27 Ekim 2025 Pazartesi

sevgi

türk şiiri sıradağlarının zirvelerinden biri olan meçhul öğrenci anıtı "devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu"ndan söz açar: maveraünnehir nereye dökülür?

soru yanlıştır, çünkü maveraünnehir iki nehir arası(ndaki toprak) anlamına gelir. toprak akmaz ki dökülsün. durur durduğu yerde. tabiat ise doğa değil derstir karnelerde satır işgal eden.

soru yanlıştır, hatalıdır ama cevabı doğrudur: solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!

bazan olur, doğru sorudan yanlış, yanlış sorudan doğru cevaplara ulaşılabilir. ilkini herkes yapabilir de, ikincisi için galiba şair olmak gerekir.

öyle bir soru daha vardır. zalim bir soru: en çok anneni mi seviyorsun, babanı mı?

bu defa soru hatalı değildir. hata sormaktadır.

hatanın çocukları tercih yapmak zorunda bırakmak olduğunu düşünenler ise yanılırlar. buradaki asıl kötülük çocuğa sevginin ölçülebilir bir şey olduğunu öğretmesindedir.

o vakte kadar bu konuda hiç düşünmeden, içgüdüsel olarak seven ya da sevmeyen çocuk artık sevgisini tartmasını, bazı şeyleri az bazılarını ise çok sevebileceğini/ sevmesi gerektiğini öğrenir.

en kötüsü de, adım adım sevgisini araçsallaştırmayı ve silah olarak kullanmayı.

23 Ekim 2025 Perşembe

çok modern

sosyal medyada rastladım bu anlatıya. arkadaş hikâyesi olarak anlatılıyor ama fıkra olması da bir ihtimal.

ama fark etmez.

*

'modern sanat'a ev sahipliği yapan bir müzede çalışan bu arkadaşa temizlik görevlisi her gün elinde bir 'şey'le gelip soruyormuş:

"bu sanat mı, yoksa atayım mı?"

21 Ekim 2025 Salı

soyadı

birden bire anımsadım.

*

o ikisi sevgilimin oda arkadaşıydı. öyle tanıştık. sonra da ahbap olduk. öyle ki, mezuniyet yıllıklarında onlar için şarkı söyleyen koroda benim de sesim vardır. sevgilim bir gün, "sen değişmedin ama ben değiştim" diyerek gitti de o iki kız çocuğu hâlâ yerli yerinde.

ege'den, aynı şehirden gelmişlerdi. oradan tanışmıyorlardı ama kaderin bir planı varmış. önce aynı odada kalmaya, sonra her şey olmaya karar vermişler. biz olaya dahil olduğumuzda üçüncü sınıftaydılar.

deha sayılacak kadar zekiydi ikisi de. ama nasıl da serseriydiler. anlayacağınız, zeki ama çalışmıyor tayfasından değillerdi. zekiydiler, çalışkandır, serseriydiler. üstelik bir sürü güzel şeye merakları, o güzelliklere ayıracak zamanları vardı.

sınav haftası değilse hep yaptıkları gibi o hafta sonu da sevgilime katılmış, kahvaltıya gelmislerdi. a.'nın etrafta dolanan meraklı bakışlarını ancak hikâyenin sonunda anlamlandırmıştım. meğer bir ipucu bulmaya çalışıyormuş. en sonunda dayanamayıp kimliğimi istedi benden.

"n'alaka?" dedim elbette. "bir şey yok," dedi elbette. ama inanmadım elbette. allah muhafaza sevgilimle bir olup nikah tarihi almayı planlıyorlarsa halim nice olurdu.

neyse ki, çok uzamadı, kahvaltı masasından kalkmadan her şey ortaya çıktı. meğer b., "sen vnf.'nın soyadını biliyor musun?" diye sormuş a.'ya. "hayır," demiş a. da. bunun üzerine b. devam etmiş.

"mecbur kalmadıkça söylemiyor. çok kötü bir soyadı var çünkü."

bir müddet yalandan naz yaptıktan sonra soyadımı(!) söylemiş: kazma.

a. b.'nin ciğerini bilse de içine bir şüphe düşmüş. bu sabah da bunun doğruluğunu anlamaya çalışıyormuş. belki fatura, belge görür, bir yerlere yazılı ismime denk gelir de gerçeği öğrenirim diye.

güldük elbette. meselenin nikah tarihi olmadığını anlayınca da attım kimliğimi masaya.

b. yalancısı ise hâlâ gülüyordu. hem de gözlerinden yaşlar gelecek kadar.

