28 Aralık 2021 Salı
günün sorusu: önce - sonra
26 Aralık 2021 Pazar
sokak lambaları
18 Aralık 2021 Cumartesi
ebedi ergenlik
12 Aralık 2021 Pazar
atışma - on dokuz
10 Aralık 2021 Cuma
tehlikeli şiirler - elli beş
kostantinos kavafis'ten bir şiir* mesela
Birdenbire, gecenin yarısında
can alıcı müziklerle, seslerle geçen
görünmez çalgıcıları duyup da
artık talihin bitti diye, yaptıkların
çöküverdi; kanıtlandı diye
hayatının sahteliği, sakın ağlama.
Çok önceden hazır gibi, bir yiğit gibi,
Vedalaş, uzaklaşan İskenderiye ile.
Hele, hiç aldatma kendini
bu bir düştü, yanlış işittim deme
aşağılanma böyle boş umutlar içinde.
Çok önceden hazır gibi, bir yiğit gibi
böyle bir kente yaraştığını belli edercesine,
güvenli adımlarla yaklaş pencereye
ve coşkuyla dinle, ama korkakların
yakınmaları, yakarmalarıyla değil,
yüreğinin derinlerini açarak bu gizemli çalgılara
dinle canalıcı sesleri
Ve yitirdiğin İskenderiye’ye, elveda.
*:tanrı antonius'u bırakıyor
8 Aralık 2021 Çarşamba
az
5 Aralık 2021 Pazar
pide
3 Aralık 2021 Cuma
özel dil
1 Aralık 2021 Çarşamba
bir masada iki kişi: kötü
29 Kasım 2021 Pazartesi
dakika ve skor
26 Kasım 2021 Cuma
herkesin odası kendine
23 Kasım 2021 Salı
dakika ve skor
19 Kasım 2021 Cuma
kulüp (2021)
alt başlık olarak ise popüler bir dizinin düşündürdükleri...
*
ben bu diziyi çok sevdim. belki beş yıldız vermem ama daha azına da gönlüm razı olmaz.
temas ettiği konular, atmosfer, oyunculuk, hikâye ve karakterler, müzikler tam da beni yakalayan türden. teknik katkı da hakkını veriyor.
geri kalanlar ise eleştirmenlerin, tarihçilerin, cümle uzmanların işi.
yine de, bir başkadır(2020) günlerinde yapıldığı gibi bu dizinin belgesel değil kurmaca olduğunu unutmanın hata olacağını hatırlatmak isterim.
*
bir defasında, şairlerin ilk kitaplarını almaktan hoşlanan birinden bahsetmiştim. o bendim, itiraf ederim.
bunu yaparken iki tane motivasyonum oldu her zaman. ilki, kitaplarının satıldığını gören şairlerin mutlu olacağı ve şiir kitapları sattıkça yayınevlerinin şiir kitabı basmaya devam edeceğine dair safça olduğunu inkar edemeyeceğim romantik inanç. ikincisi de, edebiyata asıl katkının ilk kitapla olduğuna dair düşüncem. yazarının o vakte kadar biriktirdiği ya da özünde ne varsa o ilk kitaptadır bence. daha sonra belki kalem işlerlik kazanır, 'edebiyat'ı iyileşir ama okur ilk kitapta aldığının üstüne pek fazla bir şey koyamaz.
çoğu yazar kendini tekrar eder, alkışla karşılanan ilk hikâyesini ısıtıp ısıtıp okurun önüne koyarak sessiz sedasız unutuluşuna yol alır. ya da okurun, en çok da dahil olduğu edebi kanonun taleplerini karşılamaya yönelir. editör, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mı nedir o adamın hikâyesini," der mesela.
evet, geldik. varmaya çalıştığım yer tam da burası: netflix yaratıcılığı öldürüyor mu?
tamam, kullanıcıyım. üyesi olmaktan şikayetçi ya da pişman da değilim. ama netflixin bir politikası, amacı ya da felsefesi olduğunu da biliyorum. önayak olduğu bir çok proje pozitif ayrımcılık yapacağım diye ayrımcılığı insanın gözüne soktuğu yerle dolu. oraya iş yapmak için, projenizde iyi, güzel, akıllı, güçlü bir siyahi karakter olmak zorunda sözgelimi. o siyahi karakter kadın ise, üzerine... her neyse sanırım anladınız.
istanbul'da geçen her diziye konunun ne olduğundan bağımsız olarak oryantalist eklemlemeler ya da çıkmalar yapmak zorundasınız. lütfen, bir hikâyede de kahramanlar simit - çay olayına girmesin. bir bölümü iki buçuk saat süren bir dizi değil ki bu zaman doldurmaya ihtiyaç olsun. derdinizi anlatıp gidin.
kulüp'teki karakterlerden yana hiçbir sıkıntı yok benim için. dediğim gibi, sevdim. ama bir sorum var. şarkıcımız kadın, matilda'mız namus cinayeti yüzünden hapse düşmüş, afla hapisten çıkan orta yaşlı bir erkek ya da askerden dönen bir delikanlı olsaydı bu proje hayat bulur muydu?
ya da netflix'e proje hazırlayanlar hiç akıllarında yokken siyahi bir beden eğitimi öğretmenini hikâyelerine katmak zorunda kalıyor mu?
ya da proje dediğimiz şeyler, bazı anahtar kelimeleri kullanmak zorunda oldukları ve karşılığında para kazandıkları dönem ödevleri mi?
