31 Aralık 2009 Perşembe

yeni yıl

bugün miladi takvime göre iki bin dokuz yılının son günü.

sonrasında ver elini iki bin on...

'ya başka takvimler?' diyenler için m. serdar kuzuloğlu radikaldeki köşesinde iyi yazmıştı.

benim içinse takvimlerin değişmesinden başka bir anlamı yok olan bitenin. sadece bir kaç güzel fotoğrafa aldanıp masa üzerine koyduğum, aklıma geldiğinde onlarca sayfasını birden koparmak zorunda kaldığım duvar takvimleri değişir. hepsi bu...

sanırım bana böyle hissettiren, benim için yeni yılın o uzak zamandan bu yana okulların açılmasıyla başlamasıdır: tatil biter, kumsal yavaş yavaş tenhalaşır, yazlıkçılar şehre döner. yeni sınıf arkadaşları, bilmem kaç ortalı defterler, yeni başlangıçlar. rüzgar daha soğuk esmeye başlar, o kadın sahile inerken artık siyah boğazlı kazağını giymek zorundadır.

koşu yolunda vaktinden önce sararıp düşmüş yapraklar, gül bahçesinde bir türlü açılamayıp dalında asılı kalmış güller.

her şey kesintiye uğrar ve yeniden başlar.

yani algılanan manada bir yeni yıl varsa tam da o zaman başlar. bir ocak sadece takvimlerin değişmesidir. ve tatil...

yine de bu güne dair bir alışkanlığım var: yılın son günü öğleden sonra postaneye uğrayıp zarfa konulmamış, makine ürünü soğuk damga yerine mutlaka pulla bedellendirilmiş bir kaç posta kartını postalarım.

her şey ne güzeldir, bir de kar yağıyorsa...

*

herkese kucaklaşmalar taşıyan birer tane postaladım. umarım çok geçmeden elinize ulaşır.

göğünüzden uçurtmalar ve uçan balonlar eksik olmasın.

kağıt gemileriniz bir martının gölgesinde biteviye yüzsün dursun.

ve en önemlisi, elleriniz de kalbiniz de hiç üşümesin.

30 Aralık 2009 Çarşamba

günün sorusu: göçmen kuşlar

vakti geldiğinde bir oraya bir buraya uçan göçmen kuşların asıl yurdu neresidir?

i'm back...

uzun zamandır yollardaydım, hem de yolların anlamını unutacak kadar uzun süre.

oysa bilirim; varmanın, ulaşmanın boşluğunda aslolan yolculuğun bizzat kendisidir. geçip giden yıllarla yollar bir çembere dönüşürken, sürekli aynı yöne gidildiğinde başlanılan yere varılıyor.

*

ama bu varışın güzel bir yanı var: birikmiş mektuplar, blog bulvarında bahçe duvarlarına yazılmış yazılar...

(mektuplara cevap verip, güzelliklerini kıskanarak biriken yazıları okudum)

bir yandan da kahve makinesinden yola çıkıp mutfağı fethettikten sonra buraya kadar gelen kokuyu duyumsayarak murakami'den imkansızın şarkısı'nı okuyorum. (şimdilik doğaçlama hissi veren yanıyla caz tadında.)

fonda ise chet baker...

kolye

geç kalınmış bir yaş günü hediyesi...

o naif öykünün hep taklit etmek istediğim cümlesi eşliğinde hem de: 'tenine benden bir şeyler dokunsun istedim.'

22 Aralık 2009 Salı

nergis

eskiler önce 'gül' der, ardından ikinci sıraya 'karanfil'i not edermiş.

benim bir numaram ise bazan mevsim dönüp gönlüm 'leylak'lara kaysa da -nisan en zalimidir ayların/ leylakları doğurtur ölü topraktan*-, her zaman 'nergis' oldu.

nergise dair bir çok hikayem var; narkissos ile başlayıp odayı dolduran kokusunda biten...

sokakları yağmur kokan mavi gözlü bir şehrin kadınlar pazarından alınanlar var, metropolllerin vergi levhalı dükkanları var.

çingenelerin bambaşka bir denize karşı sokak köşelerinde demet demet sattığı nergisler var, sabırsız bir bekleyişi tamama erdirmek için seraya kadar gitmeler var.

kapıma bırakılanlar, güzel bir günün hatırası olarak kurutulup saklananlar...

ve şimdi bunları nergis kokusuyla dolu bir odada yazarken, aradan geçen bunca zamana rağmen bir halk kütüphanesindeki su bardağına konulmuş yılın ilk nergislerini hatırlıyorum yeniden. onların bütün bir kütüphaneyi saran kokusunu.

ardından o uzak zamana bakıp gülümsüyorum.

*: t.s. elliot, çorak ülke

ateş böcekleri ya da yakamoz

sanırım, pek de gönüllü olmadan yaptığı milletvekilliği sırasında yahya kemal'e sorulan bir soru ve ona verdiği cevabı bilmeyen yoktur: yani, "ankara'nın nesini seviyorsunuz?" sorusuna verdiği, "istanbul'a dönüşünü" cevabını...

başkaları ne düşünür bilemem ama ben ankara'nın sevilmeye değer en az bir yanını daha bilirim ki, bu hiç tartışmasız 'en' dir.

oysa istanbul'a dönmenin güzel yanı bellidir:
uçağınız bir gece vakti şehirde olacaksa marmara'nın üzerindeki gemi ışıklarını seyretmek muhteşemdir. çocukluğun yaz bahçelerindeki ateş böcekleri düşer aklınıza. hele de deniz dalgasız, görüş mükemmel ise suya yakamoz bırakan yüzlerce ay olduğuna yemin bile edebilirsiniz.

16 Aralık 2009 Çarşamba

o sahne: puplic enemies (2009)

baştan söyleyelim, puplic enemies bence michael mann’ ın en iyi filmi değil. hatta parmak hesabı yapınca elimin dışında kaldığı bile söylenebilir: collateral, heat, manhunter, the last of the mohikans, the insider...

michael mann’ ın filmlerine ve karakterlerine bakınca erkekler arasındaki dostluğu önemsediğini, filmlerinin de bu dostluğa bir çeşit güzelleme olduğunu hissederiz. kahramanları çizginin hangi tarafında olursa olsun centilmenliği elden bırakmayan, şovalye ruhlu karakterler olup, her zaman düelloda ilk önce rakibinin ateş etmesini bekleyen bir saygı hali içindedir. hal böyle olunca, seyirci iyi ve kötü arasındaki çizgiyi yitirip, bazan birinin bazan diğerinin yanında bulur kendini. bunda da haksız sayılamaz, çünkü onun kahramanları kendini diğerinin yerine koyup rakibine karşı öyle davranış geliştirir.

filmlerindeki kadınlar romanların üçüncü kişilerine benzese de asla silik karakterler değil, bir karar alıp bu kararın ardı sıra korkmadan yürüyen, bu durumun getirdiği acı ya da tatlı bütün sonuçlara razı, güçlü kadınlardır.

yine de michael mann’ın anlattığı erkeklerin hikayesidir. melankolinin hiçbir zaman eksik olmadığı hikayeler...

*

film otuzlu yıllarda, büyük bunalım zamanında geçiyor ve halk tarafından robin hood gibi görülen john dillinger ve arkadaşlarının, onları mümkünse ‘ölü’ yakalamak için çalışan güvenlik güçlerinin hikayesini anlatıyor.

bir de dillinger’ın sevgilisi billie frechette’yi.

özellikle dillinger ve billie’ nin tanıştığı günlere dikkat edin derim. ve insanda bir an önce bu soundtrack’e sahip olmalıyım duygusu uyandıran müzik seçimine.

her şey gibi filmde sona doğru yol alırken, biraz hava almak için sinemaya, clark gable’manhattan melodrama’yı izlemeye giden dillinger, ihanetin o kadar yakınında olduğunu bilmiyordu. o filmi izlemek için sinemada olduğunu haber alan ajanlar tarafından sinema çıkışında vurulan dillinger’in bir şey mırıldandığını farkeden charles winstead eğilip ne dediğini duymaya çalışır. ayağa kalktığında ne dediğini soran melvin purvis’ e duymadığını söyleyip bir sigara yakar.

o sırada birileri, gazeteciler daha iyi fotoğraf alsın diye meşalelerle etrafı aydınlatmaya başlamıştır bile.

o sahne bundan hemen sonra:

hapishane... görüşme odası... charles winstead bir başına oturmaktadır. biraz sonra billie girer içeri, öfkeli gözlerle adama bakar. ajan ayağa kalkarak billie’ nin karşısındaki sandalyeye oturmasını bekler. kendisi de otururken sorar:

-how you doing, billie? (cevap alamayınca devam eder) i' m special agent winstead.

(ardından gelen sessizlikte sigaralığını çıkartır, billie’ ye uzatır. o almayınca kendisi bir tane yakar. billie nihayet konuşur)

-if you' ve come here to ask me more damn questions; "where' s this one or that one?"
-i didn' t come here for you to tell me something. i came here to tell you something.
-they say, you' re the man who shot him.
-that' s right. one of them.
-so why are you coming here to see me? to see the damage you' ve done?
-no. i came here because he asked me to. when he went down, he said something. i put my ear next to his mouth, and what i think he said was this. he said, “tell billie for me, bye-bye, blackbird.”*

sonra winstead kalkar ve odadan çıkar. billie kalır geriye; kendini bırakmamak için çabalayan, dik durmaya çalışan billie. ama göz yaşları söz dinlemez.

hiçbir yerde dinlemez...



*serbest çeviri:

- nasılsın billie?...ben ajan winstead.
- yeniden o lanet soruları mı sormaya geldin? ‘bu nerede, o nerede?’
- buraya bana bir şey söyleyesin diye gelmedim. ben sana bir şey söylemeye geldim.
- onu vuran adamın sen olduğu söyleniyor.
- doğru. vuranlardan biriydim.
- beni niye görmeye geldin? açtığın yarayı görmek için mi?
- hayır. buraya geldim, çünkü o istedi. yerdeyken bir şey söyledi. kulağımı dudaklarına götürdüm ve sanırım şunu söyledi. dedi ki, "billie' ye benim için şunu söyle, elveda karakuş."

çimenlik

söze karamazov kardeşler'in en cazip olanı dimitri'nin bir sandığın üzerinde uyuyakaldıktan sonra, uyandığında söylediği cümle ile başlayalım: "bir düş gördüm efendiler..."

*

bir yaz günü.

gökyüzü masmavi. o mavilikte sadece bir kaç parça bulut asılı. ve çok güneş. büyük bir bahçe ya da bir parkın ortasında kalmış geniş bir çimenlik.

şezlong benzeri, bez bir sandalyede oturuyorum. üzerimde açık mavi keten gömlek -kolları kıvrılmış-, krem pantolon, beyaz tabanlı mavi ayakkabılar.

sen, etek uçlarında mavi-sarı çiçekler olan beyaz bir elbise giymişsin. bazan bir esinti oluyor ve o çiçekler uçuşuyor. omuzların çıplak, omuzlarında güneş etkisi. sadece senin duyduğu bir ritme kendini bırakmış, benden biraz uzakta çıplak ayaklarınla hafifçe salınarak dans ediyorsun.

yüzümde bir tebessümle seni seyrediyorum.

derken oturuşumu bozmadan bir elimi aşağıya bırakıyorum. şimdi parmak uçlarım çimenlere dokunuyor.

parmak uçlarımı çimende dolaştırıyorum.

sanki çıplak ayaklarına dokunuyor gibi.

sanki...

15 Aralık 2009 Salı

oda

sahne yavaş yavaş aydınlanır.

modern zaman eşyaları ile dolu bir odada kadın ve erkek suskunluğun kollarında karşılıklı olarak oturmaktadır. hava ağır ve tahammülü zor.
yine de karşılıklı yudumlanacak hoş kokulu bir çayın -papatya mesela- eşliğinde her şey güzele dönecekmiş gibi.
adamın yüzünde ışıklı bir gülümseme belirir. o gülümsemeyle:
- geçti, der. geçti..
aynı ışıklı gülümseme kadının yüzüne de gelip yerleşir. bir de merak.
- ne oldu da geçti?
- aklıma birden sen geldin. seni düşündüm. varlığıma armağan olan varlığını, benden sana, senden bana akıp duran ve akarken azalmak yerine çoğalan o şeyi..
oda. bir kadın ve bir erkek. iki fincan çaydan yükselip odayı odayı dolduran hoş bir koku. -belki papatya-

sahne yavaş yavaş kararır.

14 Aralık 2009 Pazartesi

karla karışık yağmur

şehre düşen kara, denize düşen yağmura acırım.

şehir karın kıymetini bilmez. deniz üzerine düşen yağmuru kendine dönüştürür.

durgun bir havuzun yüzeyine düşen yağmur ise müthiştir. severim, yağmurla suyun temas ettiği, hem aynı hem de ayrı şeyler olduğu o anı.

ve bilirim, ‘yağmur yalnız yağarken yağmurdur’*

ara şarkı -uzaklardan gelen,yol yorgunu atının sağrısı terli bir seyyah anlatmıştı-: bu tarz hikayelerde hep olduğu gibi, bir yerde bir adam yaşarmış. üzerine ne yağmur ne de kar düşermiş. çünkü o adamın kalbinde öyle büyük bir yangın varmış ki daha düşmeden buhar olup uçarmış yağmur damlası, kar tanesi...

ve aşığım, dünyanın bütün ağlayan ya da yağmurda ıslanmış kadınlarına. çünkü kirpikleri ıslaktır ve bir kaç tel saçı yanağına yapışmıştır.


