30 Ocak 2010 Cumartesi

yalan

ilk yalanı söylemek için 'sana şimdiye kadar hiç yalan söylemedim' cümlesi kadar mükemmel bir başlangıç olamaz.

29 Ocak 2010 Cuma

metro-film haritası

yıllar önce, istanbul metrosunun hizmete açıldığı ya da güzergahının halkla paylaşıldığı zamanlar.
hangisi olduğunu hatırlamıyorum. yani oldukça eski.

mizah dergilerinden birinde bir karikatür vardı. yarısını oluşturan karede birbirini kesen bir çok eğri çizgi vardı ve altında 'moskova metrosu' yazıyordu. diğer yarıyı oluşturan hemen sağdaki karede ise kısacık bir eğri çizgi ve altında yazan 'istanbul metrosu'.

ortalamanın üzerinde bir sinema izleyicisi olduğumu iddia etsem de neden bilmem bu sayfa bana o karikatürü hatırlattı.

güzergahı belirleyip, hatları inşa eden müh. david honnorat abimiz, 'the best movies of all time map' dese de sanki müzikal hattını biraz kısa tutmuş gibi. bana kalırsa oraya bir kaç durak daha eklenebilirdi. yine de hakkını yemeyelim; saygı duydum.

27 Ocak 2010 Çarşamba

anna karenina

sevgili okur,

burada, "anna karenina" denilerek söylenmek istenen, tolstoy'un turgenyev'e ait "bütün aile yazlıkta toplanmıştı" cümlesini okuduktan sonra "bu cümle bir romana başlamak için iyi bir sebep" diyerek, "bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama mutsuz olanların sebepleri farklı farklıdır," cümlesi ile başladığı büyük roman değildir.

belki de don kişot'la birlikte gelmiş geçmiş en büyük roman kahramanı* olan anna karenina'nın bizzat kendisidir.

yaşayıp giden, yoğun inançlarının etkisiyle bomboş bir hayatı olduğunu fark edemeyen, petersburg garında karşılaştığı vronski'den etkilenerek kalbinin ihmal edilmiş yerlerini farkeden anna karenina.

dönem sosyetesinin gizlice yaşasa kolaylıkla onaylayacağı ilişkisini, gizlice yaşamayı kendine yakıştıramadığı için açıkca yaşayan ve bu yüzden bulunduğu çevreden dışlanan anna karenina.

aşkı yüzünden hayatta en çok sevdiği varlığı, oğlunu bırakmayı göze alan anna karenina.

tanrıyazar tolstoy'un ahlaki değerlerine ters düşmesine, onu yazarken günah işlediğini düşünmesine rağmen kalemine söz geçiremediği, sonunda onu tren raylarına iterek intikam** aldığı anna karenina.

aşkı ve tutkuları yüzünden ait olduğu çevreden dışlanan, en sevdiği iki varlıktan biri olan oğlunu yitiren, artık genç ve güzel olmadığını düşünerek tren rayları üzerinde hayatına son veren, yengesi dolly'nin sözleriyle, "ruhu tertemiz, aydınlık" bir kadın olan anna karenina'ya hayat veren tolstoy da bir tren istasyonunda yapayalnız ölür.

bu belki de hayatın intikamıdır.

*

sinema perdesinde ise greta garbo, anna karenina'yı iki defa canlandırır. ilki amerikalı izleyiler için mutlu sonla biten bir serbest uyarlamadır. onu anna rolünde asıl ölümsüz kılan ve eleştirmenlerin de sevdiğiyse ikincisidir.

şimdilik son anna kareninaise sophie marceau.

bense gone with the wind'ın scarlett'i vivien leigh'i içimdeki anna karenina'ya daha yakın bulurum.

*

son söz yerine; anna karenina: o, aşık olduğum roman kahramanlarının ilki.




*: benim listemde 'zamanımızın bir kahramanı' peçorin de vardır.

**: bana kalırsa tolstoy intikam almayı daha önce de düşünmüştü; artık güzel olmadığını düşünmeye başlayan anna'nın kolayca başlattığı kıskançlık kavgalarının birinde vronski aklından, "tanrım, yine sevgiden konuşmaya başlayacak," diye geçiriyordu.

bu sahne aklıma, aşkın kişiye en fazla acı verdiği anı getirir: sürekli büyüyen, çoğalan, artan aşkın artık büyümekten, çoğalmaktan, artmaktan vazgeçtiği yani durduğu an. azalmaya başladığı ya da bittiği an değil durduğu an. insan aslında en çok acıyı o zaman çekiyor ve aşk bittiğinde geriye çekilecek bir acı kalmıyor.

gerçek

'...women are often under the impression that men are much more in love with them than they really are.'*

serbest çeviri:
kadınlar genellikle, erkeklerin onları gerçekte olandan çok daha fazla sevdiği hissine kapılırlar.


*:john curran, the painted veil

günün sorusu: ayna

neden aynalar sağı sol, solu sağ yapar da üstü alt, altı üst yapmazlar?

25 Ocak 2010 Pazartesi

günün sorusu: van gogh

tabloları ışıkla yüklü, çoğu kez acıyla dolu yalnız bir hayatı özetleyen sert bir ışıkla yüklü van gogh, bir gece arkadaşı (muhtemelen sevgilisi de) ressam gaugin' le tartıştıktan sonra kulağını keser ve içinde bulunduğu umutsuzluğun derinliğini bizimle paylaşmak için bir otoportre yapar.

peki, o gece van gogh hangi kulağını kesmişti?

sıfır

matematiğe katılmıyorum. kanaatimce 'sıfır'ların toplamı tehlikeli bir şeydir.

23 Ocak 2010 Cumartesi

biz

"gizli öznedeki zımni çoğul ile 'biz'deki açık çoğul, sahte varoluş için rahat bir sığınak oluşturur."*


*: e. m. cioran, çürümenin kitabı

gün batımı

haziran ayının sonlarına doğru bir ikindi sonrası.

neredeyse bir mevsim boyunca bu anı beklemiştik.

yaklaşık bir yıl önce, yakınlardaki bir konukevinin çamların altında teraslar halinde denize inen bahçesinde tesadüfen karşılaştığımızda, yanındakilere aldırmadan, hatta onları yok sayarcasına yüzümü ona, sırtımı diğerlerine dönerek, "burada güneşin batışı muhteşemdir, kaçırmayın," demişim.

"saçmalama," diyorum. sana siz demiş olamam. "dedin," diyor. yüzünde bir tebessüm. yeter ki o böyle gülümsesin, ben ona hep "siz" derim.

kayalıklarda oturuyoruz. rüzgar kayalara çarpan dalgalardan arda kalan su taneciklerini üzerimize, yüzümüze serpiştiriyor. tarifsiz, masrafsız bir şekilde mutluyuz.

sessizce ufka bakıyoruz. batmakta olan güneşe, ufkun üzerinde koşan bulutlara.

içimdeki adsız, ilk defa bir sessizlikten korkup ahmakça bahanelerle konuşacak 'şey'ler uydurmuyor. o suskunlukta hiç de savunmasız değilim.

bir süre sonra sessizliği bozup o ünlü sorusunu soruverdi: "bir yanda kitapların, filmlerin ve müziklerin... yok, yok! bir tarafta dünyadaki her şey var, diğer tarafta ben. hangi tarafı seçerdin?"

biliyorum bu, dünyadaki en aptalca soru. ama ben daha aptaldım: "diğer tarafta yakari de var mı?"

evet, vardı. o halde diğer tarafı seçerim. neden mi? "yakari'yi altı yıldır tanıyorum ve bana bir kez olsun ihanet etmedi. sen altı yılın sonunda bana ihanet etmeyeceğini garanti edebilir misin?"

duyulur duyulmaz bir sesle, "edemem," dedi.

başka bir şey konuşmadık. bir süre sonra da kızları bekletmeyelim diyerek şehre döndük. bembeyaz yaz elbiseleri içinde iki yeğen. çay bahçesinde oturduğumuz o akşamdan, denizden karaya doğru esen bir rüzgar kalmış aklımda. yaz akşamını serinleten rüzgar karşımda oturan üç kadının saçlarını sonsuza kadar, biteviye savuruyor gibi.