*
yine, buranın bir çeşit taşra olduğunu söyler dururum. bu yüzden, geçenlerde şehre giden bir arkadaşıma üç tane kitap ısmarlamak durumunda kaldım. çünkü kitap alışverişimi yapmıştım ve sonradan yayımlanan bu üç kitap yılın süprizi gibi bir şeydi.
bunlara bir dördüncü kitabı eklemediğim için pişmanım ama: karıncaların gün batımı. zaven biberyan'ın bu romanını ölesiye merak ediyorum. bu topraklarda yaşanmış büyük haksızlıklardan birini fon alan, aynı haksızlığın sebep olduğu acıları, yıkımları anlatan bir roman.
okuyanların övgülerine bakınca hem merakım hem okuma arzum artıyor ve biliyorum kendimi, ilk fırsatta okuyacağım.
tam burada beni tedirgin eden noktaya geliyoruz.
anlatmak içinse arkadaşa ısmarladığım kitaplardan birini yardıma çağrmalıyım; köken'i. daha doğrusu köken'in yazarı saša stanišić'i. onu yirmili yaşlarının başında yazdığı asker gramofonun nasıl tamir eder? adındaki romanıyla tanıdım. kitaptan aldığım keyif bir yana, yetenek böyle bir şey olmalı diye düşünmüştüm. daha önce okuduğum kitaplara benzemeyen, özden gelen bir etkiyle yazılmış başarılı bir edebiyat örneğiydi.
sırp baba ve boşnak annenin oğlu olarak mutlu mesut yaşarken balkanları ağulayan savaş yüzünden kendini almanya'da yaşarken bulmuş bir yugo. hamburg'ta yaşıyor ve son romanı köken iki bin on dokuzda almanya'da yılın kitabı seçildi.
kitabı türkçeye çeviren gülçin wilhelm'in onunla yaptığı röportajda* şöyle bir cevap var:
"iyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini "okumak" isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur."
sanırım anladınız. kitabı okuduğumda -ki muhakkak okuyacağım- sadece yok sayıldığı, büyük acılar gördüğü için şefkat duyulan, biraz da bu yüzden yüceltilen bir yazar görmekten korkuyorum.
*
"sadakatsiz'deki cansu dere"ciler bağışlasın ama gökçe bahadır'ın mathilda hâlini on defa tercih ederim. evet, perçemlerine rağmen.
daha önce de dediğim gibi, sadakatsiz namlı dizide güzellik diye övülen şey ne kadar yapay ve sağlıksız geliyorsa bana, bu dizideki gökçe bahadır o kadar gerçek ve kadın. zayıf ile çelimsiz arasında fark var çünkü. derinin altını doldurup kırışıkları yok edince de güzel değil plastik ördek gibi oluyor kadın yüzü.
ama isteyen istediğini yapsın. bana ne.
*
hazır buraya kadar gelmişken, bir o sahne yapalım mı? hayır, selim'in matilda icrası değil. ama çok güzeldi.
şüphesiz dizinin en sevdiğim sahnesi. sadece oyunculuk ve diyaloglar değil, ülke ve toplum olarak ders çıkarmamız gereken o sahne:
kulübün sahibi orhan, tam sahneye çıkacakken korkup kaçan, kelimenin tam anlamıyla sırra kadem basan selim'i saklandığı yerde bulur ve onunla bir ikna konuşması yapar. ama suskunluğu bozan, söze başlayan ise selim olur.
"- hayal etmek yapmaktan daha kolaymış.
- aksine... hayal etmek daha zordur. hayal eden insanlar başarısızlık ihtimalinin kapısını açar. fırın yanına fırın yapanlardan olmak isteseydim o gün balkona geldiğinde dönüp bakmazdım sana.
- keşke bakmasaydın... en azından birimizin işleri yolunda giderdi.
- işler yolunda gitsin isteseydim, alırdım hükümetten bir yol ihalesi, devrederdim bir taşerona, londra, paris gezerdim... üç tane mühendis diploması, bir maden imtiyazına bakar milyonluk olmak.
- yapsaydın.
