29 Ekim 2009 Perşembe

günün sorusu: havadan konuşmak

mutlaka yaşamışsınızdır.

telefonda konuşurken ya da bilgisayar karşısında yazışırken, konuşmanın ya da yazmanın bir yerinde "hava orada nasıl," diye sorar veya "burası çok soğuk," deyiveririz. eğer yüz yüze konuşuluyorsa "havaların aniden soğuması" oluverir konu.

*

acaba diyorum, insanlar böylesi anlarda "havadan" konuşmayı, konuşacak bir şeyleri olmadığı için mi, yoksa "bir şeyler"den konuşmamak için mi tercih ederler?

şeftalili ays ti

karşımda sessizce oturuyor.

kendi ışığını yayan iki parça aydınlık gibi duran elleri, mavi gözleri, uçlara doğru kıvır kıvır altın sarısı saçları, siyah converseleri var.

ben de susuyorum.

o herkesten kaçıp saklandığı yere doğru yürümeye başlamış gibi.

oraya tekrar dönmesin, benden etkilensin, kalbinde bana dair bir ılıklık olsun diye hikayeler anlatıyorum. okuduğum kitaplardan, seyrettiğim filmlerden konuşuyorum. sanata, psikolojiye, felsefeye dair ne biliyorsam hepsini cümle içinde kullanmaya çalışıyorum.

babamı, çocukluğumu sunuyorum önüne.

o gülsün diye dünyanın bütün komikliklerini yapıyorum.

bunlar olup biterken, büyük bir koro ilhan irem ve feridun düzağaç'tan şarkılar söylüyor. ve biz 'şeftalili ays ti' içiyoruz. sadece onu içmek gibi bir oyunumuz var. belki de beni mahremiyetine dahil eden sadece bu oyundu.

yine karşımda sessizce oturuyor...

yine...

aynı şehirdeydik ama o gitti.

ben başka yerlerde de komiklikler yaptım, edebiyattan sinemadan konuştum, bazan yüksek insanlık idealleri üzerine nutuklar attım, ilhan irem yeni bir albüm yaptı, feridun düzağaç radikalde futbol yazmaya başladı.

ama neden bilmem en çok 'ice tea şeftali' içince aklıma düştü.

çok sonra anladım; "zamanın o anı"na tutunmayı başaramamıştık.

neyse, siz de biliyorsunuz ki bütün anlattıklarım gibi bu öykü de yalan.

bir tek 'şeftalili ays ti' doğru.

28 Ekim 2009 Çarşamba

imkansız uzaklık

ruhundaki çıkmaz sokağın sonundaki solgun mevsim kendi yalanlarına inanan bir adamın uydurmasıymış meğer...

orada görülenler ise asıllar değil, sadece gölgeler.

27 Ekim 2009 Salı

altı çizili satırlar: hayvanat bahçesi

kapak tasarımı yapanı merak edip künyeye baktığımda fark ettim; ben bu kitabı biliyordum.

'ikinci klasik' ya da 'ihmal edilmiş klasikler' adlandırabileceğim okuma dönemime denk geldiği ve ilk baskısına seçilen zoo adını modern yazına işaret saydığım için okumak aklımdan geçmemişti. ki yazarı viktor şklovski'nin hala muhitimizde pek de tanınan bir yazar olduğu söylenemez.

mektuplardan oluşan bir roman denildiğinde okurun aklına ilk olarak laclos'un tehlikeli ilişkiler ya da goethe'nin genç werther'in acıları romanları gelse de viktor şklovski bambaşka bir güzergahta yürümüş yolunu.

elbette, "mektuplardan oluşan bir roman bir gerekçe-birkaç kişiyi birbiriyle yazışmaya zorlayacak belirgin bir neden- gerek"tiğini, "bu tür durumlar için en yaygın gerekçenin aşk ve birbirinden ayrı sevgililer" olduğunu iyi bilmektedir. ama bir farkla: "mektupları bir adam aşık olduğu kadına yazmaktadır, kadının ise buna ayıracak zamanı yoktur."