yakari, vadiyi vadi yapan tepelerden birinin yamacındaki evin denizi gören köşedeki odasında bir pencereden giren rüzgar diğerinden çıkarken sigarasından derin bir nefes alıp, "artık bakü'ye bile gidemeyeceğiz," diyedursun, o da bir gün "olmuyor" deyiverdi.

babasıyla konuşmuş. bir tarafta ben, diğer tarafta babası. üstelik babasını yirmi yıldan fazla zamandır tanıyordu ve bir kez olsun ona ihanet etmemişti.

"gitme," demedim. çünkü işe yaramazdı. hangi kolundan tutup geriye çevirmek işe yaramıştır ki?

*

sonra tuhaf bir şey oldu. hiç aklımda yokken yazın sonunda onun yaşadığı şehre taşındım. bunu öğrendiğinde ilk iş olarak beni aramış, ben onun yalancısıyım. ardından tekrar görüşmeye başladık ama artık sevgili değildik.

onu bilmem ama ben öğrenmiştim; yeniden diye bir şey yoktur. sizi eski yapan her neyse hiç değişmeden orada durmaya devam eder. zaten bir şey bir defa oluyorsa ikinci defa da olur.

sinemaya gittik, yemeğe çıktık, kitaplardan, sanattan, filmlerden, babamdan, çocukluğumdan konuştuk. yani ne varsa.

babasına ilişkin anılar eşliğinde satranç oynadık. ona bir kez olsun bilerek yenilmedim. her defasında cevabım aynıydı: "belki romanlardaki kahramanlardan biri olmayabilirim ama sana bilerek yenilecek kadar kötü bir adam da değilim. bunu değil sana hiç kimseye yapmam."

o her yeniden dediğinde ben duymazdan geldim. bir defa olsun gözlerinin derinine bakmadım. bir defa olsun saçını kulağının arkasına itmedim.

*

arada bana gelirdi. müzik dinleyip sohbet eder, dışarıdan getirttiğimiz yemekleri yerdik. başka da bir şey olmazdı.

bir akşam odadan salona geçmiş, çıkmak üzere salonun lambasını söndürmüştüm ki beni elimden tutup bir karanlıktan başka bir karanlığa, mutfağa çekti. ben mutfak tezgahına yaslandım. o ise çok sevdiğim oturuşuyla halının üzerine oturmuş, ayaklarını kendine çekmiş sırtını duvara vermişti. biliyorum, bütün bunları mutfak penceresinin önündeki sokak lambasından oraya ulaşan ışıklar olmasa göremezdim.

nelerden konuştuk hatırlamıyorum. bir an, biraz o sokak lambasının ışığı biraz da gözlerimin artık karanlığa alışması yüzünden gözlerinin kocaman olduğunu gördüm. "sen," dedi. "sen beni sevmiyorsun."

bir şey diyemedim. "haklısın," değil. "yanılıyorsun," değil. "saçmalama," değil. sadece sessizlik. hiç bitmeyecek kadar uzun bir sessizlik.

her gelişinde, "bir dahaki sefere getiririm," diyerek kitaplığımdan aldığı ve her defasında bir dahaki sefere geriye getirdiği kitapların sonuncusunu, bir çay bahçesinin denize karşı duran masalarından birinde ağladığını görmeyeyim diye çantasında bir şey arıyormuş gibi yaparken, "bana söyleyecek bir söz kalmadı artık," dedikten sonra etekler rüzgarda uçuşan masa örtüsünün üzerine bırakıp gitti.

sonrasında belki bir kaç defa daha telefonda görüştük ama onu son defa, o gün, orada gördüm.

