andy murray'yi 'üç-bir'le geçen "küstah sırp" novak djokovic oldu.

*oldukça formda bir dönem geçiren djokovic bu yıl roland garros'u kazanıp sadece 'kariyer slam'ini tamamlamakla kalmaz, grand slam yaparsa şaşırmam.

* istanbul'dan bir federer geçti. ve bazı şanslılar bu "iyi aile çocuğu"nu dünya gözüyle gördü. ya da tenis tarihinin gelmiş geçmiş en oyuncusunu...

* "insanoğlu, bu dünyayı düşünce yoluyla, tümlüğü içinde (ve içre) kuşatabilecek…derinlemesine bir görüşe sahip olacak tarzda yaratılmamıştır." ece ayhan ya da ilhan berk. hangisi bilmiyorum.

* kötü bir roman için iyi bir isim: kalbin arkasındaki gölge...

* anektod: müzeyyen senar'ın peşi sıra yazılanlardan. "bir gün müzeyyen hanım samsun, havza'da bir dere kenarındaki kahveye oturmuş, birazcık arayıp taradıktan sonra beyaz peynir ve rakısını bulmuş, buz olmadığına hayıflanırken, bir gök gürültüsü ve ardından gelen doluyla buz gökyüzünden yağmıştır."

* sincap sözcüğü, gölge-kuyruk anlamındaki yunanca bir sözcükten gelir.

* mehmet murat'tan terk edilmeseydi kemal sayar'a ithaf edeceği bir şiir. terk edilmiş şiir: "iki iskele arasına hapsolunmuş büyük şehirli vapur/ kalbinde uçurumlara sevdalı uslanmaz bir kelebek"

* "yüzyılın fotoğrafçısı" ara güler, "ayasofya'nın fotoğrafını çekerken, benim için önemli olan onun önünden geçen insandır," der. sadece bu cümle bile onun neden büyük bir fotoğrafçı olduğunu açıklar. bin dokuz yüz doksan dokuzda neden "yüzyılın fotoğrafçısı" seçildiğini de...

* yine ara güler'den: eğer elde bir fotoğraf varsa işte böyle olmuştur ve başka türlü değildir. dolayısıyla görsel olarak varılan (fotoğraf, aktüalite, belgesel filmler) en gerçek, en kestirme belgeleyicilerdir. belgeseller ilerde tarihin en doğru, yorumsuz ve uydurmasız kanıtlayıcıları olacaktır, çünkü yorumsuz ve uydurmasızdırlar. ciddi ve gerçek bir basın geçmişi bir ayna vasıtasıyla geleceğe sürükleyen bir basındır. bu da tarihi belgeleme yoluyla mümkündür. (tarihin dokümantasyonu)

* bin dokuz yüz altmıştan bu yana yapılan şarkılarda en çok kullanılan kelime: love... ardından baby, lonely ve home geliyor. kaynak isteyenler buraya lütfen.

* aynı tarama türkçe sözlü şarkılar için yapılsa sonuç ne olurdu diye merak etmeden duramıyor insan. bir numara 'ayrılık' olurdu bence. ya da 'gitmek' fiilinin türlü halleri.

* emrah serbes son romanı deliduman'da her türden sosyal medya severe tadından yenmez bir cümle armağan ediyor: yüzyıllık yalnızlık neymiş allah aşkına, asırlardır yalnızız biz!

21 Mayıs 2015 Perşembe

başlangıç - nihayet

serdar kuzuloğlu her zaman zevkle okuduğum blogunda, "tutkulu insanlar" başlıklı yazısı vesilesiyle ben gibilerin hâline tercüman oluyor.

"zaman zaman dönüp eski yazılarımı okuyorum. çoğunun ortak noktası uzun girizgahlar. merak edenler için sebebi bir fikrin zihnimde nasıl oluştuğunu anlatabilme derdi. bir öykünün oluşma öyküsünün bazen öykünün kendisi kadar önemli ve anlamlı."

kaldı ki bu cümleler, bazan başladığı yerden uzakta biten yazılarımın sadece kelimelere düşkünlüğüm yüzünden öyle olmadığını da anlatır.

19 Mayıs 2015 Salı

sorulmamış bir soru

günün sorusu tadında biraz.

biraz da, günlerden bir gün içinde yanıtlanmamış bir sorusu olduğunu fark eden "olası" öykü kahramanları gibi...