- aynı şarkıları söyleseydin. siyah bir takım elbise giyseydin. evlenseydin. çoluğa çocuğa karışsaydın. hayalleri iğdiş edilmiş, hevesleri terbiye edilmiş sıkıcı bir şarkıcı istemiyorum. ben sendeki aşkı gördüm. inandım sana. bir kumar oynadım.
- seni de hayal kırıklığına uğratırım.
- beni o sahnede, kanınla, terinle, göz yaşınla hayal kırıklığına uğrat o zaman... yenileceksek de öyle bir yenilelim ki herkes gülsün. ama biz hayal kurmaya devam edelim."**
*bu röportaj...
**senaryo: aysin akbulut, rana denizer, necati şahin
16 Kasım 2021 Salı
dünya sürgünü bitti
13 Kasım 2021 Cumartesi
ellerin
10 Kasım 2021 Çarşamba
kapak
7 Kasım 2021 Pazar
günün sorusu: ruh eşi
5 Kasım 2021 Cuma
karşı
3 Kasım 2021 Çarşamba
kovdum*
1 Kasım 2021 Pazartesi
nereye kadar?
27 Ekim 2021 Çarşamba
şampiyonların kahvaltısı
koşmayı seviyorum. bunun büyük bir şey olduğunu düşünmüyorum ama. ne beni özel biri yapıyor ne de iyi biri. eğer hayatta bir başarım varsa bunun koşmakla bir ilgisi yok. kaldı ki, başarım da yok.
koşmak, belki merdiven çıkarken işime yarıyor biraz. biraz da pazartesi başlayıp çarşambaya gelmeden bozulan diyetlerden, sabahları içilen sirkeli sudan uzak tutuyor beni.
yine de düzenli olarak koşmaya çalışıyorum. çünkü, "uzun mesafe koşucusunun yalnızlığı"nı seviyorum. aynı isimde bir film var, onu da... fark ettim, "adasal bilinç" demeyerek, entelektüel görünme fırsatını kaçırdım. nasip. ölmezsek, nasıl olsa konu yine 'koşmak' bahsine gelir. belki o zaman.
fazla enerjimi yalan yanlış yerlere kanalize etmek yerine atletizm pistine, caddelere, kırlara, bayırlara serpmek hoşuma gidiyor. o fazladan enerjiyi kafes dövüşlerinde harcadığımı düşünsenize. dayak yemek değil elbette korkum. kaldı ki, dayak yeseniz de atsanız da canınız yanar. eliniz parçalanır, şişer, kırılır, incinir.
ayrılık sürecine benziyor yani. hangi köşede olursanız olun canınız yanar. eğer acı çekmeyen biri varsa, bilin ki çoktan gitmiştir o.
sonra, hayal kuruyorum koşarken. düşünüyorum, veremediğim cevapları veriyor, olası karşılaşmaların diyaloglarını yazıyorum. buraya yazdığım bazı yazıları koşarken kurduğum bile oldu.
susuyorum, acıkıyorum. size tuhaf gelebilir belki ama en çok acıkıyorum. poğaçalar, simitler, elmalı kurabiyeler geçiyor gözümün önünden.
bazan 'karlı dağlar' da geçiyor ama bunun konumuzla ilgisi yok.
yine öyle bir gün. yol üzerinde fırın olsa duracak, yarım ekmeği mideye indirip yoluma öyle devam edeceğim. para da var.
bu arada erbabı iyi bilir; bu coğrafyanın en yakası açılmadık hikâyeleri bu cümle ile başlar: para da var...
dönüş yolunda, evin yakınındaki bir markete daldım. reklam olmasın diye adını söylemeyeyim ama bir sürü çikolata, bisküvi vs. alıp kasanın yürüyen bandına yığdım. bu arada leş gibiyim ve berbat koktuğuma eminim. öyle ki, bu gerçekle yüzleşmemek için burnumdan nefes almıyorum. sosyal mesafe denilen şeyi de diğer müşterilerle bir olup 'korona günleri'nden çok önce, o gün keşfetmiş olabiliriz.
sıra bana geldi. kasiyer kız önce yığına sonra bana baktı. "bunları yiyorsunuz, sonra da koşmak zorunda kalıyorsunuz," dedi. "aksine," dedim, gülümsemesine gülümseme ile karşılık vererek.
"ben, bunları yiyebilmek için koşuyorum."
burada olsaydı ve sabah hazırladığım kahvaltıyı görseydi, eminim aynı şeyleri söylerdi.
"hayır, adile. ben bu kahvaltıyı yapabilmek için koşuyorum."