21 Ocak 2010 Perşembe

günün sorusu: kurtuluş

ne zaman kurtulacağız bu tatar çölünden?

giovanni drago*

askeri okuldan mezup olup subay çıktıktan sonra, ilk atandığı yer olan bastiani kalesi'ne gitmek üzere bir eylül sabahı kentten ayrılıp yola çıktı. dört ay sonunda sahte sağlık raporu alarak geriye dönmeyi planlasa da, o gün geldiğinde, "doktor," dedi kekelercesine, "bir şeyim yok benim".

ilk günler kağıt oyunlarını hep o kazandı. çünkü ilk günlerde "hep öyle olur"du.

birbirine benzeyen günler birbiri ardına baş döndüren bir hızla geçip giderken orada oluşuna, hatta hayatına anlam katacak sandığı tatar saldırısının ihtimaliyle avunup durdu.

sadece bir kez bu ihtimali aklından çıkarıp şehre dönmek istedi. o zaman da içten içe sevdiği maria'ya "her şey sana bağlı," diyemedi ve kaleye dönüp artık hayatının anlamı haline dönüşen tatar saldırısını yeniden beklemeye başladı.

yıllar yılları kovalayıp onları beklemekle geçen bir ömrün son günlerinde tatarlar nihayet çölü geçip kaleye saldırınca ayak altında dolaşmaması için kaleden gönderildi.

bir ömrü beklemekle tükettiği savaş nihayet başladığında o bir han odasında yalnızdı ve ağlıyordu.


*: dino buzzati, tatar çölü

altmış yedinci altın küre ödülleri

sanki geçen yıl defterime yazdıklarımın bir kısmını buraya da taşırsam yeterince söz söylemiş olurum...

"açıkcası ilgimi çeken verilen ödüller değil de adaylar oluyor her defasında. çünkü ödülün objektiflikten uzak bir değerlendirme ile sahip bulduğunu düşünüyorum. ama adaylık öyle değil."

aynı sayfalarda küfür edemeyen bir adam olmaktan şikayet ederek dexter'ı ve michael c.hall'ı ödülsüz bırakanlara söz söyleyememekten muzdariptim.

ama ikisini de 'gönlümüzün birincisi' ilan etmiş, bu işe kendimce bir çözüm bulmuştum.

ömrümün en güzel rüzgarının beni savurduğu bu coğrafya yüzünden filmlerin bir çoğunu izlemesem de kırık dökük bir kaç sözümüz var. ilgisini çekmeyenler için iyi yapılmiş liste ise burada.

*

six feet under'la aklımızı çelip, dexter'la o kadar kişiyi geride bırakarak en değerli oyuncularım sıralamasında adını philip seymour hoffman'ın hizasına yazdıran michael c. hall'a verilmeyecekse bu ödül kime verilecekti?

tedavisi yolunda giden hastalığına rağmen dördüncü sezonun adice(!) dizayn edilmiş finali yüzünden daha karanlık bir dexter bekliyor bizi. benden söylemesi.

nedir bu mad men rüzgarı, diye soranlara da anlamak için amerikalı olmak gerekir diyorum. çünkü o coğrafyaya özgü bir nostalji hissini büyütüp duruyor.

avatar haketmiş mi? evet. 'ama konusu klişe' diye o forum senin, bu sözlük benim dolaşan kardeşlerime de şunu söylemek isterim; bu adam on yıl boyunca senaryo yazmadı. zaten derdi de o değildi. belki de hakkını verirseniz farklı olursunuz.

the hangover'ı izlerken çok eğlenmiştim. geçen yıl in bruges bu ödülü almışsa bence the hangover iki defa almalı.

'dude' jeff bridges... filmini görmedim ama ona ne ödül verseler kabulüm.

robert downey jr... o ödül sherlock holmes için değil. geçen sene veremedikleri ödül yerine. bana inanmıyorsanız tropic thunder'ı izleyin, derim.

christoph waltz... anlıyorum, adam tömer'de yarı zamanlı çalışıyor olabilir. ama hem süre hem de performans olarak bir numara olan bir adam nasıl yardımcı oyuncu olur? ödül mü? bence daha şimdiden, olası bütün ödülleri ona rezerve etmeliler.

bir yıl aradan sonra 'en iyi şarkı ödülü'nün yine bir animasyona gitmesi ne güzel. yutup verilerine göre hiç de fena değil.

ama biz yine 'boss'a kulak verip, geçen yıl ödülü alarak ezber bozan şarkıyı dinleyelim. yapabilirsek o hüzne ortak olalım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

farkında mısınız?

on dört şubatı seçip, sevgililer günü diyenler daha şimdiden televizyonları, dergileri, gazeteleri, internetleri, reklam panoları ve vitrinleri vasıtasıyla o günü pazarlamaya başladılar.