*

evet, birden bire anımsadım.

ama öncesinde, kadın aklının çok farklı çalıştığını konuşmuştuk.

kadınlar her şeye dikkat eder. söz gelimi muhatabının soyadı adına uyuyor mu? bu bile tercihlerini etkileyebilir.

18 Ekim 2025 Cumartesi

bugün ne pişirdim?

kuru fasulye.

/nefis oldu. yanına pilav. elbette arpa şehriyeli. bir süredir beni osmanlı sarayına aşçı yapacak kadar iyi pilav yapıyorum üstelik.

ama konumuz bu değil.

iyi pilav yapamadığım, tek derdimin bu olduğu günlere de dönmek istemem.

konumuz bu hiç değil./

sadece, birden bire karar verilmiş -ya koşacak ya kafes dövüşü ayarlayabilecek birileriyle iletişime geçecektim- koşunun yorgunluğuyla mutfakta takılırken, "düşün," dedim kendi kendime.

"flörtleştiğin kız arıyor ve mutfakta olduğunu, yemek pişirdiğini söylüyorsun. ne pişirdiğini soruyor haliyle. cevap: kuru fasulye."

"ulan," diyorum. yine içimden... "sen git iran mutfağını talan et, uzak doğulu mutfaklarda mahsur kal, meksika yemekleri güney amerikalı sayılır mı tartışması başlat, son kuru fasulyeni yüz yıl önce pişirmiş ol ama bu soru tam da akşam yemeğinde kuru fasulye hayal ettiğin öğleden sonraya denk gelsin. ki, evde kuru fasulye sevmem. kuru fasulye dediğin kocaman kazanlarda pişer, demlendikçe güzelleşir."

"üstelik tam da 'performative' erkekliğin 'trendy' olduğu şu günlerde."

"bu da ancak benim gibi 'düz' kahve içen, ne bulursa yiyen birinin başına gelirdi zaten."

16 Ekim 2025 Perşembe

el yazısı

el yazısı mühim. en azından benim için. "el yazısı çirkin bir kızla olmaz" mesela.

gerçi, öyle bir "ahir zamana kaldık" ki bırakın "güzel"i, yazabilenle olur aşamasına geldi insanlık. yakında, "el yazısıyla yazabilen elemanlar aranıyor" diyen şirket ilanları görürsek şaşırmayacağım.

hâl böyleyken bu bilgi ne işe yarar bilmiyorum ama "çocukların el yazısı en azından bir, bazan da iki ebeveyninin el yazısıyla neredeyse bire bir aynı olurmuş."

ama bu durum genetik değilmiş. örtük, yani bilinçaltı taklidiymiş.

13 Ekim 2025 Pazartesi

gönül kuşu*

karanfil elden ele.

ama sizden önce e. ile paylaştım. ilk tepkisi, "a ha! zehirli oku yemişsin sen de" oldu. çok iyi bir dinleyici olmasına rağmen bir süredir yapay zeka ile üretilen şarkılar dinleyip bana da sevdirmeye çalışıyordu çünkü.

ama ben hem yapay zeka ürünlerine karşı olduğum hem de köşe ve doğallık sevdiğim için hâlâ mesafemi koruyorum. o kadar kusursuzlar ki, "zeka" kayboluyor sadece "yapay" geliyor insana.

yine de bu başka. blues neyse eksiksiz, fazlasız tam da o. önceki 'türkçe blues' denemelerinden çok farklı bir yerde. türkçe operalar gibi yapıştırma durmuyor mesela. kaldı ki, 'türkçe blues'a ihtiyaç olmadığını, neşet ertaş ve şürekâsının zaten blues yaptığını savundum yıllarca.

sözlerini sabahattin ali'den çalan şarkı aslında bir koşma. onun koşma tarzında yazdığı bir şiir yani. kaldı ki, gönül kuşu diye bir şiiri yok sabahattin ali'nin.

"blues neyse tam da o," diyorum ama bunun bir kusur, kusur değilse de eksiklik olduğunun farkındayım. tıpkı gerçek mona lisa yerine reprodüksiyonunu, izlenimcilerin anlamı seyirciye emanet eden resimleri yerine ultragerçeklikle yapılmış bir resmi tercih etmek gibi.

ama güzel. yine de güzel.