23 Ekim 2021 Cumartesi
bilmek
21 Ekim 2021 Perşembe
anne gibi
17 Ekim 2021 Pazar
en doğru kişi
16 Ekim 2021 Cumartesi
dakika ve skor
13 Ekim 2021 Çarşamba
nobel 'şey'i, yazarlar ve okurlar
10 Ekim 2021 Pazar
günün sorusu: iyi biri
8 Ekim 2021 Cuma
tehlikeli şiirler - elli dört
"Nasıl tutayım ki ruhumu,değmesin diye seninkine? Nasıltutup da kaldırayım onu senin üzerinden başka şeylere?Ah, karanlığın ortasında, yitik bir şeylerin içinekoyayım isterdim ruhumu,yabancı, sessiz bir yere,senin derinliklerin titreşirken titreşmeyen.Lâkin her şey, bize dokunan, sana ve bana,ikimizi birden alıyor, iki telden tek ses çıkaranyayın çekişi gibi.Hangi enstrümanın teliyiz?Hangi kemancı tutuyor elinde bizi?Ah, güzel şarkı."
6 Ekim 2021 Çarşamba
dedikodu
3 Ekim 2021 Pazar
uzak şehir kitapçıları
28 Eylül 2021 Salı
schopenhauer'in kirpileri
24 Eylül 2021 Cuma
o an
21 Eylül 2021 Salı
güzel yanılgı
17 Eylül 2021 Cuma
benzer işler
15 Eylül 2021 Çarşamba
zamanlama
13 Eylül 2021 Pazartesi
dakika ve skor
10 Eylül 2021 Cuma
atışma - on sekiz
7 Eylül 2021 Salı
minger adası'na veda
ya da biten şeylerin verdiği hüzün.
veba geceleri'ni pazar günü bitirdim. kahvaltıdan sonra, koşmaktan önceydi. hatta son sayfalara kahvaltıdan arda kalan bir kaç bardak çay eşlik etti.
aç parantez... genelin aksine kitapları "iyi-kötü" ya da "sevdiğim-sevmediğim" diye ayırmam ben. "bir daha okumayı istediğim kitaplar" ve "bir daha okumayı istemediğim kitaplar" diye ayırmayı tercih ederim. sevmediğim bir kitabı ikinci defa okumak istemem elbette ama sevdiğim her kitabı da yeniden okumak isteği oluşmaz içimde. söz gelimi murakami. her kitabını merakla ve keyifle okudum ama sadece imkansızın şarkısı'nı yeniden okumak isterim, bir başkasını asla. louis ferdinand céline'in gecenin sonuna yolculuk'u için ölürüm ama taksitle ölüm'ü bırakın yeniden okumayı kitaplığımda görmeye bile tahammül edemiyorum. yine son zamanlarda keyifle okuduğum ve çok sevdiğim rüzgârın gölgesi'ne de yeni bir mesai ayıracağımı sanmam... kapa parantez
veba geceleri'ni, orhan pamuk'un ayrı bir lisanla, tıpkı kendisi gibi anlattığı "yıllar sonra" başlıklı son kısmı saymazsak beğenmedim. hâlâ ve hâlâ romanın bir tarihçiyi konuşturan usta bir yazar tarafından değil bilgisi çok ama kalemi zayıf bir tarih profesörü tarafından yazıldığını düşünüyorum. yine, romanın aceleye getirildiği konusundaki fikrim de daha kesinleşmiş olarak yerli yerinde.
bu acelenin sadece hikâyeye ve kurguya değil editöryal katkıya da etki ettiği açık. aksi takdirde, doktor nuri ve pakize sultan ağustosun sonuna doğru pazarda, "sepetler içinde taze çilek, erik ve kiraz" göremezdi. tıpkı aynı günlerde şehri gezerken gördükleri "ağaçlardaki kirazların kırmızıları" gibi.
asıl facia ise bambaşka bir yerde. bundan hiç kimsenin bahsetmiyor oluşu ise tuhaf. ya çok satan ve yüzlerce insana da reklam niyetine bir şeyler yazsın diye ücretsiz gönderilen bu kitap okunmuyor ya da ahbap çavuş ilişkisi gereği susuluyor.
kitapta bir oda var. salgının tartışıldığı, bilgilerin toplanıp değerlendirildiği, duvara asılı minger haritasına vakaların işaretlendiği vs... bu odaya anlatıcı/yazar kurulduğu andan itibaren "epidemiyoloji odası" diyor. şu an ergen olsa kızları etkilemek için, "beni epistemiyolojik yalnızlığımla başbaşa bırak, üzerine kan sıçrasın istemem," cümlesini kuracak bir okur olarak buna itirazım yok. ama anlatıcı/yazar elli birinci bölümde, üstelik aynı bölümde iki defa "epidemiyoloji odası" demişken (sayfa:316-317), birden bire "salgın odası" demeye başlıyor (sayfa:319) ve romanın sonuna kadar öyle devam ediyor.
sonra da vnf. ikna olmuyor.
