bir ressam ve bir yazar.
dünyaca ünlü rus ressam vasily kandinsky ve türkçenin en büyük yazarı ahmet hamdi tanpınar...
ressam olan tuvalindekileri kelimelerle deftere aktarırken, yazar olan kelimelerle tablo boyuyor.
biri güneş batarken moskova semalarını, diğeri erzurum ovasına çöken karanlığı anlatıyor. ve bunu yaparken zaman zaman başka bir sanat dalından da yardım alıyorlar; müzikten...
"güneş, tüm moskova'yı eriterek tek bir leke haline getiriyor. bu zincirden boşanmış tubanın bütün varlığı ve ruhu baştan başa titreşimlerle kaplaması gibi. hayır, en güzel olan kırmızının bu tekdüze anı değil! bu yalnızca, bütün moskova'da kenti fetheden, her rengi yaşamın en yüksek noktasına taşıyan senfoninin final ezgisi, dev orkestranın çok hızlı çaldığı bir final gibi. pembe, lila, sarı, beyaz, mavi, fıstık yeşili, ekinlerin, evlerin, kiliselerin çarpıcı kırmızısı -her biri kendine özgü ezgileriyle-, güçlü yeşiliyle çim, en keskin uğultularıyla ağaçlar, ya da, bin bir ahenkli sesiyle kar, ya da, ya da çıplak dalların alegrettosu, kremlin duvarlarının sessiz ve sağlam halkası ve yukarıda, bir zafer çığlığı, kendiliğinden unutulmuş alleluia gibi, ağırbaşlı zarafetiyle her şeye egemen ivan-veliky çanının uzun beyaz çizgisi. geçmişe duyulan ebedi özlemle gökyüzüne uzanan ince uzun gergin boynunun üzerinde diğer yaldızlı ve alacalı kubbelerin arasındaki altın başlı kubbe moskovanın güneşidir."*
"güneş, bulutsuz, dümdüz bir gökte, olduğumuz yerden daha yassılaşmış, ovaya karışmış görünen kop dağı ve balkaya'nın arasına inmeye hazırlanıyordu. ne gökyüzü kızarmış, ne güneşin rengi değişmişti; hafif bir sarılıktan başka batı alâmeti yoktu. bütün değişiklik ovada idi.
ilkin dağların etekleri gümüş bir zırha benzeyen bir çizgiyle ovadan ayrıldı. sonra düştüğü yerde külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış bir su gibi, bütün ovayı kapladı, toprağın, ekinin rengini sildi. gözümüzün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmişti. bütün ova billûr döşenmiş gibi parlıyordu. dağlar bu cilâlı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. güneş batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasından kalkan tozlar, bu gölün üzerinde altın yelkenler gibi sallanmaya başladılar. bu bir akşam saati değil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde toplanan bir masal musikisiydi. zaten güneş o kadar sakin, o kadar hareketsiz bir halde alçalıyordu ki dikkatimiz ister istemez gözlerimizden ziyade kulaklarımıza toplanmıştı. hepimizde çok derin, çok esrarlı bir şeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı büyük bir duayı dinler gibi bir hâl vardı. sonra bu billûr aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taşmaya başladı. nihayet güneş iki dağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. toprak derin derin ürperdi. ova yavaş yavaş saf gümüşten erimiş altın rengine, ondan da akşam saatlerinin esmerliğine geçti."**
*: geçmişe bakış,
**: beş şehir, erzurum