bu noktada ikinci bir öğeye başvurarak kitabın ana konusu aşk olmadığı için adama aşktan konuşma yasağı koyar. böylece kitabın başlığına bir alt başlık kendiliğinden ekleniverir: "aşkla hiç ilgisi olmayan mektuplar".

buradan yola çıkarak kendisini yazdırmaya başlayan romanda bütün betimlemeler birer aşk eğretilemesi haline dönüşür: "...kimse kendi yarattığı putlara tapmaz" , "yaşam bizi birbirimize uydurmaya kalkışır, kollarımızı bizi sevmeyen birine uzattığımızda da kahkahalarla güler" tarzı cümleler metin içinde bambaşka 'şey'lerken tek başına okunduğunda 'aşk'tır.

bu metnin altı çizili satırları o kadar çok ki, yeterince marifetli olsaydım oyun olsun diye onlardan bir aşk mektubu bile çıkartırdım.

bu yüzden de bir değil iki yerden seçtim altı çizili satırları; ilkinde kadın adama aşktan bahsetme yasağını koymuştur ve adam bu kurala uyar. ikincisinde kadın nadir cevaplarından birini yazar adama. oldukça samimidir ve bu samimiyet okuyanları şaşırtmayacak biçimde acımasızdır.

*

"aşktan söz etmeyeceğim artık, sadece havanın nasıl olduğunu anlatacağım.
bugün berlin'de hava güzel.
...
bugün beş şubat...hala aşktan söz etmiyorum."


ve

"beni ne kadar, ne kadar, ne kadar sevdiğini yazmayı bırak artık, çünkü üçüncü 'ne kadar'da başka şeyler düşünmeye başlıyorum.
...
vazgeçilmez bir kadın değilim, ben alia'yım, pembe ve tombul.
işte hepsi bu."
*


*: çeviren: olcay kunal (yky, 2004)

26 Ekim 2009 Pazartesi

ikinci körlük

araştırmalara göre önceden görüp sonradan kör olanlar, yani doğuştan kör olmayıp daha sonra hastalık ya da kaza sonucu kör olanlar eskisi gibi rüya görmeye devam ediyor. annesi, sevgilisi, mavi gökyüzü, yeşil çimen her şey geceleri gözünün önünde. bu yüzden her geceyi, her uykuyu iple çekiyor, herkes gibi rüya görüyorlar. bu anlamda herkes gibi yaşıyorlar.

ancak gün geliyor – tıp da neden, nasıl bilmiyor – rüya göremez oluyorlar. rüyalar körleri yavaş yavaş terkediyor. önceleri, son günlerde pek rüya görmediklerinin bilincine varıyorlar, sonra da giderek rüya görmediklerini farkediyorlar.

geceleri umutla bekliyorlar ‘belki bu akşam, belki bu akşam...’ diye. her sabah bir gün öncesinden daha kötü, daha karamsar, daha yıkık uyanıyorlar ve anlıyorlar ki artık bir daha rüya göremeyecekler.

ve beynin kıvrımlarında körlükten önce yaşanan, saklanan bütün görüntüler teker teker yok olup gidiyor. ne anne kalıyor ne gökyüzü ne de sevgili; sadece ebedi bir karanlık.

sadece 'ikinci körlük'...

24 Ekim 2009 Cumartesi

günün sorusu: doktor

bir doktor doktora yapıyor olsun...
doktorasını tamamladığında, doktor kere doktor yani doktor kare olur mu?

ihbar

memur bey!.. şuradaki kızı rahatsız ediyorum ama, sanırım o beni şikayet etmiyor.. evet, o! upuzun kirpikleri havayı süpüren, kocaman gözleri olan..

23 Ekim 2009 Cuma

olay mahalli

bana kalırsa şairliği şarkıcılığından çok daha büyük olan, alkola ve kırılgan bir kalbe rağmen hayata kafa tutabilmenin reçetesini kendisine sormak istediğim leonard cohen'le yapılan bir söyleşiyi yeniden okudum.

işte o sorulardan biri.

ve cevabı.

