haziran ayının sonlarına doğru bir ikindi sonrası.
neredeyse bir mevsim boyunca bu anı beklemiştik.
yaklaşık bir yıl önce, yakınlardaki bir konukevinin çamların altında teraslar halinde denize inen bahçesinde tesadüfen karşılaştığımızda, yanındakilere aldırmadan, hatta onları yok sayarcasına yüzümü ona, sırtımı diğerlerine dönerek, "burada güneşin batışı muhteşemdir, kaçırmayın," demişim.
"saçmalama," diyorum. sana siz demiş olamam. "dedin," diyor. yüzünde bir tebessüm. yeter ki o böyle gülümsesin, ben ona hep "siz" derim.
kayalıklarda oturuyoruz. rüzgar kayalara çarpan dalgalardan arda kalan su taneciklerini üzerimize, yüzümüze serpiştiriyor. tarifsiz, masrafsız bir şekilde mutluyuz.
sessizce ufka bakıyoruz. batmakta olan güneşe, ufkun üzerinde koşan bulutlara.
içimdeki adsız, ilk defa bir sessizlikten korkup ahmakça bahanelerle konuşacak 'şey'ler uydurmuyor. o suskunlukta hiç de savunmasız değilim.
bir süre sonra sessizliği bozup o ünlü sorusunu soruverdi: "bir yanda kitapların, filmlerin ve müziklerin... yok, yok! bir tarafta dünyadaki her şey var, diğer tarafta ben. hangi tarafı seçerdin?"
biliyorum bu, dünyadaki en aptalca soru. ama ben daha aptaldım: "diğer tarafta yakari de var mı?"
evet, vardı. o halde diğer tarafı seçerim. neden mi? "yakari'yi altı yıldır tanıyorum ve bana bir kez olsun ihanet etmedi. sen altı yılın sonunda bana ihanet etmeyeceğini garanti edebilir misin?"
duyulur duyulmaz bir sesle, "edemem," dedi.
başka bir şey konuşmadık. bir süre sonra da kızları bekletmeyelim diyerek şehre döndük. bembeyaz yaz elbiseleri içinde iki yeğen. çay bahçesinde oturduğumuz o akşamdan, denizden karaya doğru esen bir rüzgar kalmış aklımda. yaz akşamını serinleten rüzgar karşımda oturan üç kadının saçlarını sonsuza kadar, biteviye savuruyor gibi.
yakari, vadiyi vadi yapan tepelerden birinin yamacındaki evin denizi gören köşedeki odasında bir pencereden giren rüzgar diğerinden çıkarken sigarasından derin bir nefes alıp, "artık bakü'ye bile gidemeyeceğiz," diyedursun, o da bir gün "olmuyor" deyiverdi.
babasıyla konuşmuş. bir tarafta ben, diğer tarafta babası. üstelik babasını yirmi yıldan fazla zamandır tanıyordu ve bir kez olsun ona ihanet etmemişti.
"gitme," demedim. çünkü işe yaramazdı. hangi kolundan tutup geriye çevirmek işe yaramıştır ki?
*
sonra tuhaf bir şey oldu. hiç aklımda yokken yazın sonunda onun yaşadığı şehre taşındım. bunu öğrendiğinde ilk iş olarak beni aramış, ben onun yalancısıyım. ardından tekrar görüşmeye başladık ama artık sevgili değildik.
onu bilmem ama ben öğrenmiştim; yeniden diye bir şey yoktur. sizi eski yapan her neyse hiç değişmeden orada durmaya devam eder. zaten bir şey bir defa oluyorsa ikinci defa da olur.
sinemaya gittik, yemeğe çıktık, kitaplardan, sanattan, filmlerden, babamdan, çocukluğumdan konuştuk. yani ne varsa.
babasına ilişkin anılar eşliğinde satranç oynadık. ona bir kez olsun bilerek yenilmedim. her defasında cevabım aynıydı: "belki romanlardaki kahramanlardan biri olmayabilirim ama sana bilerek yenilecek kadar kötü bir adam da değilim. bunu değil sana hiç kimseye yapmam."
o her yeniden dediğinde ben duymazdan geldim. bir defa olsun gözlerinin derinine bakmadım. bir defa olsun saçını kulağının arkasına itmedim.