17 Ocak 2010 Pazar

tavsiye

ben birinci kadının yalancısıyım...

*

birinci kadın: ölüyorum... belim çok kötü ağrıyor.

ikinci kadın: ne, ne olmuş?

üçüncü kadın: beli ağrıyormuş. sanırım dün akşam farklı bir pozisyon denemişler.

ikinci kadın: ne gerek var öyle denemelere. sırt üstü yat. gözlerini kapa ve başka birini hayal et.

14 Ocak 2010 Perşembe

masumiyet müzesi

okumanın üzerinden neredeyse bir buçuk yıl geçti ama orhan pamuk hala gözümüzü değilse de gönlümüzü şenlendirmeye devam ediyor.

*

aslında hikaye iyi başlamıştı; tarif cümlelerinde geçen tutku ve melankoli gibi baştan çıkarıcı iki kelimenin varlığı, bizi, romanı daha da merakla bekler yapmıştı.

banu güven röportajı 'reklam kokan hareketler'di ve giderek arzu nesnesinden tüketim objesine evrilen 'kitap' a ilişkin pazarlama stratejilerini ise asla kredi kartıyla ya da taksitle kitap almayan, kitap marketlerden alış veriş yapmayan biri olarak kabul etmem mümkün değildi.

'masumiyet'in müzesinin kurulabileceğine hiç inanmadım. hala da inanmıyorum.

kitap mı? beğendim. kusurlar bulsam da zaten beğeneceğimi biliyordum.

*

ardından tanıtım yazıları başladı. ve gönlümüz bir hoş olmaya.

orhan pamuk milliyet kitap'ta yayınlanan ve masumiyet müzesi' nin ilham kaynaklarını ele veren yazısında, flaubert’in çok bilinen meselinden* yola çıkarak ‘kemal yoksa siz misiniz? diye soranları ‘ben flaubert’im mösyö’ diye cevaplayarak, kendi deyişiyle ‘meraklı ve zeki okuyucular’ına göz kırpıyordu.

ardından italya' da çıktı ortaya, kitabının italyanca baskısının tanıtımı için milano' da düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada "mutluluğun pek çok tanımı var, çünkü bu kişiden kişiye değişen bir şey. gençken, mutsuz ama akıllı olmanın çok daha iyi olduğuna inanırdım, şimdi ise ömrümden elli yedi yılı tükettikten sonra, birazcık aptallığın da fena olmayacağını düşünüyorum." diyerek.

sonucusu ise geçtiğimiz günlerde yaşandı. (ki sonrasında yazmak istedim bu yazıyı.)

bu defa kitabının ingilizce baskısı için okurlarıyla buluşan yazar, londra' daki toplantıda kitabın kapağını yapan ahmet ışıkçı'nın ilk romanındaki hayali bir karakter olduğunu, kapağı yapanın kendisi olduğunu söylüyordu.

kitap için çalışırken, altmışlı ve yetmişli yılların istanbul'una ait birçok fotoğrafa bakan yazar, kapaktaki fotoğrafı da bir internet sitesinden bulmuş. bir arabada beş kişiyi gösteren orijinal fotoğrafın arka planında, boğaz manzarası yerine, ankara'da bir orman manzarası varmış ve photoshop kullanarak arka manzarayı değiştirmiş. hatta sadece arka manzarayı değil, arabada oturan erkeklerden birine photoshop ile pantolon askısı bile eklemiş.