*

sanatçıların birçoğu yazarken ve icra ederken bir persona yaratıyor. sizse daha çok kendi hayatınızı şarkılaştırıyor gibisiniz.

aynen öyle. ve tamamen öyle. benim hayal gücüm zayıftır, dolayısıyla olay mahallinden bildiren bir gazeteci olduğumu farzederim. ve gerçeğe mümkün olduğunca sadık kalırım. ama bütün eserler otobiyografiktir netice itibariyle. elimizdeki yegane şey budur – kırık dökük hayatlarımız bazı kayda değer anlar sunar bize.”*

*: rollcular word dergisinde yayınlanan bbc radio söyleşisinden "aparttık"larını söylüyorlardı. ben de onların yalancısıyım.

22 Ekim 2009 Perşembe

o sahne: chungking express (1994)

bu film, hong-kong gibi kilometre kareye düşen insan sayısının en çok olduğu bir şehirde nasılsa yalnız kalmış dört kişinin hikâyesini anlatır...

oldukça hüzünlüdür. bazan da komik.

sevgilileri tarafından terkedilmiş, yaka numarasından ibaret iki polis memuru, sürekli yağmurluk ve güneş gözlüğü ile dolaşan sarı peruklu bir kadın, california dreamin' eşliğinde uzaklar hayali kuran genç garson kız.

yönetmen wong kar wai'nin uzadıkça uzayan ashes of time'ın işleri arasında bir yandan yazıp bir yandan çekerek üç ayda tamamladığı bu yalnızlık şiiri, bir çok sahnesi ile o sahne konusu olabilecekken son günlerde sürekli gözümün önüne gelen yağmur altında delice koşan bir adam imgesi yüzünden burası oluverdi.

ama o sahneyi oldukça önceden başlattım; öncesiyle bir bağlantısı olduğu için.

peki, itiraf ediyorum: en çok da kıyamadığım için.

*

sürekli "aşkta işler kötüyse, koşuya çıkarım. vücut su kaybeder, böylece gözyaşı için vücutta su kalmaz." diyerek ortalıkta dolanan, sevgilisinin kendisini terk etmesinin ardından doğum günü olan bir mayısa kadar her gün bir tane 'bir mayıs' son kullanma tarihli konserve ananaslardan alarak biriktiren ve sevgilisi o gün de dönmemiş olursa otuzunu da yiyerek intihar etmeyi planlayan numara: iki yüz yirmi üç ile yağmur yağarsa diye yağmurluk giyen, güneş açarsa diye güneş gözlüğü takan sarı peruklu kadın bir barda karşılaşır.

adam, başarısız intihar girişiminin ardından hem alkole sığınmak hem de kapıdan giren ilk kadına aşık olmak istiyordur. kadın kötü bir gün geçirmiştir; yorgundur ve arkadaş istemiyordur. yine de kazanan numara: iki yüz yirmi üç olur.

gecenin sonunda, "koşu yapmak ister misin?" diye sorar. kadının isteği ise bellidir; "tek istediğim, uyuyabileceğim bir yer."

o sahne buradan sonra başlıyor. biliyorum seyretmek gerekir. ama cümleler de yeterince anlatıyor. çağrı merkeziyle yaptığı kısa konuşmanın dışındakilerin hepsi numara: iki yüz yirmi üç'ün iç sesinin anlatıcılığında...



'uyuyabileceğim bir yer'i mecazi anlamda kullanmamıştı. o gece tv'de iki tane eski film seyrettim ve dört 'şef salatası' yedim...

güneş doğduğunda gitmek zorunda olduğumu biliyordum...

ancak, gitmeden önce ayakkabılarını çıkardım. annem, bir kadın topuklularla uyursa ayaklarının şişeceğini söyler. dün gece çok fazla yürümüş olmalı. böyle hoş bir bayanın ayakkabıları temiz olmalı...

...

tam olarak saat altı sıfır sıfırda doğdum. iki dakika sonra gerçekten yirmi beş yaşında olacağım. bu, çeyrek asır demek! bu tarihi anı kutlamak için koşuyorum. vücudumdaki fazla sudan kurtuluyorum. çok iyi hissettiriyor...

sahayı arkamda bırakıp, çağrı cihazıma bakmaya karar verdim. bununla birlikte, beni kimsenin aramayacağını biliyordum...

-hesap üç yüz altmış sekiz.

-parola, lütfen.

-"ölümsüz aşk".

-yedi yüz iki no'lu odadaki arkadaşınız "doğum günün kutlu olsun" diyor.

-teşekkürler.

...

bir mayıs bin dokuz yüz doksan dört'te bir kadın bana "doğum günün kutlu olsun" diyor. şimdi onu hayatım boyunca hatırlayacağım. hatıralar kutulansaydı onların da son kullanma tarihi olur muydu? eğer öyleyse, asırlar boyu bozulmamalarını isterdim
.*



*çeviren: cHuJu (imam)

20 Ekim 2009 Salı

takvim

yedeğimde hiçbir zaman cesaret edilememiş çılgınlıklarla dolu bir orman, duvarda çizgiler.

19 Ekim 2009 Pazartesi

alışkanlık

alışkanlık, gençlik yıllarında kapılan, sinsice bünyeye yerleşerek yaşlılıkta zihni ve kalbi esir alan hastalıklar gibi.

hep aynı fıkraları anlatan, tekrar tekrar aynı kitabı okuyan, aynı küçük mahallenin içinde aynı kısa güzergah boyunca gidip gelen, alışverişini hep aynı yerlerden yapıp aynı lokantalarda hep aynı yemeği ısmarlayan ve neden bu kadar sıkıldığını bir türlü çözemeyen insanlar olup çıkana kadarki zamanımızı, aslında ömürlerimizin ikinci yarısında bize eşlik edecek sıkıntı araçlarını belirlemekle geçiriyoruz.

ve ben tam da burada şüpheye düşüyorum işte, sözgelimi bir yandan bartleby ve şürekası (enrique vila-matas), baden baden'de yaz (leonid tsıpkin) ya da nick hornby ile bünyeye yeni hazlar devşiririrken john fowles külliyatını yeniden okumaya başlamanın, döne dolaşa wong kar wai filmleri izlemenin, her kasım ayında dostoyevski okumanın manası ne olabilir diye.

"her on üç ağustos sabahı erkenden uyanıp ilk iş olarak küçük prens okumak"ı ise, sormuyorum bile...

bir masada iki kişi: uyanış

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sen benim uyanışımdın. şimdi ise uyanışımı devam ettirmek istiyorum. diğer yana dönüp uykuma kaldığım yerden devam etmek ise en son istediğim şey.

- endişelenme lütfen. bilemezsin benim ne öykülerim var, bin bir geceden daha uzun sürüp şehrazat denilen hatunu hasetinden çatlatacak.

- ya sonra?

- biliyorsun, bin bir gece çok uzun bir süre...

(biraz sessiz kaldı... derin bir nefes aldı.)

- galiba gitmeli. kim bilir hangi kayalığa çarpıp batacağım?
*

dedi ve gitti.

17 Ekim 2009 Cumartesi

günün sorusu: festival insanları

başka zamanlarda asla göremediğimiz ama hemen her festivalde ortaya çıkan ve sonrasında kaybolan, farklı kostümleri ve çantaları, hangi zamana ait olduğunu anlayamadığımız saç kesimleri ve biz almaya kalkınca 'kalmadı' cevabı ile karşılaştığımız halde bir şekilde buldukları biletlerle neredeyse her filmi izleyen festival insanları normal zamanlarda nerede yaşarlar?

filmekimi

o uzak şehirde filmekimi zamanı.

iksv' nın düzenlediği filmekimi sekizinci kez huzura çıkıyor. filmler, yönetmenler, seanslar bir süredir gazete ve dergilerde konuşuluyor, hatta bir 'tık' uzakta...
bir google araması' nın kaç kaplan gücünde olduğunu tahmin bile edemezsiniz.
hal böyle iken bilgilerin ulaşılabilirliğinde film seçkisi üzerine konuşmaya gerek yok. biz başka şeylerden konuşalım.

bir... ben orada olsaydım ve zamana dair bir sıkıntısı olmasaydı yani.

filmlerini izlemekten asla bıkmadığım coen kardeşlerin yeni işi a serius man (ciddi bir adam),
her ne kadar altın palmiyeden eli boş dönse de jane campion dokunuşuna olan sonsuz itimadımdan dolayı bright star (parlak yıldız),
filmlerinin tüm rahatsız ediciliğine rağmen yine de kayıtsız kalamadığım heneke' nin das weisse band (beyaz bant) ı,
büyüklere animasyon kontenjanının hakkını veren tim burton referanslı 9,
sadece sinemasına değil yazdıklarına da meftun olduğumuz woody allen' ın yenisi whatever works (kim kiminle nerede),
yeni bin yılda da sinemanın şiirini yazmaya devam eden efsane yönetmen angelopoulos' un the weeping meadow (ağlayan çayır) ile başlattığı üçlemenin ikinci ayağı the dust of time (zamanın tozu),
yeniye duyduğum karşı konulmaz merak yüzünden sundance ödüllü humpday (gel porno çevirelim),
soderbergh' ten önce başrol oyuncusu benicio del toro ile anılması daha doğru olan che:part-1&2 ve yaramaz çocuk michael moore' un yeni bir tokatı olduğuna inandığım capitalism: a love story (kapitalizm: bir aşk hikayesi) yi ard arda izlerdim ki 'güzel bir adam' ın nasıl paraya tahvil edildiğini daha iyi görelim.

iki... giderek bir filmekimi modasının oluştuğuna inanmaya başladım artık.

önceden biraz daha anlaşılabilirdi bu ilgi. yazları büyük şehirden kopmak zorunda kalan öğrenciler, yaz tatilini bahane eden sinemaların tempo düşürmesi, köşe başlarında yerlerini almaya başlayan kestanecilerin haber verdiği soğuk havalar.
sonra evin akıllı uslu davranan abisi gibi duran istanbul film festivali' nin yanında hırçın, şakacı, ele avuca sığmaz küçük çocuğu gibi oluşuyla cazibe merkeziydi.
ama artık anlamıyorum. çünkü filmekimi herkesin dilinde. 'boş ver sinemaya gitmeyi alalım şurdan bir dividi' cilerin, 'battaniye altı sinema keyfi' kavramını icat eden tembellerin, 'sinemayı severim ama vakit' diyenlerin... hepsinin.
sanki filmekiminde bir film görebilirlerse ruhları kurtulacak, entelektüel olduklarını hem kendilerine hem de eşe dosta ispat edecek, böylelikle sinemaya ve sanata olan borçlarını ödemiş olacaklarını düşünen yeni bir tür çıktı ortaya.

üç... bir de her festivalde ortaya çıkan 'festival insanları' var.

eminim farklı kostümleri, hayatın içinden değilmişcesine duruşları ve biz iki filme zor bilet bulurken neredeyse her filme buldukları biletlerle istiklal' i şenlendirmeye başlamışlardır.


merkez üs: http://www.iksv.org/filmekimi_2009/

notgibi: ve orada göreceksiniz ki mutlaka izlerdim dediğim filmlerden ilki olan a serius man, filmin kopyasında çıkan bir problem yüzünden gösterimden kaldırılmış.

16 Ekim 2009 Cuma

blues

eğer içinde 'baby' geçmiyorsa o şarkı blues değildir.

blues festivali

festivalin yirmincisi bu akşam antalya' dan geriye kalan on dokuz şehre doğru yola çıkıyor.

dile kolay tam yirmi yıl...
yaş sınırını aşıp on sekizinde o kapıdan içeri dalanlar şimdi otuz yedi yaşında.
bense en az yarısına katılmış olmalıyım. anı diye sakladığım biletler duruyor, bu bünye biraz daha genç olsaydı net bir rakam söylerdim ama biletleri attım, bu bünye yaşlı. üstelik yorgun.
ilk olarak doksan dört yılında katılmıştım. demek ki doksan dört yılı sadece 'yirmi bir mart' ve sonrası günler değil daha fazlasıymış.
en son katılışım ise geçen yıl hilton' daki tadilat nedeniyle bilkent otel' de yapılan ankara ayağı. doğrusu pek şikayet etmiştik, değişen dinleyici profilinden, balo kıyafetiyle blues dinlemeye gelen cici kızlardan ve ruhu blues' a uzak kız peşindeki erkeklerden.
'beyaz bluescu mu olur' watermelon slim, 'kadınlar söyleyemez' sharrie williams ve 'babasının ününü hoyratça kullanan' john lee hooker jr. dan oluşan kadro da bizi mutlu etmemişti.
ardından bir sürü dedikodu: organizasyon komitesinin sanatçı seçimi için fazla zaman ayırmadığı, hatta bir çeşit paket program içinden tercihlerini yaptıkları konuşuluyordu. eskisi gibi büyük isimler getirme derdinde olmayıp sıradan isimleri reklam kampanyaları ile cilalamak istedikleri de dedikodular arasındaydı.
bakalım bu yıl ne olur?
shenekia copeland, terry evan, ray schinnery..
hiç olmazsa aralarında 'beyaz' yok.

