22 Eylül 2018 Cumartesi

bir masada iki kişi: ruhsuzluk

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- söyleyeceğiniz başka bir şey yoksa gündemin bir diğer maddesi olan, "sorun nedir?" sorusuna geçebiliriz.

- bence sorun senin ruhsuz olman. bu kelimeyi daha önce çok kullandığım için şimdi de kullanmakta sakınca yok. sorun senin öküz olman.

- seni anlamadığımı mı düşünüyorsun?

- hayır. yanlış anladığını düşünüyorum.

- aklıma, zekama ettiğin iltifatlar?

- bunun akıl ve zeka ile ilgisi yok. senin ruhsuz olmanla ilgisi var.

- nasıl?

- ruhsuz olduğun kalbi meselelere o kadar uzaksın ki, iki ayrı bakış arasındaki farkı süzemiyorsun mesela. birisiyle göz göze gelsen sana aşık sanıyorsun. birisi sana, kahve içebilir miyiz, dese bu evlilik teklifine eş. kendi yolunda yürüyen birisi sırf karşıdan geliyor diye sana yürüyor oluyor. oysa adam kendi yolunda yürüyor.

*

hep yaptığı gibi.

Hiç yorum yok: