yani
kemal safa güntekin' in yazdığı 'düşkünler' üçlemesinin ilk iki kitabı.
ama biz anlatmaya en baştan başlayalım...
*
geçtiğimiz aylarda bir arkadaşımın kitaplığını karıştırırken, yazarı müstear tadında bir isme sahip bir kitap, 'eskiyi çağrıştıran, özellikle epritilmiş' pek renkli kapağıyla dikkatimi çekti. haksızlık etmeyeyim; şu sıralar avrupada yaşamayı tercih eden bu arkadaşımın ilgi alanları hoşuma gider, okuma zevkine de fazlasıyla güvenirim. yani, onun kitaplığındaki bildiğim, bilmediğim ne varsa her zaman dikkatimi çeker.
kitabın başında, adı, muhtemelen
kemal tahir, peyami safa ve
reşat nuri güntekin'den ödünç alınarak edinilmiş
kemal safa güntekin adlı yazar hakkında
"altmışlı yıllarda doğdu, ankara' da yaşıyor. mahlas kullanarak çeşitli roman ve inceleme kitapları yazdı. çift kişilikli olduğuna inanıyor." deniyor.
buradan yazarın kendi adıyla yayınladığı kitapları olduğunu çıkarttım. arka sayfadaki kitaba dair vaatler
erkan goloğlu abimiz
akif kurtuluş' u aklıma getirdiyse de bu iki kitabı ve
kemal safa güntekin adıyla tutulan
blogu okuduğumda ve yazarla yapılmış röportajlarda 'kadın' sesi duydum, en azından kadınların tarafını tutan bir ses.
kendisiyle yapılan röportajlarda, 'neden müstear tercih ediyorsunuz?' tadındaki sorulara verdiği cevaplardan tahminde bulunan tek kişinin ben olmadığımı, okurların
ezel akay'dan
murat belge'ye,
tanıl bora'dan
gürsel korat'a kadar bir yığın adı terennüm ettiğini de öğrendim.
önce
oscar wilde'a sığınıp "yazar sadece yazısını değil benliğini, eylemlerini ve hatta bana kalırsa adını bile kurgular" diyor, peşi sıra
umberto eco'nun "gerçek adıyla tanınmak isteyenlerin mahalledeki berber ve kasap tarafından tanınmak ister," diye yazdığını söyledikten sonra, "benim bu ismi seçerek nasıl bir şeye yöneldiğim belli oluyor, umarım oluyordur," diyerek sözlerini tamamlıyor.
yazarlık ve starlık hallerini karıştırıp, okurdan kendisine sinema ya da sahne yıldızı gibi davranmasını isteyen yazarlardan olmak istemiyor. çünkü kitap tüketim malzemesine, kitapçılar kitap-marketlere dönüşürken, aslolanın edebiyat olduğu unutulup "yazarın kimliği, nasıl yazdığı, neyle yazdığı, nasıl çalıştığı, neyi sevip sevmediği daha önemli hale geldi."
asıl isteği, tanınmak değil okunmak: "gerçek adımla yazdığımda 'vay, şu kadına -belki de adama- bak, gemi azıya almış' diyecekler ve ne yazdığımdan çok benimle ilgilenecekler. bunu istemiyorum. (...)kenarda durmayı, hiç yokmuş gibi o sokaklarda gezmeyi yeğliyorum. sokaklarda gezerken fotoğrafımın çekilmesini isteseydim mahlas kullanmazdım."
idolü ise, 'bir şehirde yeterince ünlü olduklarını hissettiklerinde, başka bir şehre göçen ve o şehirde yeni bir isim ve üslupla yeniden çalışmaya başlayan' japon ressamları.
*
kadın düşkünü, hepimizin büyürken okuduğu, hatta "bir teneffüs daha yaşasaydı/ tabiattan tahtaya kalkacak"* öğrencilerin okumak zorunda kaldığı
milli romanın,
rita ise sözde entelektüel görünmelerine rağmen sığ, içeriği üniversite birinci sınıf düzeyini aşmayan, psikolojik, felsefik, sosyolojik tavırları biraz mürekkep yalamış herkesin takdir edeceği
san'at romanının birer paradosi.
onlar gibi konuşan ama onlar gibi söylemeyen bir tersine çevirme.
milli roman, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle milli şef döneminde devletin vatandaş idealini ele veren, 'cumhuriyetin vaaz ettikleri'ni okuruna aktaran, iç dünyası ve cinselliği olmayan kahramanları vasıtasıyla gençliğe belli düşünce ve davranış kalıplarını kabul ettirmeyi, sevme biçimlerini öğretmeyi amaçlayan, toplumu yansıtmaktan uzak bir edebiyattı.
san'at romanının ise hiçbir zaman adıyla ilgisi olmadı; bir şeyi anlatmamayı tercih ederek mana kazandı daha çok.