*

fuzûlî yüzyıllar ötesinden, "aşk imiş her ne var âlemde," der bize. "aşk her yerde" diyen filmler çağında da ne varsa aşk yüzünden, aşkın elinden.

hayatın merkezine bu denli yakın olunca üzerine konuşuluyor, tartışılıyor, muhtevası üzerine fikirler ortaya atılıyor. bazan ruhtandır deniyor bazan labaratuvar koşullarında elde edilen sonuçlar enzim ve hormonları işaret ediyor. bir de iş beyinde bitiyor diyenler var.

sonra sorular var sıkça sorulan.

"mutlu aşk var mıdır?" mesela... muhtemelen aşk hakkında en çok sorulan sorudur. akla en yatkın cevabı ise, "mutlu aşk vardır, ancak mutlu kalabilen aşk yoktur"dur. ama bence, "mutluluğun rengi beyazdır, bu yüzden yazılsa da sayfalarda görünmez," diyen montherlant herkesten daha çok haklıdır. belki de asıl haklı olan, amcabey'e "aşk her zaman yaşanmış bir şeydir. ancak hiç yaşanmakta olan bir şey değildir, ancak hatıra olabilir. aşk acısı zannettiğin şey, aşkın kendisidir," dedirten, bir anlamda, "bu durumda nasıl mutlu aşk olsun ki?" diyen alper canıgüz'dür.

ya da "sonsuz aşk var mıdır?"... şimdi birer "anı parçası"na dönüşmüş, bitmez sandığım aşklara bakarak söylersem, "yok öyle bir şey." ama, "bu benim son aşkım olacak. önümde yeniden aşık olacak kadar zaman olduğunu sanmıyorum," diyen ve yıllardır sözünde duran adamlar da gördü bu gözler.

*

tam burada ben sormak istiyorum: bir aşkın yükünden ne zaman kurtulur insan? ne kadar sürer unutmak? yeni bir aşka ne zaman hazır olur kişi?

üç gün? altı ay? bir yıl?

var sayalım buna bir cevabımız ve bu süreden önce kendini bir aşkın kollarına bırakan insanlar var.

şimdi en başından beri sakladığım asıl soruyu sorabilirim: bu durumda hangisi aşk değildir; eskisi mi yenisi mi?

yoksa ikisi birden mi?

13 Mayıs 2015 Çarşamba

masumiyet müzesi

roman değil, müze olan...

ama biz önce romandan konuşalım: okuma zevkine güvendiğim bazı otoriteler(!) pek beğenmese de ben keyifle okumuştum. zaman zaman "orhan pamuk anları"na şahit olduğumuz tutku yüklü, melankolik bir romandı. hatta, eğer varsa öyle bir ayrım, "erkek romanı" olduğu dahi söylenebilir.

orhan pamuk'un gerek roman çıkmadan önce gerek çıktıktan sonra verdiği röportajlarda bahsedip durduğu "masumiyet müzesi" fikri ise rahatsızlık vericiydi. romanın gündemde olduğu o günlerde bu müzenin asla açılmayacağını, bunun bir pazarlama stratejisi olduğunu iddia etmiştim. ne zaman karşıma müzeye dair bir şeyler çıksa, "reklam kokan hareketler bunlar, orhan" demişliğim bile vardır.

derken, müze açıldı. bu açılışın armağını olan "kapağı" ise özenle saklıyorum. belki ilk ziyaretçisi değildim ama bulduğum ilk fırsatta gittim. ortak dostumuz orhan'la beraber füsun'la kemal'i ziyarete gitmiş gibi.

romana ait adres ve apartmanda kurulmakla meraklıları için cazibe merkezine dönüşen müze, romanın ruhuna uygun tasarımı, renk ve ışık seçimiyle daha da etkileyici olmuştu. blogta da uzun uzun anlatmak istediğim o ziyareti biraz da o dönem kendi içimde yürüdüğüm yollar yüzünden anlatamamış, ziyaret boyunca hissettiğim, "hangi kadın böyle bir tutkunun nesnesi olmak istemez?", "her kadın nihayetinde bir müzesi olsun ister." türünden duyguları biraz da anı olsun diye bir cümlelik bir ahkâma* sığdırmıştım.

ikinci defa gitmek kısmet olmadı. ama bu ikinci ziyaret için verilmiş bir sözüm var ve ilk fırsatta tutulmayı bekliyor.

ve geldik bugüne; masumiyet müzesi artık google kültür enstitüsü sayesinde internet üzerinden ücretsiz gezebiliyor, şeylerin masumiyeti ile yaptığınızı bilgisayar karşısında yapabiliyorsunuz.