11 Ekim 2025 Cumartesi

sümük

daldan dala atlayan sohbet yolumu eski bir hikâyeye çıkarttı.

o hikâyede, sabah nezlesinin sebep olduklarını fark eden bir kadın kağıt mendil teklif etmişti. "teşekkür ederim," dedim. "gerek yok."

"gerekirse tişörtümün eteğini kullanıyorum ben. elbette tersini. ya da kolumu. üstelik, sümüğümün kolumda bıraktığı izi, kuruduktan sonra o izin kolumda parıldamasını çok seviyorum."

hikâyenin peşi sıra gelen günler yalan değilse, o kadının benden etkilendiğini, beni sevdiğini, görmeye muktedir gözlerinin beni gördüğünü biliyorum.

tıpkı, onu etkileyen şeylerden birinin bu hikâye olduğunu bildiğim gibi.

*

bir de, "kadın seviyorum ben. hem de çok seviyorum," dediğim bir hikâye var.

ama konumuz bu değil.

6 Ekim 2025 Pazartesi

dalgıçlık

/konuyla bir ilgisi yok ama konuya bu şakayla başlamazsam ölürüm:

evlilik: yüz at üzerinde yapılan denemelerde doksan beş boğulma, beş kayıp vakası hâlâ dalgıçlığın tehlikeli bir spor olduğunu ispatlamaya yetmiyorsa o kadar at bok yoluna gitti demektir./

ne kadar vaatkâr olursa olsun herkesin dalmaktan, dalgıçlık sporun keyif almadığını biliyorum. hatta aralarında denizle ilişkisi yerinde ve tadında olanlar bile var.

sebebin korku olduğunu sananlar ise yanılıyor. suyun altının bilinmezliği, ayakların yerle teması kaybolduğu için kontrolü kaybettiğini düşünmek, masallardan arda kalan deniz yaratıkları falan değil sorun.

en büyük sorun nefes alıp vermek. çünkü farklı duyular vasıtasıyla suyun altında oluşun bilincinde olan beyin nefes alıp vermeyi reddedebiliyor. "manyak mısınız? suyun altındayız," diyor nefes alıp verme departmanı çalışanlarına 

aynı beyin, suyun üstünde, hayatın içinde, ayaklarımız yere temas ederken kim bilir neler diyor?

mesela kalbimize...

3 Ekim 2025 Cuma

ricardo reis'ın öldüğü yıl üzerine

evet, 'i' değil 'ı' ile. hem doğrusu bu olduğu hem ısrar edilen yazım şeklinin 'reis'ı türkçe bir kelimeymiş gibi anlama hatasına sebep olduğu için.

hayır, iki bin o yazında başladığım yazıyı nihayet bitirmedim. buradaki "üzerine" bizzat kitabın yazarından, josé saramago'dan.

heykelden taşa konuşmasından.

*

manastır güncesi yayınlanıp okurlar tarafından büyük ilgiyle karşılanmıştır. peşi sıra uzun zamandır kafasında taşıdığı fikre, fernando pessoa'ya yönelir.

/manastır güncesi, bizim baltasar ile blimunda olarak bildiğimiz roman. zira portekizce orijinal adı memorial do convento olan roman ingilizceye baltasar and blimunda adıyla çevirilmiş. ışık ergüden de türkçe çeviriyi bu çeviriden yaptığı için biz bu adla okumuş, bilmişiz.

bu vesileyle bir defa daha, "yayınevlerine kitabın künyesinde çevirinin nereden, hangi dilden yapıldığını belirtme zorunluluğu getirilmeli" diyorum.

aksi takdirde has okurlar, "orijinalinden yapılmıştır" notunu artistlik, notsuzluğu ise 'hile hurda' görmeye devam edecek./

*

bundan sonrası için mikrofonu saramago'ya bırakıyorum:

ricardo reis mahlasıyla yazdıklarını henüz toy bir gençken keşfetmiştim, ama o zamanlar ne bunun bir mahlas olduğundan ne de pessoa'nın varlığından haberdardım.

ricardo reis'ın muhteşem eserlerini okurken beni en çok etkileyen dizelerden biri, "bilge kişi, dünya denen gösteriyle yetinmeyi bilendir," dizesiydi. aslında bir yandan bu yüce şairin çekiciliğine kapılıyor, öte yandansa boşvermişliği ve bezgin yaşam felsefesi karşısında dehşete düşüyordum.