*meraklısı için not: yayınlandığı dönemin ahlaki karanlığına bir çekiç gibi inerek sansasyon yaratan madam bovary romanından sonra kendisine sorulan ‘madam bovary kim?’ sorularına flaubert'in ‘madam bovary benim.’ diye yanıt verdiği rivayet edilir.

avatar

hint mitolojisinde tanrının yeryüzüne inerken kendisi için seçtiği suret anlamına gelen avatar, aynı adlı filmde jake sully karakterinin özel bir görevle aralarına karıştığı na'vi ırkına benzemek için giyindiği(!) suret ve bedenden başka bir şey değil.

13 Ocak 2010 Çarşamba

rica

elimdeki dosyaya, önümdeki dosya yığınına bakarak diyorum ki;

sanırım birileri çıkıp eski istanbulu konu alan, yazarı ve tarihi bilinmeyen bir el yazmasının etrafında dönüp dolaşan, islam mistizmine (tabi ki mevlana ve onun farklı okumalara izin veren öğretileri) selam duran, ayna ya da lale gibi imgelerle yüklü 'sözde' tarihi romanların modasının geçtiğini ilan etmeli.

artık roman içinde roman tekniğiyle, ucu saraya dokunan atalarından birinin nasılsa eline geçmiş hatıralarını bir kürsüye çıkıp yüksek sesle okumasın kimse.

teknolojiden, terimlerinden nefret etsem de, içinde cep telefonu, bilgisayar, e-posta geçen metinler okumak istiyorum. yollar kervanlarla değil uçakla, ya da ne bileyim trenle alınsın. kahraman en başta sebepsiz görünen, bizi bir gizin peşinden sürükleyecek bir cinayete kurban gitmek yerine trafik kazasında ölsün, bir kıskançlık cinayetine kurban gitsin.

12 Ocak 2010 Salı

deliler

bazan muktedirler, yasa koyucular kişinin akli dengesinin yerinde olmayışından yola çıkarak cezaya gerek olmadığına hükmeder. kendilerinden başkasını dert etmeyen bu adamların amacı çocuk masumiyetinde gördükleri bu kişilerin korunması değildir elbette.

bunu yapmakla, hepimiz için o kadar iyi sistem kurup bu sistemi o kadar mantıklı kurallarla korumaya aldık ki, bu kurallara ancak deliler uymaz derler.

günün sorusu: var

neden hiçbir şey yok değil de var?

10 Ocak 2010 Pazar

asker hamdi ve aynalı fatma*

birinde susup diğerinde konuşmak olmaz. 've' bu yüzden...

asker hamdi, eskilerin pehlivan gibi diye tarif ettiklerinden. altın dişli, burma bıyıklı yiğitler yiğidi, tek başına bir bölük asker. dokuz karısı, bir avlu dolusu çocuğu var. onlar yüzünden kaçıp gelmiş askerden.

aynalı fatma aynalı bir kuş. gözleri iki tas pekmez. hem evliya hem de orospu. kurtuluş savaşı yıllarında birliğinden firar eden, birliğine dönen, ya da çetelere katılmak için yollara düşen askerler soğuk gecelerde onun memelerinde ısıtırmış ellerini. anasıymış onların, karısı, bacısı, sırdaşı.

biri bir anlatılıyorsa diğeri bin anlatılıyor yani.

kader onları birbirinin terazisinde ölçmeye karar verince tenhada mı, kalabalıkta mı olduğu bilinmez karşılaşırlar. o 've' gelip konuverir aralarına.

asker hamdi ilk fırsatta aynalı fatma'nın bağ evinde alır soluğu.

sonra...

sonrası mahrem.

bir gün aynalı fatma'yı bağlar arasında hızla yürüyerek köyden uzaklaşırken görenler olur. bağ evine girmeye cesaret eden bir çoban evin ortasında asker hamdi'nin kaskatı kesilmiş cesedini bulur. bir kaç köylü güç de olsa cesedini avluya getirip çocuklarının, karılarının önüne koyar. tam bu sırada iki asker gelir köye. asker kaçağı hamdinin cesedini bir at arabasına koyup götürür.

iki ay sonra köye asker hamdi'nin cephede şehit olduğu haberi gelmiş. aynalı fatma ise, bir rivayete göre evliya olmuş, kurtuluş savaşı yıllarında askerler için yaptıkları nedeniyle meleklerce götürülmüş.