*: ismet özel, of not being a jew

12 Aralık 2009 Cumartesi

bahçe

"annemin, o toprakta, hele de o rüzgarda asla büyümez, uyarılarına kulak asmayıp yıllar önce bahçeye diktiği armut ağacının dallarındaki son yapraklar sabahtan bu yana esen sert rüzgar ve durmaksızın yağan yağmur yüzünden döküldü," diye yazdı adam.

ardından pencereye gitti. çırılçıplak armut ağacına ve yanındaki meyveye durmuş portakal ve mandalina ağaçlarına baktı. kendi elleriyle diktiği nergisler hemen orada, kış meyvelerinin yan tarafındaydı. vakti gelmiş, başlarını topraktan kaldırmışlardı.

bir süre bahçeyi seyretti. bakışları anayoldan ayrılıp bu bahçeye gelen, yazları toz toprak, kışları çamur içinde kalan yola ulaşmadan önce bahçe kapısının mavisindeki bir kaç pas lekesini gördü.

11 Aralık 2009 Cuma

altı çizili satırlar: cebelitarık denizcisi

hiç şüphesiz kitapların da bir kaderi var. yerine ve zamanına denk gelirler. ilk okumaya kalktığımda bitiremediğim tatar çölü sonradan sıralama dışı bir biçimde hayatımın romanı olmuşsa bu ancak denklik kelimesi ile anlatılabilir.

benim onu değil, onun beni bulduğuna inandığım marguerite duras romanı cebelitarık denizcisi de böyle bir roman: yerine ve zamanına denk gelen.

bu roman, "eksilterek yazmak"la ünlü olan duras'ın romanları içinde en hacimli olanı.

sadece bu değil, duras'ın her zaman yaptığı gibi olayın pek az şeye, öykü süresinin kısa bir zaman dilimine indirgendiği bir anlatı da değil. uzun bir zaman diliminde italya'da başlayıp, neredeyse bütün akdeniz limanlarını dolaştıktan sonra cebelitarık'ı geçip önce atlantik okyanusuna, sonra da afrikanın içlerine yol alan bir roman.

ama kahramanları, hep olduğu gibi kalabalıklar arasında yalnız ve az konuşkan.

uzatmalı sevgiliden "senin hayatın hayat değil" diyen kamyon şoförüne, nehir ağzındaki pansiyon sahibinin kızından yatta çalışan denizcilere, cebelitarık denizcisi olma ihtimali taşıyan benzinciden afrikada unutulmuş bir köydeki maceraperest ihtimale kadar bir yığın karakter 'ciddi' manada romanda yer bulsa da roman bir kadınla bir erkeğin hikayesi.

anna, amerikalı bir milyonerin dul eşi. yatıyla bütün bir akdenizi dolaşıp "cebelitarık denizcisi"ni aramaktan başka bir iş yapmayan genç ve güzel bir kadın.

adamın ismini bilmiyoruz. yıllardır sevmediği bir işte çalışan, sevmediği bir kadınla birlikte olan, yani yaşamayıp zaman geçiren bir adam.

altı çizili satırlar ise neredeyse romanın başından, adamın uyanışına sebep olan kamyon şoförü ile yaptığı konuşmadan.

adam ve uzatmalı sevgilisi milano ve cenova'yı dolaşmışlar, iki gündür bulundukları piza'dan floransa'ya gitmeye karar vermişlerdir. ama barışın ikinci yılına denk geldiği için ne tren ne diğer toplu taşıma araçlarında yer yoktur. birileri floransa'ya işçi götürüp getiren kamyonlardan bahsedince şanslarını orada denemeye karar verirler. adam şoförün yanına, kadın ise kamyonun kasasına işçilerin yanına oturur.

şoför konuşkan bir adamdır. bir yığın şey anlatıp, bir yığın soru sorar. en sonunda, "bence sen işini bırakmalısın," der.

işte o altı çizili satırlar:

"- bence sen işini bırakmalısın.

- er ya da geç, yapacağım bunu.

bu işin şakası olmadığını bana yeterince anlatamadığını düşünüyor olmalıydı:

- baksana, dedi. beni ilgilendirmez ama, sen bu işi bırakmalısın bence.

bir an sustu, sonra:

- yaşamın yaşam değil.

- tam sekiz yıldır, bu işi bırakacağım günün bekleyişi içindeyim, dedim. ama eninde sonunda olacak bu, başaracağım.

- benim de demek istediğim şu ki, bugünden tezi yok...

bir an sustum, sonra:

- belki de haklısın, dedim.

nefis bir serinliği vardı rüzgarın. ama şoför benim kadar tadını çıkaramıyordu.

ona sordum:

- peki, niye böyle dedin?

usulca, dedi ki:

- çünkü sen, biri sana bunları söylesin diye bekliyorsun, yalan mı?

ve bir kez daha yineledi:

- yaşamın yaşam değil. benim yerimde kim olsa aynı şeyi söylerdi."*




*çeviren: mükerrem akdeniz (can, 1999)

günün sorusu: zapt etmek

kime demiştim, "yağmura karşı gözlerini zapt etmek zordur," diye?

bavul

her kadın en az bir defa birileri ona "gitme," desin diye bavulunu topluyormuş gibi yapmıştır.

9 Aralık 2009 Çarşamba

angel eyes

uzak bir yaz, şimdi unutulmuş bir sinema salonu...

zamanında ıskaladığım, daha doğrusu yakalayamadığım bir filmi görmek için oradayım.

görüntüden önce sting'in sesi dolmuştu salona: angel eyes. -ki sting sevdiğimi söyleyemem.-

sonra markette dolaşan ama alışveriş arabasına sadece içki şişesi koyan bir adamın görüntüsü düşmüştü perdeye.

film mi? boş verin. belki sonra konuşuruz.

ekho

ya da en çok bildiğimiz adıyla 'yankı'...

ondan bahsetmek için ilk önce narkissos' tan bahsetmeli. tıpkı habil ile kabil, mevlana ve şems gibi.
narkissos; mitolojinin, güzelliğinin farkında ve bu farkındalık yüzünden kendini beğenmiş, şımarık çocuğu.

böylesi hikayelerin hepsinde olduğu gibi, bir gün ekho narkissos' u görür ve öğrenir; onu görmek, ona aşık olmak demektir. günler sonra ekho taşımaktan yorulduğu bu aşkı ona söylediğinde kendinden başkasını görmeyen narkissos yanıt dahi vermez. utancından ve aşkının acısından ne yapacağını bilemeyen ekho' ysa ormanın derinliklerine doğru kaçar. acısından eti çekilir, damarlarındaki kan buhar olup uçar, kemikleri un ufak olup rüzgara karışır.

bir tek sesi kalır geriye; 'seni seviyorum' denildiğinde 'seni seviyorum' diyen, asla ' ben de' diyemeyen bir ses.

7 Aralık 2009 Pazartesi

günün sorusu: üniforma

kadınlar bir otelin önünde müşterileri karşılayan üniformalı görevliye değil de üniformalı bir denizciye tutuluyorsa, bu durum çekici olanın üniforma değil, erkeğin her an gidebilecek olması olduğunu ortaya koymaz mı?

manolois*

yeniden çarmıha gerilen isa..

en mutlu günlerinin, öksüz kaldıktan sonra verildiği manastırda başrahip manasi'nin hizmetinde geçirdiği günler olduğunu söylerdi. on beş yaşındayken likovrissi köyü yargıcı patriarheas onu "burada bir harem ağası gibi solup gitmesin," diyerek manastırdan aldı ve sarikana dağı'ndaki sürüsüne çoban yaptı.

papaz ve köyün ileri gelenleri tarafından kutsal hafta sırasında isa'nın acılarını canlandırmak için seçildiğinde leoni ile nişanlıydı ve evlenmek için gün sayıyordu. ama o, bu seçimin ardından bambaşka bir hayata doğru yürüdü.

ilk önce lenoi'den ayrıldı ve kutsal hafta için mari magdalena seçilen dul katerina'nın yörüngesine girdi; ona, "bana baş melek gibi görünüyorsun. ruhumu almak isteyen bir melek," diyen, elinin altındaki onca erkeğe rağmen ağlarını hazırlayıp onun düşmesini bekleyen katerina'nın. düşlerinde onu gören katerina'nın.

peşi sıra, çobanlıktan ayrılıp, kasabaya alınmadıkları için sarakina dağı'nın kayalıklarında yaşam savaşı veren yersiz yurtsuz hıristiyanların arasında yaşamaya başladı.

yusufaki'nin öldürülmesi ile kendini köy için feda etme fırsatını bulsa da, gerçekler ortaya çıkınca amacına ulaşamadı.

en sonunda "bolşevik" suçlamasıyla aforoz edilip, kilisede halk tarafından linç edildi.

belki de ağa, onun için, "hem deli, hem aziz," derken haklıydı.



*: nikos kazancakis, yeniden çarmıha gerilen isa

5 Aralık 2009 Cumartesi

konum

hold on* ile sakın gelme** arasında bir yerlerde...


*  : tom waits
**: mfö

3 Aralık 2009 Perşembe

ben buradayım...

oğuz atay araştırmacısı yıldız ecevit'in yazdığı ve 'demiryolu hikayecileri - bir rüya' başlıklı oğuz atay öyküsünün "ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin?" cümlesinden yola çıkarak 'ben buradayım...' adıyla yayınlanan nefis oğuz atay biyografisini nihayet okudum.

yaklaşık dört yıl önce kitap yayınlandığında kitap hakkında konuştuğumuz arkadaşıma "yıldız ecevit'in yaza yaza bitiremediği oğuz atay deryası" diye başlayan ve kitabın yazarına yönelen bir yığın eleştiri cümlesi kurduğumu hatırlıyorum. ama kitabı okurken ve bitirdikten sonra geçen şu bir kaç gün içinde yıldız ecevit'ten defalarca özür diledim, hala da diliyorum.

*

oğuz atay'ı çok iyi bilen, onunla bir çeşit iç evren dostluğu kurup onu içselleştirmiş (hadi cesaret edip söyleyelim -onunla aynileşmiş-) bu yönüyle de bana otobiyografisini yazdığı kişilerle özdeşleşen, hatta biyografisini yazdıklarından biri olan kleist gibi yaşamına son veren stefan zweig'ı hatırlatan yıldız ecevit, baştan sona kusursuz ve çok emek harcandığı belli olan bir kitap çıkartmış ortaya.

sunuş kısmında belge eksikliği gerçeğini itiraf ederek, bellek merkezli yolculuğun ip-uçlarını veren yazar "belleğin güvenilir bir yapısı olmadığını, aramakta olduğu geçmişteki gerçekin ise bu güvenilmez kaynağın koridorlarından bize biçim değiştirerek ulaştığını kendi deneyimleri"nden bildiğini söylüyor. çünkü "insanların yaşadıkları olayları, bir çok ayrıntıya dikkat etmeksizin, kendi ilgi alanlarının süzgecinden geçirerek belleklerine kaydettikleri; zamanla ise bu kayıtların, insanın kendi içinde geçirdiği dönüşüme uygun olarak yeniden biçimlendiği, başka belleklerin aktardığı öznel ek bilgilerle sürekli renk değiştirdiği" doğruydu. anılarımızın: cgerçeğimiz olduğunu düşündüğümüz bu bellek kayıtlarının büyük bir bölümü kuramacaydı."

yıldız ecevit'in yaptığı kendi oğuz atay'ını bizimle paylaşmak. bunu yaparken de onun yaşamda ve kurmaca dünyada bıraktığı izleri takip etmek. kendisinin de dediği gibi 'ben buradayım' önermesi sadece atay'ı değil onu da kapsamına alıyor.

*

kimseyi şaşırtmayacak bir öğrencilik hayatı: başarılı, zeki ama yalnız ve hüzünden beslenen bir mizah yeteneğine sahip bir öğrenci. neredeyse her okuduğunu depolayan belleği hem okul sınavları hem de başta tutunamayanlar olmak üzere romanlarını yazarken de işini çok kolaylaştırmış.

robert musil, samuel beckett, elias canetti, hermann hesse ,franz kafka, james joyce, charles dickens ve elbette dostoyevski yazarlığının en büyük yol arkadaşları olmuş. oblomov'dan, don kişot'tan, boncuk oyunu'ndan, zen ve motosiklet bakım sanatı'ndan, hayat denen oyun'dan çıkartmış hayat denilen şu komedinin kurallarını. kimselerin bilmediği yazarları okumuş, kitapları keşfetmiş.

klan adını verdikleri arkadaş grubunun içinde günleri tüketirken, şaşırtıcı biçimde birbirleriyle tanıştırmadığı arkadaş adacıkları oluşturmuş. ve tabi ki, ankaradaki askerlik günlerinin ona ve bize armağanı süleyman kargı yani vüs'at o. bener...

betonar adında bir şirket kurarak inşaat sektörüne girmesi ne kadar şaşırttıcıysa bu şirketin iflası o kadar normal geldi bana.

klanın bir parçası, büyük aşkı, her şeyi, tutunamayanlar'ı yanında yazdığı ve kendisine ithaf ettiği, eşine rağmen kadınlığının bütün hallerine tutkun olduğu sevin...

bugüne kadar hakkında okuduklarımdan eselerinin otobiyografik öğeler barındırdığını biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. zaten "onun kurmaca metinlerinin tümü, kendisini epey sarstığı anlaşılan biyografik yaşam yolunda karşılaştığı olaylardan kimilerinin gerçek görünümlerinden koparılarak estetize edilmesinden; bundan daha çok da, bu olayların iç dünyadaki yoğun/karmaşık/acıtıcı izdüşümlerinin kurmacaya dönüştürülmesinden oluşmuştur. bu metinlere yazdığı her sözcük, somut gerçeğin içinde bir soluk alma denemesidir; yarattığı kurmaca dünyalar onun biyografik yaşamın içinde oluşturduğu vahalardır; belki de gerçek yaşam o vahalarda yaşanıyordur" diyordu kitabın yazarı.

nihayet günlüğüne geldiğinizde aslında günlük olanın romanları olduğunu farkediyorsunuz. adı 'günlük' olan ise sadece yazı planlamaları.

bir bilim adamının romanı'nı bir proje olarak para için yazdığını öğrendiğimde bunu yaparken çektiği acıların kat kat fazlasını çektim. keşke yaşamının koşulları bunu yapmak zorunda bırakmasaydı onu, keşke tasarladığı filmi de çekebilseydi.

bir de romanları çıktığında onu okumayan yetmişler insanlarına çok kızardım. onu anlamadıkları için değil,bir güzelliği ıskaladıkları için değil, onun 'ben buradayım'ına 'ben de' cevabını vermedikleri için. ama bu kitapla beraber onlara olan öfkem de kayboldu. çünkü o dönem böylesi kişisel iç dökümlerinin okunmadığı, toplumu kurtarmak derdindeki insanların daha politik, daha kuramsal, daha evrensel takıldığı dönem olarak çıktı karşıma. 'canım oğuz' un okunması için seksen sonrası apolitik ortam gerekiyordu. ve bu sayede kendi içine dönen insanların el kitabı oluverdi.

romanlara sinen yaşam parçalarını bu kadar net fark edip görünce benim için 'canım selim' öldü. 'turgutum özben' öldü. 'hikmet'ler öldü. 'albayım!' kayboldu gitti. 'beyaz mantolu adam'dan hiçbir şey kalmadı geriye. geriye tek bir gerçek kaldı: canım oğuz...

*

canım oğuz, öldün gittin.
'canın insanlar' geride kalanlara 'bunu da yapmaya' devam ediyor hala.

ay

dolunay...

ve bir kaç parça bulut...

yer yüzünden bakıldığında 'ay'ın daima aynı yüzünün göründüğü bilinen bir meseldir. buradan geldiği belli ve voltaire'e mal edilen "insanlar ay gibidir; bir yüzleri daima karanlıkta kalır." sözü de.

bin dokuz yüz yetmiş üçte çıkan ve pink floyd'u pink floyd yapan dark side of the moon albümünü kim unutabilir?

shakespeare atinalı simon'da "ay berbat bir hırsızdır/solgun ateşini güneşten çalan" der. ve yazarın bir yerlerde bizzat söylediği gibi nabokov'un ünlü romanı solgun ateş adını bu iki mısradan alır.

dün gece, vakit gece yarısını çoktan geçmişken hem soğuğu hissetmek hem de hava almak için bahçeye çıktım. gökyüzünde bir kaç parça bulut vardı. dolunay bütün güzelliğiyle kendini bana sunuyordu. aklıma uzak iki şehirde geçirdiğimiz gecelerde oynadığımız bir oyun geldi.

aynı şehirdeydik ama aklıma uzak iki şehirdeyken oynadığımız o oyun geldi: şimdi sen de aya bak. aynı yere ve aynı şeye bakmış olalım.

bir de çok eski bir cümle: yoksa sizin oradaki ay da bizim buradaki ay gibi yalnız kalplerin 've bağlacı' mı?

28 Kasım 2009 Cumartesi

shosanna dreyfus*

ağır ağır naziler tarafından işgal edilen fransa kırsalında yaşayan dört yahudi aileden biri olan dreyfusların kızı.

dreyfuslar ispanya’ya kaçmak yerine komşularının mahzeninde saklanmayı tercih edip 'yahudi avcısı' hans landa ve askerleri tarafından öldürüldüğünde bir tek o kurtuldu ve ailesinin intikamını almaya yemin etti.

dört yıl sonra paris'te ortaya çıktığında halası ve eniştesinden kaldığını iddia ettiği bir sinema salonunun yöneticisiydi. nazi propaganda filmi 'ulusun gururu'nu salonunda göstermek zorunda kalınca, güvenlik konusunda kendisiyle konuşmak isteyen hans landa'ya, bir bardak süte, bir kaç kaşık kremaya ve kuark peynirli strudele tahammül etmek zorunda kaldı.

'kino operasyonu'nda o bir ara perdede görünüp 'hepiniz öleceksiniz. bunu gerçekleştirecek olan yahudinin suratına iyicene bakmanızı istiyorum.' dedi ve kapıları kilitledikten sonra film bobinlerini ateşe veren makinist marcel ve içeride kalan yüzlerce nazi ve nazi yandaşı fransızla birlikte öldü.

öldüğünde kimliğinde emmanuelle mimieux yazıyordu.



*: quentin tarantino, inglorious basterds

26 Kasım 2009 Perşembe

kıyamet senaryoları

bu yargı bütün filmler için geçerli olsada bazı filmleri bilgisayar ya da tv ekranına hapsederek izlemek daha da büyük bir hatadır. kıyameti müjdeleyen(!) 2012 yi istanbul'da olsaydım uygun bir salonda izler miydim bilmiyorum ama buralarda izlemeyeceğim kesin. yine de dergi ve gazetelerde hakkında yazılanları, hatta internette hakkında yapılmış bir kaç yorumu bile okudum.

genel kanı effectlerin iyi olduğu ama filmin beş para etmediği yönünde. bu şekilde düşünen arkadaşlara sormak istiyorum; ne bekliyordunuz ki?

sanki bu tür filmlere oyunculuk için gidilirmiş gibi.. effectler ve bilgisayar maharetleri için gidilir. geriye kalandan ise bir şey ummazsınız. bu nedenle de oyuncular çoğu kez adını ilk defa duyduğumuz isimler olur. eğer tanıdık bir isim görürseniz, o da stüdyonun 'bu işe çok para yatırıyoruz, bi keleğe gelmeyelim' diyerek, oyuncuya da gelecek seyirciyi hesaba katmasından başka bir şey değildir.

onun için bu tür filmlerde 'ama oyunculuk' diyerek kendinize güldürmeyin.

*

çocukluk günleri ve hatta gençliği benim gibi soğuk savaş günlerine denk gelenler için olası bir nükleer savaş kıyamet demekti. hatta uzak olduğu da söylenemezdi. derken, duvar yıkıldı, iyice paslanmış demir perde çöktü. büyük devletler mesailerini orta avrupa ve rusya'dan başka coğrafyalara kaydırdılar.

kıyameti bu defa yedi temmuz bin dokuz yüz doksan dokuz günü beklemeye başladık; çünkü, nostradamus hazretleri böyle buyurmuştu.

o olmayınca ilk durağımız tarihin iki bine evrileceği zamandı; başta bilgisayar ve internet olmak üzere topyekûn teknolojinin gazabı müthiş olacaktı. biliyorsunuz, son bir ümitle "daha bin yıl bitmedi, yani yüz yıl önümüzdeki yıl başlıyor," diyenler de çıkmıştı.

en son altı haziran iki bin altıdaydı umudumuz; üç tane altı rakamı yan yana gelecek ve bütün amacı adem'den bu yana insanoğluna her iki alemi de dar etmek olan şeytanın bazılarınca alamet-i farikası sayılan 666 meydana gelecek. bundan daha iyi işaret mi olurdu?

nihayet maya takvimi çıktı ortaya. eğer 2012 filminin reklam kampanyasına dahil değilse bu söylenti -ki holivud yapar bunu, biliriz- şimdilik umudumuz orada. bakalım ne olur?

*

peki nereden çıkıyor bu kıyamet arzusu?

gözleyebildiğimiz hayata baktığımızda her şeyin bir başlangıcı ya da doğumu var. sonra büyüme ya da gelişme. en nihayet ölüm ya da yok oluş. o halde mevcut dünyanın da bir sonu olmalı diye düşünüyoruz.

etrafımıza bakıyoruz ve ne varsa kötüye gidiyormuş gibi. o halde bu kötü gidişe birileri dur demeli. hem 'dibe vurmak' deyimini en çok son yıllarda duymuyor muyuz? belki de kıyamet iyi bir başlangıç olurdu.

ardından insanoğlunun bizzat sebep olduğu kötülükler: savaşlar, doğal felaketler, cinayetler, insan ve aile ilişkilerinin vardığı son nokta...evet, kesinlikle cezalandırılmayı hak ediyoruz.

bir de dünyanın yeni bir nizama ihtiyacı olduğunu düşünen bir grup var galiba: biz bu dünyayı hak etmiyoruz, daha iyi, daha zeki insanlar daha iyi bir dünyayı yeniden kursunlar... bunu anlamakta güçlük çekiyordum, ki "olası bir istanbul depremi belki de şans," diye düşündüğümü farkedene kadar. "böylece bir arabanın bile zor sığdığı sokaklar, kaldırıma yer olmayan caddeler, çarpık kentleşme ortadan kalkar. daha iyi bir alt yapı kurabilmek için fırsat doğar."

yirmi altı kasım

ruhun bedeni bulduğu an.

biliyorsun dostum, birlikte yaşlanıyoruz.

bir ağustos sabahı yaprağına su dokunan sardunya kokusunu saldığında seni bekliyor olacağım.

22 Kasım 2009 Pazar

fizik kıskançlığı

inkar etmeyelim hala aristoteles ya da kısaca aristo abimizden emir alıyoruz. neredeyse yirmi dört asırdır dünyayı mantık ve matematiğin ışığında açıklıyoruz.

bir şey ya siyah ya da beyaz. doğru değilse yanlış. ya bir ya da sıfır. eğer 'gri' de var demişseniz ayıplayıcı nazarlara razı olmalısınız. hem siyah hem de beyaz demişseniz akıl sağlığınızı yeniden kazanmanın yollarını bulmalısınız.

belki de bu yüzden matematiksel modeller, fizikte bazan, kimyada nadiren, biyoloji ve jeoloji gibi insanoğlunun doğrudan gözlemleyebildiği süreçlerde hemen hiç işlemezlerken, örneğin iktisatçı ya da sosyolog gibi sosyal bilimciler karmaşık matematik modelleri kurmaya bayılırlar. çünkü aristo abimiz hala karizmatiktir ve bilimselliğin yolunun matematiksel modellemeden geçtiğine dair yaygın bir inanç hala hükmünü sürmektedir.

işte sosyal bilimcilerin yaptığı bu şeyin, insan doğasını mantık ve matematiğin organize ettiği soyut bir model olarak ele alabilme çabasının adı fizik kıskançlığıdır.

18 Kasım 2009 Çarşamba

bir masada iki kişi: acı

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- ve bir daha görüşmedik.

- hiç mi?

- ben aramadım. o da aramadı.

- anladım. sana bir soru sorabilir miyim?

- elbette...

- seni yaklaşık on beş yıldır tanıyorum ve bu sürede iki büyük aşk ve bir evlilik saydım ben. arada bir çok sevda. nasıl oluyor da bunların sonundaki acıya dayanabiliyorsun?

- ben aşkı sürekli artan bir grafik olarak görüyorum. ve aşkın artık artmadığı bir nokta var. dikkat et azaldığı ya da azalmaya başladığı demiyorum; artmaktan vaz geçtiği nokta. acıyı işte o zaman çekmeye başlıyorum ve bittiğinde geriye çekilecek bir acı kalmıyor.

*

sustum. çünkü anlamıştım.

ellis boyd redding*

kısaca red ya da kızıl...

bütün zenciler gibi kırk yaşından büyük.

shawshank hapishanesinin 'istediğiniz her şeyi getirebilecek adam'ı; sigara, bir çanta dolusu eşya, isterseniz çocuğunuzun mezuniyetini kutlamak için bir şişe brendy.

fazla gizemli bulduğu için satrançtan nefret eder. öngörülerinde hep yanılır: andy ilk gece ağlamadığı için iki paket sigara kaybeder, altı yüz yıl sürer dediği tünel on dokuz yıldan daha kısa bir sürede kazılır ve bir gün anlar ki, 'umut iyi bir şeydir. hatta ondan daha iyi bir şey yoktur.'

o herkesin masum olduğu, avukatı kazık attığı için bulunduğu shawshank'teki tek suçludur. ve pişmanlığı orada olmaktan değil, yıllar öncesine gidip genç, aptal bir çocuğa, yapma, diyememektendir. çünkü o çocuk artık yoktur; sadece yaşlı bir adam...

izin almadan tek bir damla işeyemez, kırk yıl boyunca hep izin almıştır çünkü. şartlı tahliye ihlali ise hayatının ikinci suçudur. önce buxton'a gider. sanki robert frost şiirlerinden çıkmış gibi bir tarlanın kenarında andy'nin 'buraya kadar gelebildinse daha ileriye de gelebilirsin' yazan notunu okuduktan sonra 'zihuatanejo' diyerek yola koyulur.

ki, zihuatanejo pasifik kıyısında küçük bir kasabadır ve meksikalılar pasifik için, 'hafızası yok,' demektedir.


*: frank darabont, the shawshank redemption

albatros

gençken güverteleri* umursamadan bir albatros olmayı düşlerdim...

albatros;
göklerin o münzevi dervişi...