böylece bir yandan hayranlık, diğer yandansa içten içe öfke duyarak yaşamımı sürdürdüm, ta ki bir akşam, berlin'de, gereğinden uzun süren bir yürüyüşün ardından dinlenirken, zihnimi bir yerden alıp başka yerlere götüren miskinliğimin ortasında, ansızın her şeyi bütün açıklığıyla gördüğüm o âna dek "ricardo reis'ın öldüğü yıl" fikriydi aklıma gelen.

pessoa'nın, ricardo reis'ın ölüm tarihini herhangi bir yere yazmış olmadığını düşününce, mahlasın yaratıcısından daha uzun yaşayamayacağını düşününce, hepimizin, annelerimizin içinde geçirdiğimiz için saymadığımız, yaşamımızın dokuz aylık bir bölümü bulunduğunu düşününce, belki de öldükten sonra yaşamımıza dokuz ay daha ekleneceğini düşününce, bütün bu düşüncelerin sonucunda aklıma gelen fikir, "ricardo reis'ın öldüğü yıl" oldu.

/ara ya da okurun notu: monarşi yanlısı olan ricardo reis, cumhuriyet ilan edilince gönüllü olarak brezilya'ya sürgüne gitmiş, kendisinden bir daha haber alınamamıştır. eğer ölümü saramago'nun elinden olmasaydı hâlâ hayattaydı./

bu fikir eski öfkem ve daimi hayranlığımla kaynaşınca ricardo reis'ı öldüğü yılda dünyanın içinde bulunduğu gösteriyle yüzleştirmeye heveslendim. kurduğum mantığa göre bu yıl bin dokuz yüz otuz altıya denk gelmeliydi, yani ispanya iç savaşı'nın başladığı yıla, faşizm denen canavarın etiyopya'yı işgal ettiği yıla, nazizmin yerini sağlamlaştırdığı yıla, portekiz'de faşist gençlik kolları ve milislerin oluşturulduğu yıla.

iyi olan her şeyin un ufak ediliyormuş gibi göründüğü böyle sancılı bir dönemde, milyonlarca insanı mideye indirecek yılan herkesin gözü önünde yumurtadan çıktığı sırada, muhteşem kasidelerin şairi ricardo reis dünyanın karşısına oturmuş, sanki günbatımını izler gibi, yüzünde bilmiş bir ifadeyle, olan biteni izlemekteydi.

işte bir tarihi roman olmaktan ziyade bir büyülenmenin, bir ürpermenin eseri olan ricardo reis'ın öldüğü yıl böyle doğdu.

30 Eylül 2025 Salı

soru

bir rivayete göre, eski yunanda ölünün ardından anma konuşması falan yapılmaz, o işi tek bir soruyla hallederlermiş:

"tutkusu var mıydı?"

24 Eylül 2025 Çarşamba

isyan

ben her zaman şükretmesini bilen biri oldum. hayatından memnun, sahip olduklarıyla mutlu. elbette komşunun tavuğunu kaz gördüğüm olmuştur ama evdeki tavuk bana yetti de arttı.

'isyan' anarşist söylem, edebi estetik ve duruş olarak hayatımda olsa da, erdem bayazıt usta gibi "isyan şiirleri"ni bilsem de iki yer dışında ohepvarolan'a hiç isyan etmedim.

/biri ankara'da bir kahvaltı masası, diğeri mavi gözlü bir şehirde, eski hastanenin bahçesindeki en uzak çam ağacının altı...

kısa sayılmayacak bir ömre iki isyan hiç de çok sayılmaz bence.

üstelik her ikisinde de abim -ki kendisi büyük teyzemin büyük oğludur- yanımdaymış./

galiba geçen gün üçledim...

ağzımın suyu aka aka, iki kocaman siyah ekmek diliminin arasını tıka basa doldurmuş nefis bir sandviç hazırlamıştım. ilk ısırığı kopardım 'içindekiler'in tadını birer birer hissettim ve "allahım," dedim.

"allahım, neden beyaz ekmeğin tadını siyah ekmeğe vermedin? ya da siyah ekmek yerine neden beyaz ekmeği sağlıklı yapmadın."

*

bilmiyorum isyanım ulu katta duyuldu mu?

eğer duyulduysa ve tanrı benim bildiğim gibi iyi değil de bir kısım geri kafalının iddia ettiği gibi kötü ise öldükten sonra kesin cehennemdeyim. cezam da ateşlerde yanmak yerine sabah akşam siyah ekmek.

diğerleri neyse de siyah ekmekle kahvaltı.

asıl ceza bu.