*: hasan ali toptaş, gölgesizler 've' ümit ünal, gölgesizler

fıkra tadında bir akşam yemeği

bir türk, bir çinli, bir hintli ülkelerine özgü yemekler yapmış, bir kaç türk, bir kaç çinli, bir avustralyalı ve bir fransızla beraber yemişler.

9 Ocak 2010 Cumartesi

bir masada iki kişi: kaçış

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

-sen benden mi kaçıyorsun?

-saçmalama lütfen. bu olanların seninle bir alakası yok.

-oysa buradan bakıldığında varmış gibi görünüyor.

-belki de şu; şimdi karşımdasın ve gözlerine bakınca bir kuyunun derinliklerine çekiliyorum... ama gözlerimi kapatınca bitiyor.

-nasıl yani, gitmekle gözlerini mi kapatmış oldun?

-pek sayılmaz... bazan elim telefona gidiyor: seni aramışım. tam eve girerken açıyorsun telefonu. paltonu, atkını çıkartırken bir elinden diğerine geçiyor. aynanın karşısında bir süre oyalanıp kendine bakıyor, saçınla oynuyorsun. üzerinde elma yeşili kadife pantolonun. ben seni bir süre seyrediyor oluyorum. birden bakışlarımız o aynanın derinliklerinde karşılaşıyor.

-sonra ne oluyor?

-hiç iyi olmuyor.

8 Ocak 2010 Cuma

yenilgiler tarihi cilt.I

o sevdiğim yazar, "ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim. kendi hayalini yaratıp, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim,"diyor.

okuduğum kitap "kitaplığın raflarını yormak"tan bahsediyor.

sonrası haziran doksan dört... alaycı gülümsemesi ile beckett bana bakıyor. fotoğraf altı yazısı: "hep denedin, hep yenildin. olsun. bir daha dene, bir daha yenil. daha iyi yenil."

"yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır," diyor, diriliş'in en büyük şairi.

kasım doksan dört oluyor sonra: orhan alkaya. telos yayıncılık. şairin üçüncü kitabı. bembeyaz bir zemin üzerine yenilgiler tarihi cilt.I yazılı bir kitabın ilk sayfasına kasım günlerinden birini not düşmüşüm. öykücü'nün de gözleri dokunmuş aynı satırlara ve aynı ilk sayfaya mor bir kalemle "bir gün açılır açılmaz sandığın kapılar vurunca güneş," yazmış.

*

üç odalı bir kitap bu.

birinci oda: yenilmişler için on parça...

şair bu yolculuğa katılacakların listesini baştan yapıyor; "ve cümle yitikler, mağluplar, mahzunlar". topuğundan vurulanlar, mektupları yanlış zarflara konulanlar, en güzel hikayeyi anlamayacak olanlara anlatanlar, ellerinde geçmeyen akçeler ile birer birer görüntüye giriyor. hatta peçorin bile...

modern hayatın yalnızlaştırdığı ve elinde kalanları da avuntu oluşturmaktan uzak bir adam olarak soruyor "peki beni kim intihar etti/ kim tedavülden kaldırdı böyle erken" ve 'modern' kelimelerden kuruyor mısraları.

"kısa pantolonlu cumhuriyet bayramları" uzaktadır artık. büyümek yenilginin bir başka adıdır. hayallere ve yaraya iyi gelir diye sığındığı sözcükler yenilginin bizzat kendisi olmuştur. ne yazık ki, devrim de bir yalandır. devrime inanan kalabalıklar için asıl yenilgi bu yalanı farketmektir. zamanın dar kapısına sıkışan bu defa düşlerdir.

sözler bitip bu odanın kapısını kapatırken, bütün yenilgilerden geriye "umutlar mı dağıldı? yalan/ benim dağılan" diyerek suçu kendinde arayan, artık kahraman olma şansını yitirmiş, bu berbat dünyanın herhangi bir zamanına ve yerine fırlatılmış, istese de aklından vazgeçemeyen, bedeni tarafından yaşamaya ikna edilmiş bir antikahraman kaldığını farkedersiniz.

ikinci oda, yenilgiler tarihine zeyl...

yaralı aslan'la doruğa ulaşır ve geriye söylenecek söz bırakmaz; "yaralı aslandır kıyıya oturan"...