merkez üs:http://www.efesblues.com/

15 Ekim 2009 Perşembe

günün sorusu: müstear

kemal tahir, peyami safa, roman gary, julian barnes, fernando pessoa...

"acaba," diye sordum kendime, "acaba, seri katillerin yakalanma arzusuyla takma adla yazan yazarların bir gün fark edilme arzusu arasında bir benzerlik var mıdır?"

diplodus vulgaris

dün akşam yemeğinden sonraydı. gece planı için film, kitap ya da sabah gelen dosyayı adam etmek arasında gidip gelerek bulaşığı yıkıyordum.

derken kulağıma fenerin yan tarafındaki kayalıktan sesler geldi. biraz meraktan, biraz da yılın son güzel akşamlarından birinde evde olmamak için bulaşık bittikten sonra evden çıkıp seslerin geldiği tarafa yürüdüm.

biraz sohbetten sonra şehrin yerlisi değil, tayin sebebiyle burada olduğunu öğrendiğim iki kişi balık tutmaya gelmişti. gençlerin 'karagöz', yaşlıların ise 'lendanoz' dediği, google'ın ise latincesinin 'diplodus vulgaris' olduğunu söylediği gövdesi neredeyse yuvarlak, elips şeklinde ve yassı bir balık için.

sadece buraya değil neredeyse bu sahil boyunca her yere tutmaya giderlermiş. yemleri özelmiş, izmir'den geliyormuş. elleri meşgul olduğundan yemi ve oltayı görebilmek için kafalarında madencilerin taşıdıklarına benzer lambalar taşıyorlardı.

aslında eve eli boş dönen balıkçıların mazeret listesinden olduğunu itiraf etselerde, bu balık dalgalı denizde, dolunayın olduğu gecelerde, fazla gürültü olduğunda yakalanmazmış.

ama yakaladılar. hatta tüm zamanların rekoru olabilecek sayıda. bunu biraz da benim şansıma saydılar. bulutlardan sıyrılıp yeryüzüne ulaşan ay ışığı altında ne kadar güzel bir balık olduğunu görmeliydiniz; gövdesi gümüş renginden yeşile, beyazdan mora kadar türlü renkler alıyordu. kesinlikle çok güzeldi.

tam da burada itiraf edebilirim sanırım: aslında size anlatmak istediğim karagöz değildi.

o iki kişiden biri bunları bana anlatıp dururken diğeri sessizce kayalığın ucunda oltasının başında bekleyip durdu. sanki yıllar değil, yüzyıllardır orada bekliyor gibiydi. hatta sigarasının arada bir kora dönüşen ucu olmasa orada olmadığına yemin edebilirdim.

denizi mi seyrediyordu yoksa kendini mi, hiç bilmiyorum.

11 Ekim 2009 Pazar

paralel

'öykü yılları'mdan kalma bir şark anlatısı 'sonsuzluk yatık bir sekizle gösterilir' diyordu. 'yatık ve yorgun bir sekiz'le.

euclide bu dünyayı açıklamakta yol arkadaşı seçtiğimiz geometrisinde 'paralel doğrular kesişmez' dedikten sonra, gülümseyerek 'sonsuzda kesişirler' der.

matematik önüne bakmaktan vazgeçip başını kaldırır ve zalimce gözlerimizin içine bakar; 'sonsuzun bir fazlası yine sonsuzdur, onun bir fazlası da...' deyiverir ve ardından bakışlarını tekrar yere indirir.