*
her iki roman da birer epigrafla açılıyor.
kadın düşkünü,
“roman, bir vasıtadır. roman, idealini milli hislerin menbaından almalıdır. böyle bir roman, okuyucusunu vatan sevgisile ve türklüğe yaraşır bir vakarla doldurur, her türk çocuğunu da eğilmez baş olarak yüceleceği fikriyata sevk eder. içinde bir kelime bile ahlakdışı söz ihtiva etmeyen, fıtratımıza ters düşmeyen, her bir kahramanı heykel gururu ile dolu, milletimizi yüceltmeyi gaye edinmiş bir edebiyat! işte roman denince ne anladığımızın tarifi. (s. şiremenlioğlu, dil ve edebiyat meselelerimiz, birinciteşrin 1944, ankara)” diye başlarken neleri karşısına aldığını, kime ve neye savaş açtığını daha yolun başında belli ediyor. dahası kitabın bütününe sinmiş mizah da buradan başlıyor.
rita da benzer yoldan ilerliyor:
“neymiş? 'çanlar kimin için çalıyor' muş. san'at kisvesi altında haçlı propagandası yapcaksınız da susacak mıyız? bizim san'atımız millidir; öyle kilise, bar, kârhane köşelerinde devşirilmemiştir. türk, bunu bilmeyenin başına dünyayı geçirir. isterseniz cadde-i kebir'in türklükten habersiz fanfinlerine çalın ama elimizde bir tutam ot var, müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz, çanınıza ot tıkarız. (nurettin osman menteşe, sansür mes'elelerimiz, miiletim gazetesi, 27.3.1948)” san'ata karşı duran bakışa rağmen inadına san'at romanı. ‘mevcut kullanım biçimlerine, kendini tüketen narsizme’ yönelik bir gönderme. dahası bir çeşit meydan okuma; hem san'at romanına hem de hakim bakışa.
*
hem
kadın düşkünü hem de
rita, bin dokuz yüz ellilerin politik ve sosyolojik fotoğrafını çekmeye karadeniz kıyılarından başlıyor:
bayram kozlu'dan yola çıkıp, trenle ankara üzerinden germencik'e,
cemile ise samsun'dan yola çıkıp, ankara'da bitebilecek hikayesinde kayseri'ye varıyor. sanki iki roman arasında bir ayna var: ankara...
ikisi de gerçek isimlerini terkedip başka isimlerle hayatına devam ediyor: askere gidip 'düşkün'ü olduğu kadınlardan uzak kalmak istemeyen
bayram, trende nüfus cüzdanını bulduğu yozgatlı
ramazan'ın ismine sahip çıkarken, kendisini boğan ailesinden ve samsun'dan uzağa gitme derdindeki
cemile de her pavyon çalışanı gibi kendine bir isim seçiyor:
rita.
bütün bunlar, müstearla yazan yazarın kahramanlarına oynadığı bir oyun gibi.
*
kadın düşkünü, memleketin zengin köşesi ege'de, iyi eğitim almış, soylular gibi davranan kişiler arasında bir çeşit rus romanı havasında geçiyor ve fransızca okuyan, batılı gibi davranan insanların arasına hem bayram'ı hem de milli romanın görmezden geldiği cinselliği ve gündelik hayatın dilini sokuyor.
rita ise, kayseri'nin yeni zenginlerini, her şeye sahip olacak kadar parası olduğu halde neye sahip olacaklarını bilemeyen, zengin olunca taşındıkları halde eski fırsat buldukça eski mahalleye gelmekten vazgeçemeyen insanların arasında gezinen bir roman.
iki romanda da, zenginlerin maddi durumlarındaki şaibe, "çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz" sözünü hatırlatıyor. okuyucu başını yere eğerek, bir zamanlar ortak bir hayatı paylaşırken, yanlış okunan millet kavramı yüzünden yaşadığı toprakları terketmek zorunda kalan insanları düşünüyor.
anlıyor ki, anadolu'dan balkanlar'a, balkanlar anadolu'ya karşılıklı göçler bir yanlışı düzeltmiyor, hatta iki yanlış yapıyor ve bir çok doğruyu alıp götürüyor.
*
romanlar, tanrıyazarın bencil bakış açısından ya da taraf tutan yazan tehlikesinden uzak durabilmek için farklı anlatıcıların anlattığı bölümlerden oluşuyor.
kadın düşkünü'nde bu anlatıcılar romanın karakterleriyken,
rita da ise nesneler.
bayram'ın küpü,
rita'nın ise kolyesi var: biri koleksiyonuna kattığı her kadın için küpüne bir taş atarken, diğeri her erkek için kolyesinin zincirine boncuk takıyor... ama sonunda,
bayram'ın küpü içinde para var zannıyla askerler tarafından kırılırken,
bekir'in fotoğrafını kalp şeklindeki kolyesine, kendi fotoğrafının karşısına yerleştirmek isteyen
rita kolyesini çıkartırken kolyenin zinciri kopar, boncuklar yere saçılır.
*
bu, biçim ve coğrafya olarak ayrılsa bile bin dokuz yüz ellileri konu edinen iki romanın bazı ortak karakterleri de var:
kör ihsan, bakanlık başmüfettişi
mükremin bey,
necip bey...
türk siyasetinin üç temsilcisi.
necip bey, kuruluşundan bu yana ülkenin yakasından düşmeyen, resmiyete dökülmüş faşizmi temsil eden, birlik ve beraberliği düşman icat ederek tesis etmeye çalışan derin-karanlık adam.
kör ihsan, anlamından boşandırılmış bir muhafazakarlığın temsili. belki de bu yüzden kör. ötekine düşman bu adam, her iki romanda da "küçük kıyametlere neden olan biri."
mükremin bey, milli romanın bizden olmamızı istediği, vatan sevgisiyle dolu, idealist aydın. tabi ki, bakanlık başmüfettişi.
*
demokrat parti dönemini anlatan 'düşkünler' üçlemesi, yazarın söz verdiği üzere, ölmez de sağ kalırsa 'yirmi yedi mayıs'la beraber son bulacak.
bu yazıya gelince, yazarın cümleleriyle son bulsun.
“bu kadar kötülük içinde gülmeye hakkımız var: iyimserlik, zor günlerin şeytan kovma duasıdır. kime bilmem ama toplumun böylesi dilekleri zaman içinde kabul ettiğine dair ümitler olmadan yaşam acılaşıyor.“
*: ece ayhan, meçhul öğrenci anıtı