doğan ölüyor, sayılı günler geçiyor. sayfalar tükendi, her macera gibi bu da bitti. boksör ayaklanması, abdülhamit'in polisiye merakı, minger adası'nın kuruluşu ile cumhuriyetimizin kuruluşu arasındaki benzerlikler tarzı tarihi bilgiler için elime alabilirim ama veba geceleri'ni yeniden okuyacağımı sanmam. çünkü, kesin olarak "bir daha okumak istediğim kitaplar"dan biri olamadı.
ama kitap bittiğinde, bir daha göremeyeceğimiz bir manzaraya son defa bakarken ya da bir daha görüşemeyeceğimizi içten içe bildiğimiz bir tanıdıkla vedalaşırken hissedilen karşı konulamaz hüznün aynısını hissettim.
adeta, aziziye'nin güvertesinde pakize sultan'ın sağ omzunun üzerinden ben de baktım:
"aziziye adanın kuzeyinden güneyine uzanan yüksek eldost dağları boyunca ilerlerken, pakize sultan volkanik sivri tepeleri görebildi. sonra ay bulutların arkasına girdi ve her şey kapkaranlık oldu. pakize sultan minger adası'nı bir daha göremeyeceğini düşünüp kederlenirken, arap feneri'nin yanıp sönen soluk ışığını fark etti. tam o anda ay bulutların arasından çıktı ve kale'nin sivri külahlarını ve arkadaki muhteşem beyaz dağı gördü. çok kısa sürdü bu, çünkü ay yine kayboldu. pakize sultan minger'i belki son bir kez daha görebilirim diye karanlığın içinde yaşlı gözlerle baktıktan sonra kamarasına döndü."
6 Eylül 2021 Pazartesi
önemsiz- üç
merak edenler için bir...
*
eğer bir şiir*, "yazın bittiği her yerde söylenir" diyerek başlıyor ve "aşkın uyumadığı her yerde söylenir" diyerek nihayetleniyorsa arada ne dediğinin bir önemi yoktur.
*:ülkü tamer, yazın bittiği
3 Eylül 2021 Cuma
otopark
1 Eylül 2021 Çarşamba
tehlikeli şiirler - elli üç
Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenirkadın gider ve bir şair doğar bundan(Ben hangi kadından şair olduğumu bilirim)"Yazın bittiği her yerde söylenir"se*kadının gittiği de her yerde söylenirkadın gittiği her yerde şiir diye söylenir:Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerdeyaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir,yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu...Şehir her semtiyle yazın peşine düşseyaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir,yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiireylülün semtine kadar böyle gidilirBir gecede gittimdi hazirandan eylüleeylül yazdan terkedilmişti, şiirse hazirandakadın tarafından terkedildi o söylenceye:Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder!O kadın beni terkederse şair olurumoğul olduğum kadın sakın beni terketme,şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır giderBütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!*Ülkü Tamer'in "Yazın Bittiği" şiirinden
29 Ağustos 2021 Pazar
ikna
ikna olmadım. hem de iki defa. iki farklı konuda.
henüz...
*
biraz elde olmayan sebeplerden biraz da bile isteye bugünlere bıraktığım bir kitaptan veba geceleri'nden bahsediyorum. bunları da kitabın yarısı civarında yazıyorum.
ama her şeyden önce, orhan pamuk'un yaşayanlar içinde birinci, edebiyatımız ölçü alındığında ise en sevdiğim ikinci türk romancısı* olduğunu söyleyelim de ekrana altyazı olarak yansıyan "trafiğe kapalı alan" uyarısı gibi olsun.
*
her fırsatta, son beş yıldır bu roman üstünde çalıştığını, salgın ve karantinanın tesadüf olduğunu iddia eden, ama yaşadıklarımızın süreci daha iyi anlamasını ve anlatmasını sağladığını söyleyen orhan pamuk'a inanmıyorum. ya da onun gibi söylersem "samimiyetle" inanmıyorum.
yanılmıyorsam, kafamda bir tuhaflık'tan sonra orhan pamuk ölçeğine göre kısa bir bekleyişin ardından yayınlanan kırmızı saçlı kadın üzerine bir röportajda okumuştum. özetle, bir roman için yaklaşık beş-altı yıl çalıştığını, kafasında on üç roman fikri daha olduğunu, basit bir aritmetikle kafasındaki romanların hepsini yazmasının mümkün olmadığını, bir çoğunu yazamadan öleceğini söylüyordu.
bu durum içimi çok acıtmış, bu acıyı alper canıgüz'e de yansıtmıştım. bir etkinlikte söz alarak, "hafız, orhan reis böyle böyle diyor. sizin için de aynı şey geçerli mi? olur da o romanların tekini bile yazmadan ölürseniz küserim," demeye getirmiştim.