demek ki sonsuzluk ötelenir durur, demek ki sonsuzluk yoktur.

sonuç: 'paralel doğrular' asla kesişmez.

o halde bir nehrin iki yakasında yürüyormuşcasına yaşadığımız hayatlarımızın bir gün kesişeceğini ummak büyük bir yanılgı. belki de 'çakışık doğrular' olabilmenin mümkünsüzlüğünde tek bir noktada kesişmeye razı olmalıyız. ki euclid geometrisine uygun bu dünya 'aykırı doğrular'ı da mümkün kılıyor.

belki de bu dünyanın kurallarıyla çözemediğimiz bu bahsi bambaşka bir dünyaya, sonsuzun var olduğu dünyaya bırakmalıyız.

kim bilir?

10 Ekim 2009 Cumartesi

sniper

bir sniper gibi olmayı ne çok isterdim.

tek bir cümleyle tek kurşun misali hedefimi vurmayı.

oysa ben konuşurken ya da yazarken daha çok av tüfeği ile ateş ediyor gibiyim. çokca saçma dağılıyor tüfeğin namlusundan. ancak bir kaç tanesi hedefi buluyor.

5 Ekim 2009 Pazartesi

eylül

bilirsiniz, eylül ışıltılı yaz günlerinin nihayet bulduğu zamana denk gelmekle hüzün, gam, melankoli gibi kelimelerin sebebi olmakla itham edilir.
ve eylülde hayatın akıp gidişi, gelip geçiciliği ve günlerin tükenişi var.

bir ekim günü bana 'eylül'ü yazdıran ise hayatın akıp gittiğini, günlerin tükenişe yol aldığını her daim bize hatırlatan eylül ayının da gelip geçtiğini birdenbire farketmiş olmamdır.

büyük usta belki de bu yüzden 'acıyor'u böyle sonlandırıyor: 'eylül toparlandı gitti işte /ekim falan da gider bu gidişle /tarihe gömülen koca koca atlar /tarihe gömülür o kadar'*


*: turgut uyar, acıyor

2 Ekim 2009 Cuma

gömlek

galiba hiç takım elbisem olmadı. olduysa bile pantolon ve ceketi beraber giydiğim bir anım yok. biz gri pantolon-lacivert ceket dayatmasından kurtulunca, o özgürlüğün sarhoşluğuyla uzun süre kumaş pantolon dahi giymeyen bir nesildik.

memur olup resmi binalara girenler kıravata ve kumaş pantolona yeniden yüz vermek zorunda kalsalar da, başında resmi olan her şeyin uzağında yaşayanlar için ortaokul ve lisenin tozlanmış hatıralarından başka bir şey değildir kumaş pantolonlar, kıravatlar.

yeni çekilmiş olursa daha iyi olur dayatmasıyla bir kaç vesikalık fotoğraf gerektiğini öğrenince, neden bilmem sahibinin her sezon istanbul'a bizzat giderek mal aldığı ve burada istanbul'a göre bir kaç misli fiyata sattığı mağazaya gittim ve bir takım elbise, gömlek, kıravat ve papuç aldım.

vesikalık fotoğraf, resmi işlemler derken bir lokantanın aynasında kendimi gördüm ve aklıma ah muhsin ünlü geliverdi:

"bugün sokakta yürürken/ bütün kızlar bana baktılar./ allah allah/ niye hep bana bakıyorlar ki diye düşündüm?/ sonra da bugün meğer/ murat'ın gömleğini giymişim."

galiba bir kaç tane daha gömlek alacağım...

altı çizili satırlar: baden baden' de yaz

biliyorum adına ve yayımlanma zamanına bakınca, insanlar güneşlenirken okusun diye yazılmış biraz macera, biraz aşk içeren ve bir kaç cümlesi kış gelip kafelerin kapalı kısımlarına geçtiğimiz günlerde 'son okuduğum kitap'tan alıntılamaya müsait bir roman hissi uyandırıyor.

ama kapağın ön yüzüne konu olanın dostoyevski olduğunu farkedince, üstelik içinizde bir yerler bu kapak yuvarlak-kare-yuvarlak yayınevine yakışmayacak kadar güzel bir kapak deyiverince yazarını ilk defa duyduğunuz bu kitaba gidiyor elleriniz.