*bkz: charles boudelaire, albatros

17 Kasım 2009 Salı

kasım, dostoyevski, karamazov kardeşler

dostoyevski'yi ilk okumam lise yaşlarıma denk gelir; yatılı okul yalnızlığına çare olsun diye çağırdığım yol arkadaşlarından biriydi. okurken 'heyecan' duyardım ve daha o vakitler, dostoyevski güzellemeleri yapan büyüklere aldırmadan, "bu adamda iş var," demiştim.

*

karamazov kardeşler'i okuduğumda ise yirmili yaşlarımın başlarındaydım. aldığım hazzı tarif edemem.

ancak bunu söyleyebilirim; "aldığım hazzı tarif edemem"...

sonrasında hayatımda çok şey değişti:
karamazov kardeşler'i okumamış olan herkesten nefret ettim. çünkü onlar, eğer isterlerse ilk defa okumanın hazzına sahip olacaklardı.

dostoyevski benim için bütün zamanların en büyük yazarı haline dönüştü.

karamazov kardeşler de en büyük dostoyevski romanı oluverdi. ve benim tuzak sorumdur bu; eğer, suç ve ceza yanıtını alırsam bir bahane bulur en yakın köşeden dönerim.

dostoyevski'yi araya başkaları girmeden, aslından okuyabilmek için rusça öğrenme arzum da hemen sonrasına denk gelir.

*

kasım ayının dostoyevski okunmadan geçilemeyeceğini öğrenmem ise karamazov kardeşler'i okurken olmuştu.

o okuyuşun ardından gerçekten de neredeyse her kasım dostoyevski okudum. çoğunlukla da karamazov kardeşler.

kaç kez okuduğumu yaşlı zihnim şu an söyleyemez ama bir koşu kitaplığa gidip daha evvel okuduğum baskılarının son sayfasına düştüğüm notlar gerekli cevabı verebilir.

okumalar hep aynı kitaptan değildi. içinde nasıl türkçeleştirildiğini merak ettiğim için okuduğum kitaplar da var, acizane kırık dökük bir rusçayla en sevdiğim baskısından okuduğum da.

*

bu girişi her daim şımarık bir çocuk kalan yanımla okuyanlara hava atmak için yapmadım. birazdan gelecek itirafımın samimiyetine ikna olun, sanki bir dostoyevski kahramanıymışım gibi en çok kendime zalim olayım diye.

defalarca okuduğum bu kitapta, defalarca okuduğum bir cümleyi hatta bir bahsi yanlış okuyormuşum meğer.

peder zosima sessiz sedasız, cümle arasında fyodor karamazov'u uyarır: "kendinden bu kadar utanma, çünkü her şeyin başlangıcı bu utanmadır."

taşıdığı kötülük ve çirkinlikten şüphe duymadığımız baba karamazov'un bunu kendisinin de dile getirdiği noktada, iyi bir hıristiyan olan peder zosima'nın diğer yanağını da uzatan yanıyla, "kendine haksızlık etme. özünde herkes gibi sen de iyilik ve güzelliğe sahipsin," uyarısı olarak okumuş, bunca zaman böyle bilmiştim.

ama bu defa bu değildi okuduğum...

umutsuzluk bir biçimde kibre benziyor ve kibirli insan kendini herkesten üstün görmekle, umutsuz insan ise kendisini herkesten aşağı görmekle yalnızca kendisinin isa peygamberin merhametine layık olmadığını ortaya koyar.

dostoyevski ise burada narsizmin insana özgü kaynaklarını, kendimize ilişkin bir imgeyi korumak amacıyla nasıl kendimize yalan söylediğimizi ve nasıl da bu imgeyi kendini aşağılama pahasına bile olsa korumaya çalıştığımızı ortaya çıkarmış meğer. çünkü kişi, kendini aşağılamakla gerçek benliğiyle yüzleşmeyi reddeder ve onu bağışlayacak kimsenin olmadığına inanır.


*

bu arada on bir kasım büyük yazarın yüz seksen sekizinci doğum yılıydı. sessiz ve sedasız kasım günleri arasında (kasım günleri ne kadarcıktır ki zaten..*) geçiverdi.

diyelim ,

ve günler önce başladığımız bu yazıyı nihayetlendirelim...



*:dostoyevski, karamazov kardeşler

16 Kasım 2009 Pazartesi

günün sorusu: çocuk

neden çocuksu ve çocukça arasındaki fark bu denli büyüktür?

13 Kasım 2009 Cuma

o sahne: love actually (2003)

bir zamanlar, "herkesin mutsuzluklardan, depresyon hallerinden bir kaçış bileti var. benim biletimse umut vaat eden, hala sevginin bir yerlerde olduğuna inanmamı sağlayan filmlerdir," diyen bir sevgilim olmasaydı bu filmi ne izlerdim ne de o sahneye konu ederdim.

ama öyle bir sevgilim oldu...

yönetmen richard curtis tanıdık bir isim; birer şaheser olmasalar da yüzlerde tebessüme neden olan four weddings and a funeral, notting hill ve bridget jones’ un maceralarına senaryosuyla katkıda bulunmuştu. bu defa hem yazıp hem yönetmiş.

aşkın her haline bir örnek bulabileceğimiz bu filmde adalı oyuncuların neredeyse tamamı var. hatta claudia schiffer da tip olarak kendisine çok benzeyen carol rolüyle, artık kimseyi gözüm görmez ama claudia schiffer'a hayır demem, diyen daniel’ı melankoliden kurtarırken kendisinin parodisini yapıyor.

açılış sekansında anlatıcı heathrow havaalanı gelen yolcu kapısının görüntüleri eşliğinde 'nefret ve ihtiras dolu bir dünyada yaşadığımız' genel düşüncesine karşı çıkıp, bence aşk her yerde, dedikten sonra, eğer ararsanız, eminim aşkın her yerde olduğunu siz de göreceksiniz, diyerek sözlerini bitirir.
bu son cümle yaklaşık on ayrı aşkın anlatıldığı film için bir çeşit davettir.

birbirinden farklı hayatların en nihayetinde aşkta aynileşmesi. kimlik, sınıf, statü, güzellik ya da çirkinlik gibi kavramların boşunalığı. kaç yaşında olduğumuzun da bir önemi yoktur. önemli olan tek şey tutkularımızın peşinden gidebilecek kadar hayata karşı cesur olmaktır.

bu filmin o sahnesini ingiltere başbakanı ve çalışanı arasındaki aşkın hikayesinden aldım:

abd başkanı yeni ingiltere başbakanını ziyarete gelir. amaç yeni başbakanın da biat etmesi ve eski politikaların devam edeceği garantisini almaktır. zaten yeni hükümetin de farklı bir niyeti yoktur. görüşmeler nihayetlenir ve iki başbakan basın açıklamasından önce bir içki içmek ister. ama abd başkanı büyük bir hata yaparak başbakanın 'kız'ına asılır. eminim avrupa tarihinin bir kadını fethedemediği için dünyayı fethetmeye kalkan adamlar tarafından yazıldığını bilseydi bunu yapmazdı.

o sahne hemen sonrasındaki basın açıklamasını anlatıyor; artık bütün mesele 'biraz etine dolgun' başbakanlık çalışanıdır.


''- mr. president, has it been a good visit?
- very satisfactory indeed. we got what we came for and our special relationship is still very special.
- prime minister?
- i love that word 'relationship'. covers all manner of sins, doesn' t it? i fear that this has become a bad relationship. a relationship based on the president taking what he wants and casually ignoring all those things that really matter to britain. we may be a small country but we' re a great one, too. the country of shakespeare, churchill, the beatles, sean connery, harry potter... david beckham' s right foot. david beckham' s left foot, come to that. and a friend who bullies us is no longer a friend. and since bullies only respond to strength, from now onward, i will be prepared to be much stronger. and the president should be prepared for that.''*




*serbest çeviri:
''- sayın başkan, olumlu bir ziyaret oldu mu?
- oldukça tatmin ediciydi. istediğimizi aldık ve aramızdaki özel ilişki, hala çok özel.
- sayın başbakan?
- 'ilişki' sözcüğüne bayılıyorum. her türlü anlaşmazlığı gizliyor. korkarım, bu kötü bir ilişkiye dönüştü. başkanın istediği her şeyi elde etmesi ve britanya için gerçekten önemli olan konulara ilgisiz kalmasına dayalı bir ilişki. belki küçük bir ülkeyiz, ancak biz de büyüğüz. bizde shakespeare, churchill, beatles, sean connery ve harry potter var... david beckham' ın sağ ayağı. hatta sol ayağı... bize kabadayılık eden bir dost, dostumuz olamaz. ve kabadayılar sırf güce tepki verdiklerine göre, şu andan itibaren çok daha güçlü olmaya hazırlıklı olacağım. sayın başkan da buna hazırlıklı olsun.''

12 Kasım 2009 Perşembe

ilk kar

ilk kar...

mevsimin ilk karı...

bu gün: on iki kasım' iki bin dokuz...

"şimdi burda kar yağıyorsa her yerde yağıyordur ve vakit dardır."*

*

bir gece yarısı telefonunuz çalar. telefondaki ses, "pencereden dışarı bak. kar yağıyor," der. dışarıya bakarsınız. dolunayın ışığında yıkanan bir kaç parça bulut karşılar sizi. aklınıza türkçenin en büyük şairi** gelir: "neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak?"

anlarsınız; uzak bir coğrafyada, bozkır ortasındaki metropolün sokaklarına kar düşmektedir. birden bire gökteki aya, bir kaç küçük bulutu koynunda uyutan gökyüzüne inat, sokak lambasının solgun ışığıyla aydınlanan kaldırıma kar taneleri düşmeye başlar.

"dost" kelimesi anlam kazanır.


*:turgut uyar, vaktin çağrısı
**: elbette ismet özel

11 Kasım 2009 Çarşamba

walter sobchak*

vietnam gazisi. bowlingi, kuralları ve in-n-out burger hamburgerlerini çok sever.

aslen polonyalı bir katolik olsa da, eski karısı cynthia yüzünden yahudi olmuştur. insanlar boşanınca nasıl kütüphane kartını iade etmiyorsa, o da yahudi olarak kalmıştır.

ona göre barışçılık duygusal bir problemdir, nasyonal sosyalistleri bile anlayabilir ama barışçıları asla.

elbette ki, gerçek savaş bir tek vietnam'da yaşanmıştır. çünkü vietnam piyadelerin savaşıyken, körfez savaşında "başlarına havlu sarmış bir avuç deve çobanı eski bir sovyet tankında geri vites arıyor"dur ve "bu hiç iyi bir rakip değildir."

sahte çanta yerine sahte çanta atar, dilerseniz saat üçe kadar size bir parmak bulabilir.

yanınızdayken çizgiye basmasınız iyi olur.


*: coen brothers, the big lebowski(1998)

10 Kasım 2009 Salı

yenilgide ortaklık

o hüzünlü sesin melakoliye dair kulağıma fısıldadıkları:

"hepimiz, hayatta yenilgi yaşamışızdır. kimsenin hayatı istediği gibi değildir. hepimiz kendi dramımızın kahramanı olarak sahnenin merkezinde yer alarak başlarız hayata. ve kaçınılmaz olarak hayat bizi sahnenin merkezinden kovar, kahramanı yenilgiye uğratır, olayların akışını ve stratejiyi değiştirir. ve biz de kenarda kalırız, neden bize bir rol verilmediğini ya da neden bir rol almak istemediğimizi düşünüp dururuz. herkes bunu yaşamıştır ve bu bize tatlı dille anlatıldığında, bu duygu kalpten kalbe geçer ve hepimiz kendimizi daha az yalıtılmış hissederiz. büyük insanlık zincirinin bir parçası olduğumuzu duyumsarız. bu da yenilmiş olmayı idrak etmektir aslında."*

*

farkında olmadan hayatın arka sokaklarında kayboluveriyoruz.

rutinimiz ve bu rutini kırma arzumuz hayatımız oluveriyor. hiçbir şey değişmiyor. boşuna bekliyoruz tarihin bekleme salonunda adımızın anons edilmesini. bir gece dolmadan dönmeyi planladığımız 'bastiani kalesi' kaçmak istedikçe alışkanlık doğuran bir gayya kuyusuna dönüşüyor.

sonra da 'hayat oldu' diyoruz.



*: leonard cohen

duvar

her duvar iki kişiliktir.

sadece koruyup muhatabımızı bizden uzak tutmaz. bizi de duvarın arkasında bırakır.

miranda grey*

ladymont'da doğdu. orta sınıf bir doktor baba ile alkolik bir annenin iki kızından büyük olanı.

başarılı ve akıllı bir öğrenciydi; slade sanat okulu'ndan kazandığı bursla londra'ya güzel sanatlar okumaya gitti. orada, yanında yaşadığı teyzesi carolina'nın arkadaşı ve kendisinden yirmi yaş büyük ressam g. p.'ye aşık oldu ama okulundan piers broughton'la takılmayı seçti.

bir salı akşamı sinema çıkışı eve dönerken kaçırıldı. bin altı yüz yirmi bir yılında yapılmış bir evin mahzeninde yaklaşık iki ay tutsak kaldıktan sonra zatürreden öldü.

öldüğünde yirmi yaşındaydı.



*: john fowles, koleksiyoncu

8 Kasım 2009 Pazar

one*

bir yapayalnız bir sayıdır...

*

müzik söz konusu olduğunda benim için son üç yılda iki büyük keşif söz konusudur. birincisi başlıbaşına bir "yazmak"a konu olması gereken beirut, ikincisi ise aimee mann...

yoksa hastası olduğum kaç şarkı gelip geçti aypodlardan, sidiçalardan ya da şu bir ve sıfır dünyasından.

kendisi magnolia'nın soundtrackini adam edendir. ama film o kadar güzeldir ki fondaki şarkıları söyleyen ister istemez ihmal edilmiştir.

bu şarkı ise, hem magnolia'yı hatırlamak hem de aimee mann'dan özür dilemek olsun.

* aimee mann, one

6 Kasım 2009 Cuma

yara

dikkatinizi hiç çekti mi bilmiyorum; geleceği olsun istenen bir ilişkinin başlarında kadın ve erkek bedenlerindeki yara izlerinden konuşur, hatta bu izleri birbirlerine gösterirler.

bu sohbetin altında yatan mesaj şudur: gördüğün gibi ben yaralanabiliyorum.

bunun da altında yatan mesaj ise "lütfen, beni incitme!.."

günün sorusu: güneş gözlüğü

hüzünlü zamanlarda, söz gelimi cenazelerde ortaya çıkan büyük adamlar ve ihtişamlı kadınlar o kocaman güneş gözlüklerini göz yaşlarını saklamak için mi takar yoksa ağlamadıklarını kimseler bilmesin diye mi?

üç şarkı

bir

hayata karşı onu koruyan ve farklı kılan donanımlarının yetmediğini, kaçtıklarına birer birer yakalandığını düşündüğünde ekrana "kayboluyorum... beni bu yitik öyküden kurtar artık!" yazdı ve "gönder" tuşuna bastı. çok geçmeden geldi cevap: korkma! bak ben buradayım...

sonrası bir ferahlık, bir ferahlık...

iki

çöl sarısı bir iklimde taş bir konağın iç avlusunda gölgeye sığınmış bir havuzda açan sonsuz güzellikteki nilüfer çiçeği.

iki buçuk ya da ara şarkı

menekşe: mutfak penceresinin önünde duran, pencere açıldığında çamaşır makinesinin üzerine konan menekşenin hikayesidir.

üç

ihtimal ki saatler görkemli arabayı balkabağına, arabacıyı kediye, atları farelere dönüştürmeye yol alırken külkedisi prensle bol ışıklı salondaki son dansını leonard cohen'den dance me to the end of love ya da johann strauss'ların ikincisi tarafından bestelenen mavi tuna valsi eşliğinde yapıyordu.

geride kalan ayakkabı tekiyle yollara düşen prens külkedisinin kapısına vardığında bir masalı gerçek kılmanın heyecanıyla ayağını uzattı külkedisi. ama ayakkabı ayağına olmayıverdi.

4 Kasım 2009 Çarşamba

opera

mutsuzdum.

çünkü hayatın gerçekliği bana bir şey demiyordu. yaşadığım hayatın bana bir şey demeyen gerçekliğinden kaçıp sanata sığınıyordum.

sözlerini anlamadığım müzikler dinliyor, anlayamadığım o sözlerin yerine hayaller kuruyor, bir sinema salonunun karanlığına saklanıp, siyah beyaz görüntülerdeki kadının neredeyse bütün perdeyi dolduran gözlerine vuruluyordum.

okuma planları için kitaplığın raflarını yoruyordum.

tecilli olduğu için yapılmayan ve o günlerde yurt dışına çıkarken probleme dönüşen askerlik olmasaydı uzak yerlere de gidebilirdim; miami sahillerinde sörf yapmak, çeçenistanda bir mücahit olup savaşmak, eğitimi bahane ederek avrupalı başkentlerden birine sığınıp ayyaş olmak, isfahan'a gidip günlerce susmak... hiç farketmezdi.

ama biliyordum. insan nereye giderse gitsin kendisini de götürüyordu. yani cehennemini.

bende sanata vermek istedim kendimi, ama yeteneksizdim.

yine de bir opera bestelemek isterdim. elbette müzik yok. çünkü orada daha çok yeteneksizim. ama bir konusu var. daha doğrusu bir görüntü, bir imge:

sırtını seyirciye dönmüş bir adam karşısındaki kızın gözlerine bakarak, bu karanlık gözlerin derinliklerinde parlayan ışığa dair bir şarkı söylüyor... kopkoyu karanlık bir gecede, bu karanlık tarafından yutulmakla tehdit edilen ama direnen, engin denizde ilerlemekte olan küçük bir teknenin ışığını anlatan.

reklamsever basın

son günlerde bakıyorum da bütün gazetelerde ilk sayfanın en büyük haberi 'domuz gribi'ne dair. gazetelerin birinci amacının halkı haberdar etmek olduğunu düşününce buna yanlış diyemem. yine de merak etmeden duramıyor insan; acaba demokrasinin beşiğinde, insanın her özgürlüğü gibi haber alma özgürlüğüne de (!) saygılı memleketlerde durum nedir diye.

buralarda bu tarz haberlere mümkün olduğunca az yer verilip, çoğu zamanda küçük puntolarla geçiştirilir. çünkü bir özgürlüğün başladığı yerde diğerinin bitmese bile sekteye uğradığı bir gerçek ve halkın moralini bozacak tarzda haber yapmamak, görmezden gelinmese de üzerinde durmamak gibi yazılı olmayan kuralları var. (belki de yazılıdır.)

o halde bizim gazetelerin yaptığı nedir?

halkın moralini bozmak olamaz. o kadar da sadist olduklarını düşünmüyorum.

haberin niteliği de olamaz. bir fenerbahçe galatasaray maçıyla sayfalar dolduracak yetenekteler çünkü. ya da, iktidardan veya muhalefetten birilerinin söylediği bir cümleyi çeşitli biçimlerde okuyabilecek kalem erbabı dolu her yan.

o halde neden?

çünkü bu haberlerin hepsi de bir reklam niteliği taşıyor. bu ilaç şirketlerinin reklam kampanyalarından başka bir şey değil bana kalırsa. gücünü inkar etmenin bir ahmaklık olduğu ilaç kartelleri bu haberler vasıtasıyla reklamlarını yapıyorlar:

"tehlike büyük. üstelik yanıbaşınızda. çare ise bizde."

3 Kasım 2009 Salı

bir masada iki kişi: mutluluk

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

-söylesene nedir mutluluk?

-bunun farklı cevapları var. söz gelimi bir tatil sabahı kalabalık bir masada yapılan kahvaltı.

-anladım. peki mutlu musun?

-sanırım ben, bu soru sorulduğunda mutsuz olduğunu düşünenlerdenim.

-korkma!..hem ben sana ne yapabilirim ki?
*

'çok şey..' dedim belli belirsiz, 'çok şey..'

ama duymadı.

losing my religion

yolun başında fotoğraf ve video konusunda kendime koyduğum kurallar olsa da "istek parça"lar hep aklımda vardı.

durup biraz düşünmeye kalksam onlarca şarkı ilk post olmak için yarışır, çok bilinen r.e.m şarkısı losing my religion'ın anouk yorumu yarışanların arasına dahi girmezdi. ama john fowles'ın fransız teğmenin kadını'na dair yazdıklarını hatırlatır bir şey oldu.* ve ilk istek parçanın bu olmasına engel olamadım.

bu arada şarkı güzeldir. beğenmeyeni ohepvarolan taş eder. ama bu yorum istisnasız güzel. eğer bunu beğenmeyen olursa elime bir sopa alır, yaşıma, son günlerde yağan yağmurların coşturduğu eklem ağrılarına aldırmadan peşine düşerim.

böyle biline...

Losing My Religion (Live) by Anouk on Grooveshark

*: şarkı çala dursun biz yazılanlara bir göz atalım...

"bir kadın, harap bir iskelenin ucunda duruyor ve denize bakıyor. hepsi buydu. bu imge, bir sabah yatakta, yarı uykulu haldeyken geldi aklıma. bu, gerçek yaşamımdan (ya da sanatsal konulardan) hatırlayabildiğim hiçbir somut olaya benzemiyordu; sanırım, yıllardır eski kitaplar, unutulup gitmiş resimler -son iki ya da üç yüz yıldan kalma her tür ufak tefek şeyi, geçmiş yaşamların kalıntılarını- topluyor olmam, bu tür imgelerin süzülerek, bilincin, kıyılarında birikeceği yoğun bir hinterland oluşturuyor olmalı.

neredeyse daima statik halde görünen bu söylence yaratıcı 'ölüler' benim kafamda sık sık gezinip durur. ben onları görmezden gelirim, çünkü gerçekten de yeni dünyalara açılan kapılar olup olmadıklarını bulmanın en iyi yolu budur.

böylece, bu imgeyi de görmezden geldim; ama yeniden ortaya çıktı. sonra, bana görünmeyi hiç anlaşılmaz bir şekilde kesti. ben de kasten isteyerek onu hatırlamaya ve bunu analiz etmeye ve bunun neden böyle bir güç taşıdığı konusunda fikir yürütmeye başladım. çok belirgin bir şekilde gizemliydi. belli belirsizce romantikti. aynı zamanda, herhalde bu romantik niteliğinden ötürü, bugüne ait görünmüyordu. kadın inatla, örneğin bir havalanı yolcu salonunun penceresinden bakmayı reddediyordu; ille de o eski iskeleden bakacaktı ve iskele, onu yakından, bahçemin kenarından görebilecek kadar yakından algılamaya başlayınca, hemen, eski bir iskele haline geliverdi.(çeviren: süha sertabiboğlu)"

1 Kasım 2009 Pazar

ters lale

edirne, selimiye camii...
müezzinler mahfelinin kuzey doğu yönünde, köşedeki mermer ayağında...
camiinin çinilerinde kullanılan yüz bir farklı lale motifinden bir tanesi.

rivayet: selimiye camii'nin yapılacağı yere karar vermek için edirne' ye gelen mimar sinan, lale bahçeleriyle kaplı bir tepeyi uygun bulur ve bahçelerini satmaları için biri dışında diğer bahçe sahipleriyle antlaşmaya varılır. nihayet son kalan bahçenin sahibi yaşlı kadın da yapılacak camide lale bahçelerini hatırlatacak semboller olması koşuluyla bahçesini satmayı kabul eder. bunun üzerine mimar sinan da bu olayın anısının yaşaması için lale motifini ters işletir.
daha sonra 'ters lale' figürü ile hoşnutsuzluk ifade etmek bir geleneğe dönüşür.
eski harflerle yazılmış 'lale' kelimesi tersten okunduğunda osmanlı imparatorluğunun kutsal işaretlerinden 'hilal' okunur. ki bütün anlatılanlar yalan dahi olsa iyi bir sebeptir.

benim hikayem: yaptığı eserin kusursuzluğundan bir an bile şüpheye düşmeyen mimar sinan, eserine nazar değmesinden endişe ederek camiye girildiğinde kolayca görünen mermer ayağa bir 'ters lale' motifi işler. ki görenler, "bir laleyi bile doğru yapamamışlar," desin, eserine nazar değmesin diye.

nihayet: "sağ avcumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları çağıran selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da."*


*: nazan bekiroğlu, yitik lale

kasım

dostoyevski okunmadan geç(ile)meyen günler...

29 Ekim 2009 Perşembe

günün sorusu: havadan konuşmak

mutlaka yaşamışsınızdır.

telefonda konuşurken ya da bilgisayar karşısında yazışırken, konuşmanın ya da yazmanın bir yerinde "hava orada nasıl," diye sorar veya "burası çok soğuk," deyiveririz. eğer yüz yüze konuşuluyorsa "havaların aniden soğuması" oluverir konu.

*

acaba diyorum, insanlar böylesi anlarda "havadan" konuşmayı, konuşacak bir şeyleri olmadığı için mi, yoksa "bir şeyler"den konuşmamak için mi tercih ederler?

şeftalili ays ti

karşımda sessizce oturuyor.

kendi ışığını yayan iki parça aydınlık gibi duran elleri, mavi gözleri, uçlara doğru kıvır kıvır altın sarısı saçları, siyah converseleri var.

ben de susuyorum.

o herkesten kaçıp saklandığı yere doğru yürümeye başlamış gibi.

oraya tekrar dönmesin, benden etkilensin, kalbinde bana dair bir ılıklık olsun diye hikayeler anlatıyorum. okuduğum kitaplardan, seyrettiğim filmlerden konuşuyorum. sanata, psikolojiye, felsefeye dair ne biliyorsam hepsini cümle içinde kullanmaya çalışıyorum.

babamı, çocukluğumu sunuyorum önüne.

o gülsün diye dünyanın bütün komikliklerini yapıyorum.

bunlar olup biterken, büyük bir koro ilhan irem ve feridun düzağaç'tan şarkılar söylüyor. ve biz 'şeftalili ays ti' içiyoruz. sadece onu içmek gibi bir oyunumuz var. belki de beni mahremiyetine dahil eden sadece bu oyundu.

yine karşımda sessizce oturuyor...

yine...

aynı şehirdeydik ama o gitti.

ben başka yerlerde de komiklikler yaptım, edebiyattan sinemadan konuştum, bazan yüksek insanlık idealleri üzerine nutuklar attım, ilhan irem yeni bir albüm yaptı, feridun düzağaç radikalde futbol yazmaya başladı.

ama neden bilmem en çok 'ice tea şeftali' içince aklıma düştü.

çok sonra anladım; "zamanın o anı"na tutunmayı başaramamıştık.

neyse, siz de biliyorsunuz ki bütün anlattıklarım gibi bu öykü de yalan.

bir tek 'şeftalili ays ti' doğru.

28 Ekim 2009 Çarşamba

imkansız uzaklık

ruhundaki çıkmaz sokağın sonundaki solgun mevsim kendi yalanlarına inanan bir adamın uydurmasıymış meğer...

orada görülenler ise asıllar değil, sadece gölgeler.

27 Ekim 2009 Salı

altı çizili satırlar: hayvanat bahçesi

kapak tasarımı yapanı merak edip künyeye baktığımda fark ettim; ben bu kitabı biliyordum.

'ikinci klasik' ya da 'ihmal edilmiş klasikler' adlandırabileceğim okuma dönemime denk geldiği ve ilk baskısına seçilen zoo adını modern yazına işaret saydığım için okumak aklımdan geçmemişti. ki yazarı viktor şklovski'nin hala muhitimizde pek de tanınan bir yazar olduğu söylenemez.

mektuplardan oluşan bir roman denildiğinde okurun aklına ilk olarak laclos'un tehlikeli ilişkiler ya da goethe'nin genç werther'in acıları romanları gelse de viktor şklovski bambaşka bir güzergahta yürümüş yolunu.

elbette, "mektuplardan oluşan bir roman bir gerekçe-birkaç kişiyi birbiriyle yazışmaya zorlayacak belirgin bir neden- gerek"tiğini, "bu tür durumlar için en yaygın gerekçenin aşk ve birbirinden ayrı sevgililer" olduğunu iyi bilmektedir. ama bir farkla: "mektupları bir adam aşık olduğu kadına yazmaktadır, kadının ise buna ayıracak zamanı yoktur."

bu noktada ikinci bir öğeye başvurarak kitabın ana konusu aşk olmadığı için adama aşktan konuşma yasağı koyar. böylece kitabın başlığına bir alt başlık kendiliğinden ekleniverir: "aşkla hiç ilgisi olmayan mektuplar".

buradan yola çıkarak kendisini yazdırmaya başlayan romanda bütün betimlemeler birer aşk eğretilemesi haline dönüşür: "...kimse kendi yarattığı putlara tapmaz" , "yaşam bizi birbirimize uydurmaya kalkışır, kollarımızı bizi sevmeyen birine uzattığımızda da kahkahalarla güler" tarzı cümleler metin içinde bambaşka 'şey'lerken tek başına okunduğunda 'aşk'tır.

bu metnin altı çizili satırları o kadar çok ki, yeterince marifetli olsaydım oyun olsun diye onlardan bir aşk mektubu bile çıkartırdım.

bu yüzden de bir değil iki yerden seçtim altı çizili satırları; ilkinde kadın adama aşktan bahsetme yasağını koymuştur ve adam bu kurala uyar. ikincisinde kadın nadir cevaplarından birini yazar adama. oldukça samimidir ve bu samimiyet okuyanları şaşırtmayacak biçimde acımasızdır.

*

"aşktan söz etmeyeceğim artık, sadece havanın nasıl olduğunu anlatacağım.
bugün berlin'de hava güzel.
...
bugün beş şubat...hala aşktan söz etmiyorum."


ve

"beni ne kadar, ne kadar, ne kadar sevdiğini yazmayı bırak artık, çünkü üçüncü 'ne kadar'da başka şeyler düşünmeye başlıyorum.
...
vazgeçilmez bir kadın değilim, ben alia'yım, pembe ve tombul.
işte hepsi bu."
*


*: çeviren: olcay kunal (yky, 2004)

26 Ekim 2009 Pazartesi

ikinci körlük

araştırmalara göre önceden görüp sonradan kör olanlar, yani doğuştan kör olmayıp daha sonra hastalık ya da kaza sonucu kör olanlar eskisi gibi rüya görmeye devam ediyor. annesi, sevgilisi, mavi gökyüzü, yeşil çimen her şey geceleri gözünün önünde. bu yüzden her geceyi, her uykuyu iple çekiyor, herkes gibi rüya görüyorlar. bu anlamda herkes gibi yaşıyorlar.

ancak gün geliyor – tıp da neden, nasıl bilmiyor – rüya göremez oluyorlar. rüyalar körleri yavaş yavaş terkediyor. önceleri, son günlerde pek rüya görmediklerinin bilincine varıyorlar, sonra da giderek rüya görmediklerini farkediyorlar.

geceleri umutla bekliyorlar ‘belki bu akşam, belki bu akşam...’ diye. her sabah bir gün öncesinden daha kötü, daha karamsar, daha yıkık uyanıyorlar ve anlıyorlar ki artık bir daha rüya göremeyecekler.

ve beynin kıvrımlarında körlükten önce yaşanan, saklanan bütün görüntüler teker teker yok olup gidiyor. ne anne kalıyor ne gökyüzü ne de sevgili; sadece ebedi bir karanlık.

sadece 'ikinci körlük'...

24 Ekim 2009 Cumartesi

günün sorusu: doktor

bir doktor doktora yapıyor olsun...
doktorasını tamamladığında, doktor kere doktor yani doktor kare olur mu?

ihbar

memur bey!.. şuradaki kızı rahatsız ediyorum ama, sanırım o beni şikayet etmiyor.. evet, o! upuzun kirpikleri havayı süpüren, kocaman gözleri olan..

23 Ekim 2009 Cuma

olay mahalli

bana kalırsa şairliği şarkıcılığından çok daha büyük olan, alkola ve kırılgan bir kalbe rağmen hayata kafa tutabilmenin reçetesini kendisine sormak istediğim leonard cohen'le yapılan bir söyleşiyi yeniden okudum.

işte o sorulardan biri.

ve cevabı.

*

sanatçıların birçoğu yazarken ve icra ederken bir persona yaratıyor. sizse daha çok kendi hayatınızı şarkılaştırıyor gibisiniz.

aynen öyle. ve tamamen öyle. benim hayal gücüm zayıftır, dolayısıyla olay mahallinden bildiren bir gazeteci olduğumu farzederim. ve gerçeğe mümkün olduğunca sadık kalırım. ama bütün eserler otobiyografiktir netice itibariyle. elimizdeki yegane şey budur – kırık dökük hayatlarımız bazı kayda değer anlar sunar bize.”*

*: rollcular word dergisinde yayınlanan bbc radio söyleşisinden "aparttık"larını söylüyorlardı. ben de onların yalancısıyım.

22 Ekim 2009 Perşembe

o sahne: chungking express (1994)

bu film, hong-kong gibi kilometre kareye düşen insan sayısının en çok olduğu bir şehirde nasılsa yalnız kalmış dört kişinin hikâyesini anlatır...

oldukça hüzünlüdür. bazan da komik.

sevgilileri tarafından terkedilmiş, yaka numarasından ibaret iki polis memuru, sürekli yağmurluk ve güneş gözlüğü ile dolaşan sarı peruklu bir kadın, california dreamin' eşliğinde uzaklar hayali kuran genç garson kız.

yönetmen wong kar wai'nin uzadıkça uzayan ashes of time'ın işleri arasında bir yandan yazıp bir yandan çekerek üç ayda tamamladığı bu yalnızlık şiiri, bir çok sahnesi ile o sahne konusu olabilecekken son günlerde sürekli gözümün önüne gelen yağmur altında delice koşan bir adam imgesi yüzünden burası oluverdi.

ama o sahneyi oldukça önceden başlattım; öncesiyle bir bağlantısı olduğu için.

peki, itiraf ediyorum: en çok da kıyamadığım için.

*

sürekli "aşkta işler kötüyse, koşuya çıkarım. vücut su kaybeder, böylece gözyaşı için vücutta su kalmaz." diyerek ortalıkta dolanan, sevgilisinin kendisini terk etmesinin ardından doğum günü olan bir mayısa kadar her gün bir tane 'bir mayıs' son kullanma tarihli konserve ananaslardan alarak biriktiren ve sevgilisi o gün de dönmemiş olursa otuzunu da yiyerek intihar etmeyi planlayan numara: iki yüz yirmi üç ile yağmur yağarsa diye yağmurluk giyen, güneş açarsa diye güneş gözlüğü takan sarı peruklu kadın bir barda karşılaşır.

adam, başarısız intihar girişiminin ardından hem alkole sığınmak hem de kapıdan giren ilk kadına aşık olmak istiyordur. kadın kötü bir gün geçirmiştir; yorgundur ve arkadaş istemiyordur. yine de kazanan numara: iki yüz yirmi üç olur.

gecenin sonunda, "koşu yapmak ister misin?" diye sorar. kadının isteği ise bellidir; "tek istediğim, uyuyabileceğim bir yer."

o sahne buradan sonra başlıyor. biliyorum seyretmek gerekir. ama cümleler de yeterince anlatıyor. çağrı merkeziyle yaptığı kısa konuşmanın dışındakilerin hepsi numara: iki yüz yirmi üç'ün iç sesinin anlatıcılığında...



'uyuyabileceğim bir yer'i mecazi anlamda kullanmamıştı. o gece tv'de iki tane eski film seyrettim ve dört 'şef salatası' yedim...

güneş doğduğunda gitmek zorunda olduğumu biliyordum...

ancak, gitmeden önce ayakkabılarını çıkardım. annem, bir kadın topuklularla uyursa ayaklarının şişeceğini söyler. dün gece çok fazla yürümüş olmalı. böyle hoş bir bayanın ayakkabıları temiz olmalı...

...

tam olarak saat altı sıfır sıfırda doğdum. iki dakika sonra gerçekten yirmi beş yaşında olacağım. bu, çeyrek asır demek! bu tarihi anı kutlamak için koşuyorum. vücudumdaki fazla sudan kurtuluyorum. çok iyi hissettiriyor...

sahayı arkamda bırakıp, çağrı cihazıma bakmaya karar verdim. bununla birlikte, beni kimsenin aramayacağını biliyordum...

-hesap üç yüz altmış sekiz.

-parola, lütfen.

-"ölümsüz aşk".

-yedi yüz iki no'lu odadaki arkadaşınız "doğum günün kutlu olsun" diyor.

-teşekkürler.

...

bir mayıs bin dokuz yüz doksan dört'te bir kadın bana "doğum günün kutlu olsun" diyor. şimdi onu hayatım boyunca hatırlayacağım. hatıralar kutulansaydı onların da son kullanma tarihi olur muydu? eğer öyleyse, asırlar boyu bozulmamalarını isterdim
.*



*çeviren: cHuJu (imam)

20 Ekim 2009 Salı

takvim

yedeğimde hiçbir zaman cesaret edilememiş çılgınlıklarla dolu bir orman, duvarda çizgiler.

19 Ekim 2009 Pazartesi

alışkanlık

alışkanlık, gençlik yıllarında kapılan, sinsice bünyeye yerleşerek yaşlılıkta zihni ve kalbi esir alan hastalıklar gibi.

hep aynı fıkraları anlatan, tekrar tekrar aynı kitabı okuyan, aynı küçük mahallenin içinde aynı kısa güzergah boyunca gidip gelen, alışverişini hep aynı yerlerden yapıp aynı lokantalarda hep aynı yemeği ısmarlayan ve neden bu kadar sıkıldığını bir türlü çözemeyen insanlar olup çıkana kadarki zamanımızı, aslında ömürlerimizin ikinci yarısında bize eşlik edecek sıkıntı araçlarını belirlemekle geçiriyoruz.

ve ben tam da burada şüpheye düşüyorum işte, sözgelimi bir yandan bartleby ve şürekası (enrique vila-matas), baden baden'de yaz (leonid tsıpkin) ya da nick hornby ile bünyeye yeni hazlar devşiririrken john fowles külliyatını yeniden okumaya başlamanın, döne dolaşa wong kar wai filmleri izlemenin, her kasım ayında dostoyevski okumanın manası ne olabilir diye.

"her on üç ağustos sabahı erkenden uyanıp ilk iş olarak küçük prens okumak"ı ise, sormuyorum bile...

bir masada iki kişi: uyanış

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- sen benim uyanışımdın. şimdi ise uyanışımı devam ettirmek istiyorum. diğer yana dönüp uykuma kaldığım yerden devam etmek ise en son istediğim şey.

- endişelenme lütfen. bilemezsin benim ne öykülerim var, bin bir geceden daha uzun sürüp şehrazat denilen hatunu hasetinden çatlatacak.

- ya sonra?

- biliyorsun, bin bir gece çok uzun bir süre...

(biraz sessiz kaldı... derin bir nefes aldı.)

- galiba gitmeli. kim bilir hangi kayalığa çarpıp batacağım?
*

dedi ve gitti.