*
arada bana gelirdi. müzik dinleyip sohbet eder, dışarıdan getirttiğimiz yemekleri yerdik. başka da bir şey olmazdı.
bir akşam odadan salona geçmiş, çıkmak üzere salonun lambasını söndürmüştüm ki beni elimden tutup bir karanlıktan başka bir karanlığa, mutfağa çekti. ben mutfak tezgahına yaslandım. o ise çok sevdiğim oturuşuyla halının üzerine oturmuş, ayaklarını kendine çekmiş sırtını duvara vermişti. biliyorum, bütün bunları mutfak penceresinin önündeki sokak lambasından oraya ulaşan ışıklar olmasa göremezdim.
nelerden konuştuk hatırlamıyorum. bir an, biraz o sokak lambasının ışığı biraz da gözlerimin artık karanlığa alışması yüzünden gözlerinin kocaman olduğunu gördüm. "sen," dedi. "sen beni sevmiyorsun."
bir şey diyemedim. "haklısın," değil. "yanılıyorsun," değil. "saçmalama," değil. sadece sessizlik. hiç bitmeyecek kadar uzun bir sessizlik.
her gelişinde, "bir dahaki sefere getiririm," diyerek kitaplığımdan aldığı ve her defasında bir dahaki sefere geriye getirdiği kitapların sonuncusunu, bir çay bahçesinin denize karşı duran masalarından birinde ağladığını görmeyeyim diye çantasında bir şey arıyormuş gibi yaparken, "bana söyleyecek bir söz kalmadı artık," dedikten sonra etekler rüzgarda uçuşan masa örtüsünün üzerine bırakıp gitti.
sonrasında belki bir kaç defa daha telefonda görüştük ama onu son defa, o gün, orada gördüm.
neredeyse bir mevsim boyunca bu anı beklemiştik.
yaklaşık bir yıl önce, yakınlardaki bir konukevinin çamların altında teraslar halinde denize inen bahçesinde tesadüfen karşılaştığımızda, yanındakilere aldırmadan, hatta onları yok sayarcasına yüzümü ona, sırtımı diğerlerine dönerek, "burada güneşin batışı muhteşemdir, kaçırmayın," demişim.
"saçmalama," diyorum. sana siz demiş olamam. "dedin," diyor. yüzünde bir tebessüm. yeter ki o böyle gülümsesin, ben ona hep "siz" derim.
kayalıklarda oturuyoruz. rüzgar kayalara çarpan dalgalardan arda kalan su taneciklerini üzerimize, yüzümüze serpiştiriyor. tarifsiz, masrafsız bir şekilde mutluyuz.
sessizce ufka bakıyoruz. batmakta olan güneşe, ufkun üzerinde koşan bulutlara.
içimdeki adsız, ilk defa bir sessizlikten korkup ahmakça bahanelerle konuşacak 'şey'ler uydurmuyor. o suskunlukta hiç de savunmasız değilim.
bir süre sonra sessizliği bozup o ünlü sorusunu soruverdi: "bir yanda kitapların, filmlerin ve müziklerin... yok, yok! bir tarafta dünyadaki her şey var, diğer tarafta ben. hangi tarafı seçerdin?"
biliyorum bu, dünyadaki en aptalca soru. ama ben daha aptaldım: "diğer tarafta yakari de var mı?"
evet, vardı. o halde diğer tarafı seçerim. neden mi? "yakari'yi altı yıldır tanıyorum ve bana bir kez olsun ihanet etmedi. sen altı yılın sonunda bana ihanet etmeyeceğini garanti edebilir misin?"
duyulur duyulmaz bir sesle, "edemem," dedi.
başka bir şey konuşmadık. bir süre sonra da kızları bekletmeyelim diyerek şehre döndük. bembeyaz yaz elbiseleri içinde iki yeğen. çay bahçesinde oturduğumuz o akşamdan, denizden karaya doğru esen bir rüzgar kalmış aklımda. yaz akşamını serinleten rüzgar karşımda oturan üç kadının saçlarını sonsuza kadar, biteviye savuruyor gibi.
yakari, vadiyi vadi yapan tepelerden birinin yamacındaki evin denizi gören köşedeki odasında bir pencereden giren rüzgar diğerinden çıkarken sigarasından derin bir nefes alıp, "artık bakü'ye bile gidemeyeceğiz," diyedursun, o da bir gün "olmuyor" deyiverdi.
babasıyla konuşmuş. bir tarafta ben, diğer tarafta babası. üstelik babasını yirmi yıldan fazla zamandır tanıyordu ve bir kez olsun ona ihanet etmemişti.