üstelik önsözü yazan, susan sontag...

anlatılanlara göre yazarının basıldığını görmeden öldüğü bu kitap, unutuluş ve kayboluş gibi bir kadere yol alırken tesadüfen sontag tarafından keşfedilir ve o kader tersine işlemeye başlar.

leonid tsıpkin, sonraları yerini dostoyevski'nin alacağı tolstoy'u taparcasına seven, sinemadaki idolü ise tarkovski yerine antonioni olan edebiyat düşkünü bir doktordur ve sadece kendisi için, edebiyat için yazmaktadır... sontag'ın deyişiyle "çekmeceye"... ve ilave eder: "yazmak yalnızlıktır; her şeyi yutar."

roman, aralık ayının sonlarında başlıyordur. zaman 'şimdi'dir. anlatıcı leningrad'a giden bir trendedir. zaman bir yandan da 'bin sekiz yüz altmış yedi nisanının ortaları'dır ve dostoyevski(fedya) ve genç eşi anna(anya) petersburg'tan ayrılarak dresden'e doğru yola çıkmışlardır.

"bu, bir tür düş-romandır, uyuyan da tsıpkin'in kendisidir ve bu romanda tsıpkin durdurulmaz, coşkulu bir anlatımın sağanağında, dostoyevski'nin yaşamıyla kendi yaşamını müthiş bir hayal gücüyle birbirine geçirir."

anlatı 'ben'den 'o' ve 'onlar'a cesur ve sürükleyici geçişlerle ve aynı rahatlıkla geçmişten şimdiki zamana akıp geçer. ve geçmiş dediğimiz sadece o 'yaz' değil: dostoyevski de tıpkı yazar gibi zaman zaman kendi geçmişinin anılarına boyun eğmektedir.

bu kitabın altı çizili satırları ise sontag'ın da kayıtsız kalamadığı bir yerden: "çiftin sevişmelerinin yüzme imgesiyle verilmesini kim unutabilir?"

ama siz siz olun, satırların daha da eskiye uzandığı yerleri ihmal etmeyin. çünkü yaşanan, zamanın yakın geçmişe ekli uzantısından başka bir şey değildir.

"...ona sarıldı, göğsünden öptü, ve yüzme başlamıştı - ellerini sudan aynı anda dışarıya çıkararak ve aynı anda havayı ciğerlerine çekerek geniş kulaçlarla yüzüyorlardı kıyıdan gitgide uzaklara, denizin mavi kabartılarına doğru, ama fedya hemen her gün onu bir tarafa, hatta geriye sürükleyen karşı bir akıntıya rastlıyordu, - anna'ya yetişemiyordu, karısı hep aynı şekilde uyumla ellerini sudan çıkarmayı sürdürüyor, uzaklarda kayboluyordu, fedya artık yüzmüyormuş gibi hissediyordu kendini, dipten kurtulmaya çalışarak suda debelenip duruyordu yalnızca onu bir kenara sürükleyen ve birlikte yüzmelerine engel olan bu akıntı tuhaf biçimde, öfkeyle açılmış gözbebekleriyle binbaşının sarı gözlerine; yüzlerce bedenin perdahladığı bekçi kulübesinin ortasında duran alçak meşe masaya yatmak üzere kendi tutuklu giysisini çıkarırken kapıldığı teleşa; bedenine peş peşe sopa darbeleri indiğinde, kaslarından ve kemiklerinden kızgın bir tel çekilmişcesine dayanamadığı çığlıklara; dayaktan sonra onda başlayan hummalı kasılmalara; bu arada orada bulunanların alaylı ya da merhamet dolu bakışlarına; binbaşının topukları üzerinde sertçe dönerek bekçi kulübesinden çıktığı ve doktor çağırılmasını emrettiği zaman yüzünde beliren o iğrenç gülümsemesine dönüşüyordu,..."*



*çeviren: kayhan yükseler (yky, 2007)
önsöz çevirisi: güven turan