17 Ekim 2009 Cumartesi

günün sorusu: festival insanları

başka zamanlarda asla göremediğimiz ama hemen her festivalde ortaya çıkan ve sonrasında kaybolan, farklı kostümleri ve çantaları, hangi zamana ait olduğunu anlayamadığımız saç kesimleri ve biz almaya kalkınca 'kalmadı' cevabı ile karşılaştığımız halde bir şekilde buldukları biletlerle neredeyse her filmi izleyen festival insanları normal zamanlarda nerede yaşarlar?

filmekimi

o uzak şehirde filmekimi zamanı.

iksv' nın düzenlediği filmekimi sekizinci kez huzura çıkıyor. filmler, yönetmenler, seanslar bir süredir gazete ve dergilerde konuşuluyor, hatta bir 'tık' uzakta...
bir google araması' nın kaç kaplan gücünde olduğunu tahmin bile edemezsiniz.
hal böyle iken bilgilerin ulaşılabilirliğinde film seçkisi üzerine konuşmaya gerek yok. biz başka şeylerden konuşalım.

bir... ben orada olsaydım ve zamana dair bir sıkıntısı olmasaydı yani.

filmlerini izlemekten asla bıkmadığım coen kardeşlerin yeni işi a serius man (ciddi bir adam),
her ne kadar altın palmiyeden eli boş dönse de jane campion dokunuşuna olan sonsuz itimadımdan dolayı bright star (parlak yıldız),
filmlerinin tüm rahatsız ediciliğine rağmen yine de kayıtsız kalamadığım heneke' nin das weisse band (beyaz bant) ı,
büyüklere animasyon kontenjanının hakkını veren tim burton referanslı 9,
sadece sinemasına değil yazdıklarına da meftun olduğumuz woody allen' ın yenisi whatever works (kim kiminle nerede),
yeni bin yılda da sinemanın şiirini yazmaya devam eden efsane yönetmen angelopoulos' un the weeping meadow (ağlayan çayır) ile başlattığı üçlemenin ikinci ayağı the dust of time (zamanın tozu),
yeniye duyduğum karşı konulmaz merak yüzünden sundance ödüllü humpday (gel porno çevirelim),
soderbergh' ten önce başrol oyuncusu benicio del toro ile anılması daha doğru olan che:part-1&2 ve yaramaz çocuk michael moore' un yeni bir tokatı olduğuna inandığım capitalism: a love story (kapitalizm: bir aşk hikayesi) yi ard arda izlerdim ki 'güzel bir adam' ın nasıl paraya tahvil edildiğini daha iyi görelim.

iki... giderek bir filmekimi modasının oluştuğuna inanmaya başladım artık.

önceden biraz daha anlaşılabilirdi bu ilgi. yazları büyük şehirden kopmak zorunda kalan öğrenciler, yaz tatilini bahane eden sinemaların tempo düşürmesi, köşe başlarında yerlerini almaya başlayan kestanecilerin haber verdiği soğuk havalar.
sonra evin akıllı uslu davranan abisi gibi duran istanbul film festivali' nin yanında hırçın, şakacı, ele avuca sığmaz küçük çocuğu gibi oluşuyla cazibe merkeziydi.
ama artık anlamıyorum. çünkü filmekimi herkesin dilinde. 'boş ver sinemaya gitmeyi alalım şurdan bir dividi' cilerin, 'battaniye altı sinema keyfi' kavramını icat eden tembellerin, 'sinemayı severim ama vakit' diyenlerin... hepsinin.
sanki filmekiminde bir film görebilirlerse ruhları kurtulacak, entelektüel olduklarını hem kendilerine hem de eşe dosta ispat edecek, böylelikle sinemaya ve sanata olan borçlarını ödemiş olacaklarını düşünen yeni bir tür çıktı ortaya.

üç... bir de her festivalde ortaya çıkan 'festival insanları' var.

eminim farklı kostümleri, hayatın içinden değilmişcesine duruşları ve biz iki filme zor bilet bulurken neredeyse her filme buldukları biletlerle istiklal' i şenlendirmeye başlamışlardır.


merkez üs: http://www.iksv.org/filmekimi_2009/

notgibi: ve orada göreceksiniz ki mutlaka izlerdim dediğim filmlerden ilki olan a serius man, filmin kopyasında çıkan bir problem yüzünden gösterimden kaldırılmış.

16 Ekim 2009 Cuma

blues

eğer içinde 'baby' geçmiyorsa o şarkı blues değildir.

blues festivali

festivalin yirmincisi bu akşam antalya' dan geriye kalan on dokuz şehre doğru yola çıkıyor.

dile kolay tam yirmi yıl...
yaş sınırını aşıp on sekizinde o kapıdan içeri dalanlar şimdi otuz yedi yaşında.
bense en az yarısına katılmış olmalıyım. anı diye sakladığım biletler duruyor, bu bünye biraz daha genç olsaydı net bir rakam söylerdim ama biletleri attım, bu bünye yaşlı. üstelik yorgun.
ilk olarak doksan dört yılında katılmıştım. demek ki doksan dört yılı sadece 'yirmi bir mart' ve sonrası günler değil daha fazlasıymış.
en son katılışım ise geçen yıl hilton' daki tadilat nedeniyle bilkent otel' de yapılan ankara ayağı. doğrusu pek şikayet etmiştik, değişen dinleyici profilinden, balo kıyafetiyle blues dinlemeye gelen cici kızlardan ve ruhu blues' a uzak kız peşindeki erkeklerden.
'beyaz bluescu mu olur' watermelon slim, 'kadınlar söyleyemez' sharrie williams ve 'babasının ününü hoyratça kullanan' john lee hooker jr. dan oluşan kadro da bizi mutlu etmemişti.
ardından bir sürü dedikodu: organizasyon komitesinin sanatçı seçimi için fazla zaman ayırmadığı, hatta bir çeşit paket program içinden tercihlerini yaptıkları konuşuluyordu. eskisi gibi büyük isimler getirme derdinde olmayıp sıradan isimleri reklam kampanyaları ile cilalamak istedikleri de dedikodular arasındaydı.
bakalım bu yıl ne olur?
shenekia copeland, terry evan, ray schinnery..
hiç olmazsa aralarında 'beyaz' yok.

merkez üs:http://www.efesblues.com/

15 Ekim 2009 Perşembe

günün sorusu: müstear

kemal tahir, peyami safa, roman gary, julian barnes, fernando pessoa...

"acaba," diye sordum kendime, "acaba, seri katillerin yakalanma arzusuyla takma adla yazan yazarların bir gün fark edilme arzusu arasında bir benzerlik var mıdır?"

diplodus vulgaris

dün akşam yemeğinden sonraydı. gece planı için film, kitap ya da sabah gelen dosyayı adam etmek arasında gidip gelerek bulaşığı yıkıyordum.

derken kulağıma fenerin yan tarafındaki kayalıktan sesler geldi. biraz meraktan, biraz da yılın son güzel akşamlarından birinde evde olmamak için bulaşık bittikten sonra evden çıkıp seslerin geldiği tarafa yürüdüm.

biraz sohbetten sonra şehrin yerlisi değil, tayin sebebiyle burada olduğunu öğrendiğim iki kişi balık tutmaya gelmişti. gençlerin 'karagöz', yaşlıların ise 'lendanoz' dediği, google'ın ise latincesinin 'diplodus vulgaris' olduğunu söylediği gövdesi neredeyse yuvarlak, elips şeklinde ve yassı bir balık için.

sadece buraya değil neredeyse bu sahil boyunca her yere tutmaya giderlermiş. yemleri özelmiş, izmir'den geliyormuş. elleri meşgul olduğundan yemi ve oltayı görebilmek için kafalarında madencilerin taşıdıklarına benzer lambalar taşıyorlardı.

aslında eve eli boş dönen balıkçıların mazeret listesinden olduğunu itiraf etselerde, bu balık dalgalı denizde, dolunayın olduğu gecelerde, fazla gürültü olduğunda yakalanmazmış.

ama yakaladılar. hatta tüm zamanların rekoru olabilecek sayıda. bunu biraz da benim şansıma saydılar. bulutlardan sıyrılıp yeryüzüne ulaşan ay ışığı altında ne kadar güzel bir balık olduğunu görmeliydiniz; gövdesi gümüş renginden yeşile, beyazdan mora kadar türlü renkler alıyordu. kesinlikle çok güzeldi.

tam da burada itiraf edebilirim sanırım: aslında size anlatmak istediğim karagöz değildi.

o iki kişiden biri bunları bana anlatıp dururken diğeri sessizce kayalığın ucunda oltasının başında bekleyip durdu. sanki yıllar değil, yüzyıllardır orada bekliyor gibiydi. hatta sigarasının arada bir kora dönüşen ucu olmasa orada olmadığına yemin edebilirdim.

denizi mi seyrediyordu yoksa kendini mi, hiç bilmiyorum.

11 Ekim 2009 Pazar

paralel

'öykü yılları'mdan kalma bir şark anlatısı 'sonsuzluk yatık bir sekizle gösterilir' diyordu. 'yatık ve yorgun bir sekiz'le.

euclide bu dünyayı açıklamakta yol arkadaşı seçtiğimiz geometrisinde 'paralel doğrular kesişmez' dedikten sonra, gülümseyerek 'sonsuzda kesişirler' der.

matematik önüne bakmaktan vazgeçip başını kaldırır ve zalimce gözlerimizin içine bakar; 'sonsuzun bir fazlası yine sonsuzdur, onun bir fazlası da...' deyiverir ve ardından bakışlarını tekrar yere indirir.

demek ki sonsuzluk ötelenir durur, demek ki sonsuzluk yoktur.

sonuç: 'paralel doğrular' asla kesişmez.

o halde bir nehrin iki yakasında yürüyormuşcasına yaşadığımız hayatlarımızın bir gün kesişeceğini ummak büyük bir yanılgı. belki de 'çakışık doğrular' olabilmenin mümkünsüzlüğünde tek bir noktada kesişmeye razı olmalıyız. ki euclid geometrisine uygun bu dünya 'aykırı doğrular'ı da mümkün kılıyor.

belki de bu dünyanın kurallarıyla çözemediğimiz bu bahsi bambaşka bir dünyaya, sonsuzun var olduğu dünyaya bırakmalıyız.

kim bilir?

10 Ekim 2009 Cumartesi

sniper

bir sniper gibi olmayı ne çok isterdim.

tek bir cümleyle tek kurşun misali hedefimi vurmayı.

oysa ben konuşurken ya da yazarken daha çok av tüfeği ile ateş ediyor gibiyim. çokca saçma dağılıyor tüfeğin namlusundan. ancak bir kaç tanesi hedefi buluyor.

5 Ekim 2009 Pazartesi

eylül

bilirsiniz, eylül ışıltılı yaz günlerinin nihayet bulduğu zamana denk gelmekle hüzün, gam, melankoli gibi kelimelerin sebebi olmakla itham edilir.
ve eylülde hayatın akıp gidişi, gelip geçiciliği ve günlerin tükenişi var.

bir ekim günü bana 'eylül'ü yazdıran ise hayatın akıp gittiğini, günlerin tükenişe yol aldığını her daim bize hatırlatan eylül ayının da gelip geçtiğini birdenbire farketmiş olmamdır.

büyük usta belki de bu yüzden 'acıyor'u böyle sonlandırıyor: 'eylül toparlandı gitti işte /ekim falan da gider bu gidişle /tarihe gömülen koca koca atlar /tarihe gömülür o kadar'*


*: turgut uyar, acıyor

2 Ekim 2009 Cuma

gömlek

galiba hiç takım elbisem olmadı. olduysa bile pantolon ve ceketi beraber giydiğim bir anım yok. biz gri pantolon-lacivert ceket dayatmasından kurtulunca, o özgürlüğün sarhoşluğuyla uzun süre kumaş pantolon dahi giymeyen bir nesildik.

memur olup resmi binalara girenler kıravata ve kumaş pantolona yeniden yüz vermek zorunda kalsalar da, başında resmi olan her şeyin uzağında yaşayanlar için ortaokul ve lisenin tozlanmış hatıralarından başka bir şey değildir kumaş pantolonlar, kıravatlar.

yeni çekilmiş olursa daha iyi olur dayatmasıyla bir kaç vesikalık fotoğraf gerektiğini öğrenince, neden bilmem sahibinin her sezon istanbul'a bizzat giderek mal aldığı ve burada istanbul'a göre bir kaç misli fiyata sattığı mağazaya gittim ve bir takım elbise, gömlek, kıravat ve papuç aldım.

vesikalık fotoğraf, resmi işlemler derken bir lokantanın aynasında kendimi gördüm ve aklıma ah muhsin ünlü geliverdi:

"bugün sokakta yürürken/ bütün kızlar bana baktılar./ allah allah/ niye hep bana bakıyorlar ki diye düşündüm?/ sonra da bugün meğer/ murat'ın gömleğini giymişim."

galiba bir kaç tane daha gömlek alacağım...

altı çizili satırlar: baden baden' de yaz

biliyorum adına ve yayımlanma zamanına bakınca, insanlar güneşlenirken okusun diye yazılmış biraz macera, biraz aşk içeren ve bir kaç cümlesi kış gelip kafelerin kapalı kısımlarına geçtiğimiz günlerde 'son okuduğum kitap'tan alıntılamaya müsait bir roman hissi uyandırıyor.

ama kapağın ön yüzüne konu olanın dostoyevski olduğunu farkedince, üstelik içinizde bir yerler bu kapak yuvarlak-kare-yuvarlak yayınevine yakışmayacak kadar güzel bir kapak deyiverince yazarını ilk defa duyduğunuz bu kitaba gidiyor elleriniz.

üstelik önsözü yazan, susan sontag...

anlatılanlara göre yazarının basıldığını görmeden öldüğü bu kitap, unutuluş ve kayboluş gibi bir kadere yol alırken tesadüfen sontag tarafından keşfedilir ve o kader tersine işlemeye başlar.

leonid tsıpkin, sonraları yerini dostoyevski'nin alacağı tolstoy'u taparcasına seven, sinemadaki idolü ise tarkovski yerine antonioni olan edebiyat düşkünü bir doktordur ve sadece kendisi için, edebiyat için yazmaktadır... sontag'ın deyişiyle "çekmeceye"... ve ilave eder: "yazmak yalnızlıktır; her şeyi yutar."

roman, aralık ayının sonlarında başlıyordur. zaman 'şimdi'dir. anlatıcı leningrad'a giden bir trendedir. zaman bir yandan da 'bin sekiz yüz altmış yedi nisanının ortaları'dır ve dostoyevski(fedya) ve genç eşi anna(anya) petersburg'tan ayrılarak dresden'e doğru yola çıkmışlardır.