üçüncü oda, pentimento...

şair buraya geldiğinde derin bir nefes alarak, belleğinin tablolarında bir gözden geçirme yapar. elinden geldiğince hatıraların tozlarını havalandırıp altında kalanları görmeye, tablonun bazı yerlerini tamir etmeye çalışır .

suskunluğun modern zamanların yanlış kazancı olduğu şimdinin soğuk gerçekliğinde arkadaşlarını anarak, eski güzel günler karşısında bir selam durur. her şeye rağmen umudunu korumak istercesine yenilginin bütün hallerini kutsar.

*

geriye dönüp baktığımda başka bir orhan alkaya kitabı okumamışım. yani yenilgiler tarihi. cilt I'e takılıp kalmışım.

kim bilir, "cilt II"ler, "III"ler hangi şehirde hangi denize karşı yazılmaktadır?

tarihimiz yenilgilerden kurulmuş.

o sevdiğim yazar, "ben savaşmayı severim, savaşanları severim, yenilmekten korkmayanları severim. kendi hayalini yaratıp, ne olursa olsun o hayale yürüyenleri severim," diyor.

"yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır," diyor, diriliş'in en büyük şairi.

orhan alkaya, yenilgiler tarihi. cilt I'i yazıyor.

3 Ocak 2010 Pazar

pentimento

yağlı boya bir tablo, eskimeye yüz tuttukça en üst katmandaki boyanın aşınması sonucu bazan şeffaf bir hal alır. bu olduğunda, kimi tablolarda ilk fırça darbelerini, düzeltilerek üstü kapatılmış hatalı bölümleri, belki de o tuvale daha önceden yapılmış bir resmi görmek mümkün olur; kadının elbisesi içinden görülen bir ağaç, köpeğinden kaçan bir çocuk, artık denize açılmayan eski bir tekne. işte buna pentimento denir.

'ressam vazgeçmiş, fikir değiştirmiştir.'*

*: lillian hellman imzalı bir roman olan pentimento ve bu romandan vücut bulan çok ödüllü julia isimli filme dikkat çekmek isterim.

ama vnf özellikle 'yenilgiler tarihi cilt: bir' adlı orhan alkaya kitabını önerir. ki kitap, pentimento adında iç burkan bir bölümle son bulur.

1 Ocak 2010 Cuma

yeni yıl şarkısı: innocent when you dream

paul auster, smoke, harvey keitel, wayne wang, william hurt, auggie wren's christmas story - by paul benjamin.

*
dün gece 'güzel ve yalnız ülkem' hep beraber yeni yıla taşınırken biz de dost meclisinde bir yandan sohbet edip bir yandan da nasılsa açık kalmış televizyona bakıp duruyorduk. tam da yeni yılın ilk anlarında aziz tom waits' in sesi her şeyi susturup odaya doluverdi: innocent when you dream...

iki bin on muhteşem başladı, dedim. düşünsenize kanallardan biri aziz tom waits ile giriyor yeni yıla. varlığı ve birikimiyle beni de çoğaltan arkadaşım hemen ekledi. smoke'u hatırla. siyah beyaz görüntülerle anlatılan noel hikayesini.

hatırladım. aklımdan bu yazının başındaki isimler geçti. o noel hikayesinin iç burkan naifliğini, modern zamanlar yalnızlığını, bir tütün dükkanında geçen muhabbetleri, yıllarca her sabah hep aynı sokağı fotoğraflayan adamı düşündüm. fotoğraflar geçti gözlerimin önünden.

kendime kızdım bu şarkıyı neden yılın son günlerinde akıl edemedim diye.

bu sabah uyandım, noel ve yeni yıl arasındaki farka rağmen bu şarkıyı daha da geç olmadan dinleyelim istedim.

hatta seyredelim...