açıkçası, veba geceleri'nin orhan pamuk'un kafasındaki fikirlerden biri olduğunu ve bu süreçle beraber bir adım öne çıktığını düşünüyorum. en başta aklında olmayan bazı ayrıntıları da bu süreç vesilesiyle romana dahil ettiğine eminim. mesela, "hacı gemisi isyanı" veya "isyancı hacılar vakası" diyerek anlattığı olay o kadar tanıdık ki, okurken, her yerden ve herkesten uzak bir koya demirlemiş, dalgalarla sallanan bir gemi yerine, umre dönüşü bir öğrenci yurdunda karantinaya alınan insanlar geldi gözümün önüne.
hatta, yazar ne derse inanan 'saf okur'lardan olmasam, romanın sipariş üzerine yazıldığını, orhan pamuk'un, "bu fırsatı kaçırmayalım," diyen editörlerin ve yayınevinin oyununa geldiğini iddia ederdim.
bu da beni ikna olmadığım ikinci yere getiriyor. eğer bazan taklit ederek bazan araklayarak yazdığı ilk dönem romanlarını saymazsak, orhan pamuk'un gerçek sesini bulduğuna inandığım kara kitap'tan bu yana yazdığı bütün romanlara uzak bir roman bu.
sadece, zaman zaman anlatının arasına sızan, orhan pamuk'un kendi elleriyle tasnif edip dosyaladığı kişisel arşivinden çıktığı belli bilgiler harika. ama o kadarını kalemi güçlü, iyi bir orhan pamuk okuru da yapabilir.
romanın yarısını okudum ama çok sevdiğim "orhan pamuk melankolisi "nden eser yok hâlâ. "orhan pamuk anları" dediğim kutlu satırlara ise yalnızca bir defa (o da kolağası kamil ve zeynep'in ilk karşılaşmaları) rastladım. altını çizip derkenara yürek kondurduğum yerlerse neredeyse yok.
anlatıcı olarak aklından geçeni aklından geçtiği gibi anlatamayan biri var karşımızda. tıpkı bilgisi çok ama anlatma kabiliyeti zayif öğretmenler gibi. ya da güçlü bir kalemi olmadığı hâlde anılarını yazmaya kalkan emekli bürokrat ya da askerler gibi. ya da tez yazmakla öykü yazmak arasında sıkışıp kalmış doçent adayları gibi.
"tam da öyle. bu kitabın yazarı orhan pamuk değil bir tarihçi," diyenler çıkabilir. ama bu da bir sorun. sanat gerçekmiş gibi yapar. gerçeğin kendisi sanat değildir. başka bir deyişle, orhan pamuk bir tarihçinin ağzından anlatmıyor hikâyeyi. adeta, bir tarihçinin anlatısını kendi adıyla yayınlıyor. bu da, bir an önce yayınlansın diye romanla daha fazla meşgul olmamak için seçtiği bir yöntem hissi veriyor.
ve ne zaman bir video ile kitaptaki bir bahse açıklık getirmeye kalksa bu his kuvvetleniyor.
*:elbette, ahmet hamdi tanpınar...
25 Ağustos 2021 Çarşamba
yaza veda
13 Ağustos 2021 Cuma
on üç ağustos
11 Ağustos 2021 Çarşamba
yollarda
9 Ağustos 2021 Pazartesi
çocuk ve deniz
3 Ağustos 2021 Salı
paralel evrenler: on beş
ve ingilizlerin haşarı çocuğu martin amis de londra'da bir park namlı romanında aynı fikirde olduğunu beyan eder: "bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor. bunu anladınız mı? bu arada zaman, her zaman olduğu üzere herkesi bok gibi gösterip hissettirmeye devam ediyor."
1 Ağustos 2021 Pazar
dakika ve skor
29 Temmuz 2021 Perşembe
günün sorusu: yine de
sevebilir miyiz kendimizi, bir başkasını; yaratandan ötürü değil, kendinden ötürü?
27 Temmuz 2021 Salı
güney amerikada bir ülke
en sevdiğim değil. o arjantin. biraz da şili. görmeyi istediğim de. kısmet olursa hepsini görmek isterim.
bu, bambaşka bir hikâye ve üstelik bir değil üç tane.
*
her insanın yanından ayırmadığı, hastane, havaalanı, yolculuklar veya iş yemekleri için ne olur ne olmaz diye hazır ettiği, hatta üzerinde çalıştığı, zamanla en mükemmel formuna ulaşan küçük anlatıları, esprileri vardır. anlatılır, kullanılır ve eğer gerekliyse tozu alınıp bakımı yapıldıktan sonra bir dahaki sefere kadar kutusuna kaldırılır.
dünya küçülüp global bir köye döndükten beridir de bu küçük anlatılar değişti, çeşitlendi. elin adamına ya da kadınına askerlik anısı da anlatılmaz ki. ya da bir almana dedemizin kaçırdığı deniz kenarındaki arsa fırsatını anlatsak anlar mı? hem amerikalı biri ne anlasın ilk aşkın güzelliğinden.
carapaz'ın kazandığı olimpiyat altın madalyasından sonra fark ettim ki benim ekvatorlular için özel bir sohbet konum var ve iki yıldır bu böyle.