*: bu tek cümle, blog mahallesine olan imanımı tazeler. ne zaman içimde bir şüphe belirse bu tek cümlenin yorumlarla köpürüşüne bakarım.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

uzaklar

"ne kadar uzakta gezinirlerse, o kadar az bulabilirler aradıklarını. onlar, yolunu şaşırmış biri gibi yürürler: ne kadar ötelere yürüse, o kadar yanılgıya giden biri."*


*: meister eckhart, reden der unterweisung

10 Mayıs 2015 Pazar

pazar neşesi

bir fotoğraf. dublin'de bir cafe-barın adisyon fişi, üst kısım. cafe-barın adı, adresi falan. altında da wifi şifresi: hipsterspleasebuysomething.

bunu görünce kahkaha attım ilk olarak. sonra da türk işletmeleri için olası şifreler düşündüm. mesela, sayınmusterilerimizheryarımsaattebirservismecburidir.

7 Mayıs 2015 Perşembe

dünyanın en güzel kütüphane memuru

dünyanın en güzel kütüphane memuruydu o. hâlâ da öyle olduğundan eminim. onu her gün görmek isterdim ama senede bir gün görsem bile kendimi şanslı hissederdim. saat farkları, takvim uyuşmazlıkları, başka şehirler, ülkeler, hatta kıtalar.

ama telefonlar vardı. kartpostallar, elektronik mektuplar... bir de emesen.

bir gün meşgul olmalı ki cevap vermesi gecikti. ben de "yazmaya başladım".

*

farkında değil misiniz, kitap almak için binlerce defa geldim yanınıza. içlerinden biri dikkatinizi çeker diye umarak, edebiyat klasiklerinden modern edebiyat örneklerine kadar bir yığın kitap aldım sizden. hatta kuramsal kitaplar ve sanat üzerine okumadığım tek bir metin kalmadı. bilim ve teknik dergisi'nin bütün ciltlerini hatmettim...

belki sizin de ilgilendiğiniz bir şeye denk gelirim, kayıtlara geçerken beni, başınızı kaldırıp bakarsınız ve ben 'bu öykü içinde ilk defa gözlerinizi görmüş olurum', gözlerinizin rengini bilmiş olurum, diye. ama bir kez olsun başınızı kaldırıp da bakmadınız, bir kez olsun görmediniz beni. bir defa olsun bakın istedim, bir defa tebessüm edeyim size. gözlerimin nasıl da görmeye muktedir olduğunu fark edin. ama siz bakmadınız.

öğle tatillerinde ise yanınızda arkadaşlarınız olurdu hep. sizi mahçup etmek endişesiyle yemekhanede karşınızdaki boş yerlere bile oturmadım. farkında olmadan bir hata yaparım, gençlere özgü ataklığım sizi mahçup eder diye.

ve en son bu geldi aklıma; sınıfın en çalışkan, sınıfın en çok kütüphaneye gelen kızı... ona yakın olursam kimsenin dikkatini çekmeden kütüphaneye, yani size de yakın olabilirdim.

ben de öyle yaptım. ama bu defa ya görür de onu sevdiğimi sanırsınız diye korktum. türlü bahanelerle uzak durdum. görme ihtimalinizin olmadığı yerlerde tuttum elini. hep sizmişsiniz gibi davrandım ona. yan yana film izlerken, kucağıma koyduğu sol elini sol elimle tutarken ve sağ elim saçlarıyla oynarken. bazan tırnak uçlarım çıplak koluna dokunurken. bir defasında gözlerine bakıp, "gözlerinin göğünde bulutlar saklı," demiştim yanlışlıkla. neyse ki, o bunu mecaz sandı, gözlerinin kuru yaprak rengine edilmiş bir iltifat tasavvur ederek.

bazan sizden yana bakardım. dalgınlığınıza dalmış buradan çok uzaklara gitmiş olurdunuz. "siyah beyaz bir filmden çıkıp gelmiş gibisiniz," derdim, tıpkı karşımda oturuyormuşsunuz gibi. ya da siyah beyaz fotoğraf. arkanızda boğaz. ya da camları yağmurlu ev içlerinde bir "gelecek"i bekleyen.

*

tam burada geldi, "iki nokta üst üste"nin peşine bir "kapa parantez" ekleyerek tebessüm etti.

o tebessümden cesaret bularak, "ben bunu yazarım," dedim. "belki bunun bir öyküsünü sana doğum günü armağanı yaparım."

5 Mayıs 2015 Salı

boynunuzu öpebilir miyim?

s.melek yıldız kısa bir metinle "konuk"luğuna devam ediyor. alıştığımız karanlık yanı yok belki ama şehvet yerli yerinde.

*

dilini değil ama ruhunu sevdiğim şehirde. o şehrin daima çok sevdiğim övülesi toplu taşıma sistemi ve bu sistemin en önemli parçası olan metro trenlerden birinde. güneyden kuzeye yol alıyoruz.

şaşırtıcı bir biçimde kalabalık.

tam önümde, yüksek topuklarının üzerinde salınıp duruyor. bir süredir dengesini korumaya çalışmaktan vaz geçti. herkes gibi artık o da etrafındaki omuzlara, gövdelere çarpıyor. ve buna aldırmıyor. denge. hem hayat hem toplu taşıma aracı; ikisi birden fazla gelmiş olmalı.

neredeyse aynı boydayız. saçlarını topuz yapmış. beyaz gömleğinin dik yakasına rağmen boynu upuzun. "tam burada bir kırlangıç dövmesi uçuşmalıydı" diyor içimden bir ses. "çamur atma," diye karşı çıkıyor diğer ses. topuza dahil edemediği altın sarısı tüyler ve topuz kaçkını kısa saç telleri. kulaklarında zümrüt yeşili bir küpe. su damlası biçiminde sallanıyor; damladı damlayacak.

gölün yüzünü okşadıktan sonra usul usul yükselen bir sis gibi beni bulan bir kokusu var. parfüm olamaz. eriyen karlarla beslenen bir dağ gölü ne diye parfüm kullansın?

dayanamayıp, aklıma ilk gelen dilde soruyorum: boynunuzu öpebilir miyim?

başı hafifçe sola dönüyor. sabah aynanın karşısında giyindiği nar rengini hâlâ üzerinde taşıyan dudakları bir çukurda son buluyor. sanki bütün nar taneleri o çukura doluyor.

şehre ait bir ses şehre ait olmayan bir dilde, "olabilir," diyor.

ilk durakta kabalıktan sıyrılıp iniyorum.

dudaklarımda bir sıcaklık.

3 Mayıs 2015 Pazar

grooveshark'ın ölümü

şurası kesin, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

bir süredir telif hakkı sorunları ve hakkında açılan davalarla uğraşan grooveshark sonunda pes etti ve ani bir kararla sitenin ışıklarını söndürüverdi. ve bu kararı otuz nisan tarihli bir mektupla kullanıcılarıyla paylaştı.

benim bu durumdan haberim ise üç mayısın ilk dakikalarında oldu.

*

yaklaşık altı yıl önce 'dibace' başlığıyla söylediğim "önsöz"de, "bu yolun nereye gittiğini bilmiyorum. tıpkı gece karanlığında yol alan bir vasıtanın yolcusu gibi ancak farların aydınlattığı kadarını görebiliyorum." demiştim. ve olaylar öyle gelişti.

ilk kararım, bu "önsöz" dışında, "altı çizili satırlar" ve "o sahne" olmak üzere iki başlık olmasıydı. ama "günün sorusu", "bir masada iki kişi" çok geçmeden konuya dahil oldu. hatta kalemine, kalbine güvendiğim bazı tanıdıklarımı "konuk sanatçı" bile yaptım. ve bir çok şey daha...

hasılı tutucu davranmakta ısrar edebildiğim tek bahis fotoğraf ve video paylaşımları oldu. çünkü bu sayfaların defter gibi olmasını istiyordum. "her şey defteri-iki" gibi...

defter de olsa müzik olsun istedim bir gün. paylaştım da... sonra başkaları. bazan gündelik hayatın içinde dilime dolanan bazan bir şeylere tutunup geçmişten çıkıp gelen bazan da bir filmin olur olmaz yerinde kulağıma çalınıp soundtrack peşinde koşturan şarkılar.

ama groovshark'ın paylaşıma izin veren sevimli gri 'widget'ları olmasaydı bu bahiste ikna olabileceğimi sanmıyorum.

o 'widget'lar artık yok.

*

elbette bir çözüm bulunur. boşluklar dolar. en kötü ihtimalle her boşluk için bir ucu 'youtube'a açılan bir tünel kazarım.

belki de bu bambaşka şeyler için bir işaret. kim bilir?

1 Mayıs 2015 Cuma

günün sorusu: ağrı

bir şiirinde, "raskolnikov müthiş bir allah ağrısı çekmektedir," diye ünleyen a.cahit zarifoğlu'nun daha sonra bu 'ağrı'yı 'iman ağrısı' olarak değiştirmesi yine aynı kapıya çıkmaz mı?