"gitme," demedim. çünkü işe yaramazdı. hangi kolundan tutup geriye çevirmek işe yaramıştır ki?
*
sonra tuhaf bir şey oldu. hiç aklımda yokken yazın sonunda onun yaşadığı şehre taşındım. bunu öğrendiğinde ilk iş olarak beni aramış, ben onun yalancısıyım. ardından tekrar görüşmeye başladık ama artık sevgili değildik.
onu bilmem ama ben öğrenmiştim; yeniden diye bir şey yoktur. sizi eski yapan her neyse hiç değişmeden orada durmaya devam eder. zaten bir şey bir defa oluyorsa ikinci defa da olur.
sinemaya gittik, yemeğe çıktık, kitaplardan, sanattan, filmlerden, babamdan, çocukluğumdan konuştuk. yani ne varsa.
babasına ilişkin anılar eşliğinde satranç oynadık. ona bir kez olsun bilerek yenilmedim. her defasında cevabım aynıydı: "belki romanlardaki kahramanlardan biri olmayabilirim ama sana bilerek yenilecek kadar kötü bir adam da değilim. bunu değil sana hiç kimseye yapmam."
o her yeniden dediğinde ben duymazdan geldim. bir defa olsun gözlerinin derinine bakmadım. bir defa olsun saçını kulağının arkasına itmedim.
*
arada bana gelirdi. müzik dinleyip sohbet eder, dışarıdan getirttiğimiz yemekleri yerdik. başka da bir şey olmazdı.
bir akşam odadan salona geçmiş, çıkmak üzere salonun lambasını söndürmüştüm ki beni elimden tutup bir karanlıktan başka bir karanlığa, mutfağa çekti. ben mutfak tezgahına yaslandım. o ise çok sevdiğim oturuşuyla halının üzerine oturmuş, ayaklarını kendine çekmiş sırtını duvara vermişti. biliyorum, bütün bunları mutfak penceresinin önündeki sokak lambasından oraya ulaşan ışıklar olmasa göremezdim.
nelerden konuştuk hatırlamıyorum. bir an, biraz o sokak lambasının ışığı biraz da gözlerimin artık karanlığa alışması yüzünden gözlerinin kocaman olduğunu gördüm. "sen," dedi. "sen beni sevmiyorsun."
bir şey diyemedim. "haklısın," değil. "yanılıyorsun," değil. "saçmalama," değil. sadece sessizlik. hiç bitmeyecek kadar uzun bir sessizlik.
her gelişinde, "bir dahaki sefere getiririm," diyerek kitaplığımdan aldığı ve her defasında bir dahaki sefere geriye getirdiği kitapların sonuncusunu, bir çay bahçesinin denize karşı duran masalarından birinde ağladığını görmeyeyim diye çantasında bir şey arıyormuş gibi yaparken, "bana söyleyecek bir söz kalmadı artık," dedikten sonra etekler rüzgarda uçuşan masa örtüsünün üzerine bırakıp gitti.
sonrasında belki bir kaç defa daha telefonda görüştük ama onu son defa, o gün, orada gördüm.
3 yorum:
Kumdan kale bu, elbette yıkılacak. Bunda beklenmedik bir yan yok. Zaten sorun da kalenin potansiyel bir yıkıntı olması gerçeğinden ziyade, bu gerçeğe inanmadığımız yalanına inanmamızdan ileri geliyor. İnsan gülmeden edemiyor; en karamsarımız bile aslında içten içe nasıl da iyimser değil mi?
Yazınız bolg aleminde okuduğum en güzel yazılardan biriydi. (Cümle içinde kullandığım 'güzel' sıfatının çok sırıttığının farkındayım, maalesef yazınızı niteleyecek daha uygun bir sıfat bulamadım.)
"babasına ilişkin anılar eşliğinde satranç oynadık. ona bir kez olsun bilerek yenilmedim. her defasında cevabım aynıydı; belki romanlardaki kahramanlardan biri olmayabilirim ama sana bilerek yenilecek kadar kötü bir adam da değilim. bunu değil sana hiç kimseye yapmam."
Bir de yazınızın şu kısmıyla gözlerimi yaşarttığınızı bilesiniz. Siz gerçekten ince bir insansınız. Ne iyi...
kanaatimce bu yazı görebilen birine denk gelmiştir. şansı da bundandır.
bu yüzden varlığınıza teşekkürü bir borç bilirim. varsınız; ne iyi...
Yorum Gönder