çok geçmedi, arjantinliler için de bir tane olduğunu fark ettim. ve şilililer için de.
*
ekvator:
yalan konuşmayacağım, şair isimli richard carapaz'ı iki bin on dokuz italya bisiklet turu'ndaki muhteşem solo atağı ile fark ettim ilk. "tıpkı nibali gibi," dediğimi hatırlıyorum. o sene şampiyon oldu zaten.
adı bir marquez bir de bisikletle anılan kolombiya yerine ekvatorlu olması bile başlı başına bir hikâyeydi. her ne kadar kolombiya sınırına yakın bir köyde doğup büyüse de.
kabul, nibali bir titan. üstad. köpek balığı. taktik, takım emri bilmez. "şimdi değilse ne zaman?" der, atağını yapar. tereddüt yoktur. ama demez.
işte carapaz da öyle. tek eksiği nibali'de var olan karizmaya sahip olmayışı. lider ruhlu durmuyor, yüzü nibali kadar pis değil. ama olimpiyat şampiyonu. üstelik şarkısı da var.
şili:
öyle olmadığını bile bile, "türkçe'de bir söz var," diyorum. "kadın şili gibi olmalı; ince, uzun." sonra muhabbet gelişiyor, koyulaşıyor.
ne yani? ben uydurdum mu deseydim?
arjantin:
sadece sohbet ettiklerime değil, üzerinde on numaralı arjantin forması gördüğüm herkese sordum bu soruyu. aynı kompartımanı paylaştığımız, öğrenci değişim programıyla avrupa'ya gelen kuzenini ziyarete gelmiş üniversitelilere de sordum, kızlı erkekli futbol maçına o ünlü formayla gelmiş genç kıza da.
koşarken rastladıklarım da oldu, market alışverişinden sonra kasa sırasında hemen arkasında durduklarım da. arkadaşımın sevgilisi olanlar da vardı, kırmızı ışıkta iki bisikletli yanyana durduğumuz da. adres soran da vardı aralarında, tirübünde yanyana maç izlediklerim de. haliyle arjantinli olmayanlara da denk geldim bazan.
"messi mi? maradona mı?" sadece bu. elbette bir sürü yan soru ihtiva ediyor: hangisini seviyorsun? hangisi daha büyük? on numaralı arjantin forması kimi temsil ediyor?
yıllarca "maradona" cevabının peşinden koştum. ama, hayır. nihayet koşarken rastladım. bir pazar sabahı, üniversitenin atletizm pistinde. biraz hızlanıp yakaladım. kaldı ki, belki de ilk kez koşan sevgilisi yüzünden yavaş koşuyorlardı.
adamım, "maradona" dedi. çok sevindim ama sevgilisinin, "sen ciddi misin?" deyişini duyunca sevincim yarım kaldı. sonra ne oldu bilmiyorum ama kızın bizim elemana bir müddet, "yorgunum," dediğine eminim. ne de olsa koşmak yorar insanı.
hele de koşmaya yeni başlamışsanız.
20 Temmuz 2021 Salı
ihmal ettiğim müzikler
17 Temmuz 2021 Cumartesi
atışma - on yedi
13 Temmuz 2021 Salı
tehlikeli şiirler - elli iki
Biz ki bu yolda kır çiçeklerine ser--Küçükserler bırakırız.Besler besinlerim üzüntüYıllarca yokuşları--birden patlar atlarımız.İrin gene bir yol akar, iner yere bilirim.Islak kutularda kibritler nasıl yanarKurumuştu boynumda köstebek yuvalarındanÇamur--bir gün de bu yaralar.Bitişleri düşünmekten başlatabildik miİlk bölümü hemen ölüm kitaplar getirdimDüşer sular bir yardan--bir gün de bu yaralarİyi ki yoksunuz, şimdi çok çirkinim.
10 Temmuz 2021 Cumartesi
sirkeli ılık su
8 Temmuz 2021 Perşembe
kader/ hayat
6 Temmuz 2021 Salı
eski şarkılar
3 Temmuz 2021 Cumartesi
dakika ve skor
"Yazıyorum çünkü dünyada yapacak başka bir şeyim yok: ben artakalanım ve insanların dünyasında bana yer yok. Umutsuz ve yorgun olduğum için yazıyorum, kendim olmanın monotonluğuna artık dayanamıyorum ve eğer yazmanın o hep tazelenen yeniliği olmasa sembolik olarak her gün ölebilirim. Ama gizlice arka kapıdan çıkmaya da hazırım. Hemen her şey geldi başıma, tutku da umutsuzluk da. Şimdi sadece olabileceğim ama hiçbir zaman olmadığım şey olmak istiyorum."*
*: clarice lispector, yıldızın saati
1 Temmuz 2021 Perşembe
kurbağalar
27 Haziran 2021 Pazar
péninsule
24 Haziran 2021 Perşembe
modern sanat ve ütü masası
bartleby ve şürekası ile muhteşem bir başlangıç yapan ama sonradan "ailemizin çağdaş ispanyol romancısı" unvanını javier marías'a kaptıran enrique vila-matas'ın şenlikli anlatısı kassel'de mantık aramak'ı okuduktan sonra modern sanat hakkındaki fikrim değişmedi -hâlâ hazzetmiyorum- ama anlaşılır bir modern sanat tanımına ulaştım.
modern sanat, sadece nesneler değildir. bir kısmını nesnenin görselliği bir diğer kısmını da bu görselliği açıklamaya ya da pekiştirmeye yeltenen konuşma, yorum veya yazıların oluşturduğu bir toplamdır.
*
mesela, bir ütü masası. salonun ortasında öylece duruyor.
son anda en sevdiği bluzu giymeye karar veren ama ütüden sonra ancak servise yetişecek vakti kaldığı için aceleyle evden çıkan bir kadın ya da haftanın maçlarından özet görüntüler başlayınca, bitsin öyle götürürüm, diyen ve sonrasında kendisini rahatsız etmediği için bırakın kaldırmayı, varlığını bile unutan bir ev erkeği olduğu gibi bırakmış olabilir.
ya da dekoratif bir unsur olarak oradadır. ama çirkin ve işlevsiz olduğu kesin. hatta bazı belediyelerin şehir girişlerine diktiği ve nereye geldiğimizi anlayalım diye yaptırdığı heykeller gibi rahatsızlık verici.
*
şimdi o salona birisi girsin. bu ütü masasının bir yerleştirme olduğunu düşünmesi ve bunun yapan sanatçının ne amaçlamış olabileceğini kendine ya da yöresindekilere açıklamaya çalışması ile olayın rengi değişecek. bu da salonun ortasında duran ütü masasını sanat eserine dönüştürecek.
hadi, biz de yapalım.
"sivil itaatsizlik nedir, derseniz, işte budur, derim. hem de en mükemmelinden. işi bittikten sonra ütü masasını aldığı yere bırakmayan birey, koşulların onu mecbur kıldığı dar çerçeveye isyan etmektedir. bu daha başlangıçtır ve yakında fişten çekilmemiş ütü de yerleştirmeye katılacak, bu isyanın marşı da vakti gelince yanan, vakti gelince sönen ısı sensörünün çıkardığı ses olacaktır."
"çağdaş insan teki ihtiyaçları için kullanmak üzere vaktini ve emeğini parayla değiştirirken hiçbir zaman ihtiyaçları kendisinin tanımladığını aklına getirmez. oysa yüksekliği ayarlanabilir bir ütü masası orta sehpası, fiskos hatta çekirdek aile ya da yalnız yaşayan bireyler için yemek masası bile olabilir. ama bu 'artistlik', plastik kola şişesinden kendisine ayakkabı icat eden fakir afrikalının mecburiyetiyle karıştırılmamalıdır."
"tolstoy, anna karenina'da bildik öykünün aksine bir çamaşırhanede çalışan güzel anna'nın hikâyesini anlatmış olsaydı, "bütün ütülü giysiler birbirine benzer, oysa ütüsüz giysilerin kırışıklıkları farklı farklıdır," diyerek başlardı. nasıl mutlu ailelerin, "mutlu bir aileydiler. öyle ki, görüp görebileceğiniz en mutlu aileydiler"den başka hikâyesi yoksa ütülü giysinin de "düzgün ütülenmişti"den başka hikâyesi olamaz. "ütüsüz bir pantolon kadar tedbirliyim" mısrasını ütülü bir pantolon yazdırabilir mi hiç?"
*
belki de o salonun ve ütü masasının sahibi ya da o evin ütülerden sorumlu kişisi sadece tembeldir. o kadar tembeldir ki, "çocukların yediği ebeveynlerine yarar" sözünden yola çıkarak, çocukları hareket eden ebeveynlerin fazlalıklarından kurtulabileceği gibi boş bir inanca sahiptir.
ona bir dost tavsiyesi: yaz bitmeden o leopar desenli bikiniyi giymek gayretindeyse, sabahları ilk iş sirkeli suyunu içsin, sonra da adam gibi sporunu yapsın. ya da gelsin, her çarşamba yerel saatle on altıda tenis kortlarının oradaki atletizm pistinde çarpışalım.