"bu, bir tür düş-romandır, uyuyan da tsıpkin'in kendisidir ve bu romanda tsıpkin durdurulmaz, coşkulu bir anlatımın sağanağında, dostoyevski'nin yaşamıyla kendi yaşamını müthiş bir hayal gücüyle birbirine geçirir."

anlatı 'ben'den 'o' ve 'onlar'a cesur ve sürükleyici geçişlerle ve aynı rahatlıkla geçmişten şimdiki zamana akıp geçer. ve geçmiş dediğimiz sadece o 'yaz' değil: dostoyevski de tıpkı yazar gibi zaman zaman kendi geçmişinin anılarına boyun eğmektedir.

bu kitabın altı çizili satırları ise sontag'ın da kayıtsız kalamadığı bir yerden: "çiftin sevişmelerinin yüzme imgesiyle verilmesini kim unutabilir?"

ama siz siz olun, satırların daha da eskiye uzandığı yerleri ihmal etmeyin. çünkü yaşanan, zamanın yakın geçmişe ekli uzantısından başka bir şey değildir.

"...ona sarıldı, göğsünden öptü, ve yüzme başlamıştı - ellerini sudan aynı anda dışarıya çıkararak ve aynı anda havayı ciğerlerine çekerek geniş kulaçlarla yüzüyorlardı kıyıdan gitgide uzaklara, denizin mavi kabartılarına doğru, ama fedya hemen her gün onu bir tarafa, hatta geriye sürükleyen karşı bir akıntıya rastlıyordu, - anna'ya yetişemiyordu, karısı hep aynı şekilde uyumla ellerini sudan çıkarmayı sürdürüyor, uzaklarda kayboluyordu, fedya artık yüzmüyormuş gibi hissediyordu kendini, dipten kurtulmaya çalışarak suda debelenip duruyordu yalnızca onu bir kenara sürükleyen ve birlikte yüzmelerine engel olan bu akıntı tuhaf biçimde, öfkeyle açılmış gözbebekleriyle binbaşının sarı gözlerine; yüzlerce bedenin perdahladığı bekçi kulübesinin ortasında duran alçak meşe masaya yatmak üzere kendi tutuklu giysisini çıkarırken kapıldığı teleşa; bedenine peş peşe sopa darbeleri indiğinde, kaslarından ve kemiklerinden kızgın bir tel çekilmişcesine dayanamadığı çığlıklara; dayaktan sonra onda başlayan hummalı kasılmalara; bu arada orada bulunanların alaylı ya da merhamet dolu bakışlarına; binbaşının topukları üzerinde sertçe dönerek bekçi kulübesinden çıktığı ve doktor çağırılmasını emrettiği zaman yüzünde beliren o iğrenç gülümsemesine dönüşüyordu,..."*



*çeviren: kayhan yükseler (yky, 2007)
önsöz çevirisi: güven turan

30 Eylül 2009 Çarşamba

kitaplığın raflarını yormak

bu deyişi nerede duyduğumu, nereden çalıp buraya taşıdığımı bilemesem de galiba içimde nereye denk düştüğünü söyleyebilirim.

kitaplığın önünde dikilip bir süre kitapların, duvarın da ötesine bakar,ardından okuduğunuz* kitaplardan birini elinize alırsınız. okunmuş kitabın sayfalarını karıştırırken o zamanlardaki 'siz'i anar, o günlerdeki 'siz'i özlersiniz. bizi anbean değiştirip duran şu hayatın kitaplığın karşısında geçen o kısa anında 'eski siz' olabilmeyi boş bir iyimserlikle istersiniz. ya da okumadığınız** kitapları elinize alır çoğunlukla uyul(a)mayan okuma planları yaparsınız.

bütün bunlar için 'istanbulu yanınızda taşımak' istersiniz, bir gün yerleşik hayata geçip şu hayatta en çok istediğiniz üç şeyden biri olan duvarları kitaplarla örülmüş bir odanın hayalini kurarsınız.

birden aklınıza 'upuzun kirpikleri havayı süpüren, kocaman gözleriyle size şefkat dolu baktığında ne yapacağınızı bilemediğiniz' güzel kadının hatırası körleşmenin kahramanı profesör kien gelir ve okurken öfke, kitap bitip roman üzerine düşünürken şefkat duyduğunuz elias canetti kahramanı profesör kien gibi kitaplığınızı kafanızda taşımak istersiniz.

ama istanbul kilometrelerce uzaktadır, yerleşik hayat belirsiz bir tarih..

profesör kien ise bir roman kahramanı.

siz de oturup 'kitaplığın raflarını yormak' başlıklı bir yazı yazarsınız.




*: altını çizdiğimiz satırlar ya da derkenara düştüğümüz notlar, gelecekteki kendimize yazdığımız mektuplardan başka nedir ki?

**: kitap okumayı bilmeyenlerin sorusudur 'bunların hepsini okudun mu?' ve erbabı bilir mümkün değildir 'hepsi'ni okumak.

29 Eylül 2009 Salı

şehir

ya da kasaba...

neredeyse yarım daire biçimindeki bir koyun etrafına kurulmuş küçük bir yer burası. ve gökyüzünden seyretme şansı olanlara ise evlerin dizilişi en çok bir hilali anımsatırdı.

sırtını denizi seyre durmuş tepelere yaslamış, eskisi kadar ışıltılı olmayan şimdiki halini unutmaya çabalıyor.

bir ırmak o tepelerin arasında bulduğu bir boşluktan denize yürür. şehir en çok bu yüzden burada belki de. şehirlerin ortasından bir nehir akmaz, eskiler şehirleri nehrin kenarına kurarmış çünkü.

ırmağın kenarında bir yol var ona eşlik eden. dağların ardını denize getiren. ya da denizi "dünyanın sonunu karşı dağların bittiği yer sanırdım"* diyen çocuklara götüren.

yüzünüzü denize döndüğünüzde koyun sağ yanında bir balıkçı sığınağı vardır. gidip de dönmemek isteyenlerin her defasında gidemeyip döndüğü limanlar gibidir. arkanızda yüzyıllık seslerin yankılandığı çarşıda insanlar biteviye gelip gider. bütün mavi gözlü şehirler gibi sokaklar denize dik iner. sol tarafta kalan tepede önceden nato üssü olan, bugünlerde ise bir kaç askerin eski bir anıyı korumaya çalıştığı askeri bölge denizi seyreder durur.

deniz feneri ise hilalin sol ucundadır. burası aynı zamanda nato üssünün alt tarafından geçerek başka şehirlere giden sahil yolunun denizden en çok uzaklaştığı yerdir. dikenlerle kaplı, neredeyse taşlık dümdüz bir toprak parçası denizin içine doğru uzanır. bu toprağın denizdeki uzantısı kayalık olarak devam ettiği için de sığ sulardan ve görünür görünmez kayalıklarla tehlikeye dönüşen bu yerden gemiler uzak dursun diye orada yüzyıllar boyu her akşam devasa ateşler yakılmış.

nihayetinde oraya bir deniz feneri kurulmasına karar verilmiş.

ve büyük dedemin bu işle meşgul olmasına.

belki de bir 'yazgı'ya...


*:ahmet uluçay, davet

27 Eylül 2009 Pazar

bir masada iki kişi: şımarık

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti.bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı.bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- varlığınız hayatı daha anlaşılır ve katlanılır kılıyor.

- yapmayın...beni şımartıyorsunuz ama.

- şımartılmayı hakediyorsunuz demek ki. aksi takdirde şımartmazdım.

- haklısınız. zaten beni 'bütün kızlar' şımartır.

- belki de diğer hallerinize tahammül edemiyoruzdur.

- ...

(tahmin edilemeyecek kadar uzun bir sessizliğin ardından konuşmaya çabaladım)

-umarım yerlerde sürünen birini elinizi uzatıp kaldıracak kadar şefkatli bir kalbiniz vardır.

nehir

bir nehir denize ölmeye gider gibi...

uzadıkça uzamış bir yazın sonunda üzerine düşen bir söğüt yaprağını taşımaktan aciz, yorgun ırmaklar gibi değil.

bahar yağmurları yetmezmiş gibi, bir de dağların sakladığı ama artık erimeye başlayan kar sularını da yüklenip önüne ne gelirse sürükleyen gemini azıya almış ırmaklar gibi de değil.

biraz uzaktan bakıldığında sanki duruyormuş gibi görünen ve "atalet" kelimesini zihne düşüren, neredeyse dümdüz bir coğrafyada toprağı kıvrıla kıvrıla yenerek denize yol olan bir menderes gibi...

26 Eylül 2009 Cumartesi

altı çizili satırlar: pedro paramo

belki de enrique vila-matas'ın mucize kitabı bartleby ve şürekası olmasaydı, yalnızca iki kitapla (kızgın ova, pedro paramo) neredeyse bütün bir latin edebiyatını derinden etkileyen, neden yazmadığı sorulduğunda, "yazmıyorum, çünkü bana bu öyküleri anlatan celerino amcam öldü," yanıtını veren juan rulfo'yu hiç tanımayacaktım.

zalim bir köy ağasının öyküsü olarak özetlenebilecek pedro paramo ise, düşle gerçek arasında salınıp duran bir romandır.

romana da adını veren zalim köy ağası pedro paramo, işlediği günahların ağırlığını taşıyamaz olunca kiliseye gider ve tanrının günahlarını bağışlaması için rahibe yüklü bir bağışta bulunur.

bu altı çizili satırlar hemen sonrasından:

"rahip renteria birer birer aldı altınları, mihraba yanaştı.

"bunlar senindir," dedi. "o, günahlarını parayla ödeyebilecek güçte; bu altınların yeterli olup olmadığını ancak sen bilirsin. bana gelince tanrım, ben burada ayaklarına kapanıp hak istiyorum senden, ya da haksızlık, çünkü yalnız istemeye gücümüz yetiyor."

"bana sorarsan, cehenneme yolla onu tanrım."

odasına girerek bir köşeye çöktü; utancından, üzüntüsünden gözyaşları tükeninceye kadar ağladı.

"haklısın tanrım...sen kazandın," dedi."
*


*çeviren: tomris uyar (can yayınları, 1983)

iflas

iflas eden bir kitapçının camına astığı kağıtta yazılı olanlar:
'kelimeler bizi aldattı...'

abla

kocası denize açılan terasın kenarlarına dizdikleri sardunya saksılarının dibindeki toprakla ilgileniyor. biz onu seyrederek içeride oturuyoruz.

aklımda az önce sorduğu, "bunu neden yapmak istiyorsun," sorusunun cevapları. içimde bu cevapları ona söylemek ve söylememek arasında derin bir uçuruma dönüşen kararsızlık...

ona bakıyorum. geçen zamanın ve erken başladığı bir hayatın hırpaladığı zarif yüzü sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında daha da yorgun ve yaşlı görünüyor.

*

henüz ilkokul öğrencisiyken de ona böyle bakardım. üstelik ona bakmayı, onu seyretmeyi severdim. iki örgü yaptığı saçlarını bir kordela ile bağlar ve başının iki yanından önüne doğru salardı. kitap ve defterlerini iki eliyle göğsünün üzerinde tutar, daima önüne bakarak yürürdü. geride kaldığım zamanlarda ise hafifçe geriye döner ve başını kaldırıp bana kısa bir süre bakar ardından da yerdeki bir şeylere bakarak hiçbir şey söylemeden beni beklerdi.

daha küçüktüm. ben ilkokul üçüncü sınıftayken o lise sondaydı. sadece küçük olduğum için değil, onun güzelliğini görebilmek, tepedeki nato üssüne çıkan yolun fenerden şehre okula gitmek için yürüdüğümüz yola bağlanan girişindeki nöbet tutan askerlerin ya da yol üzerindeki esnafın ona nasıl da hayranlıkla baktıklarını görmek için bilerek geride kalırdım. ablam güzeldi. ve bunu çok duyacaktım.

ama hikayesi "onu kimler istedi de..." şeklinde devam etmedi. liseyi bitirdiği yaz, izmirli bir teğmenden bahsetti. ilerde eniştem olacak bu teğmen askeri okuldan mezun olduktan sonra tepedeki üsse atanmış, nasılsa gördüğü ablamı bir kaç dakika da olsa durup kendini dinlemesi için ikna etmişti. sonrası bütün hikayeler gibi.

annem ablamı yolundan döndüremeyeceğini anladıktan sonra günlerce ağladı.

babamsa, "ben aşka inanırım," diyerek, kızının aldığı kararın daima arkasında olduğunu söyledi.

ve ablam bahçeyi çıplak ampullerin aydınlattığı bir yaz gecesi, "bu hayata geliş sebebim" dediği eniştemle evlendi.

merkezde tutulan bir evde iki yıl yaşadıktan sonra haritanın doğusuna doğru eniştemin mecburi hizmeti için yola çıktılar. ilk önce kızları oldu. hemen ardından bir tane daha. çünkü ablam bizimki gibi arada yaş farkı olmasın, birlikte büyüsünler istemişti.

onlara bakınca yeğenlerimi bu kadar seviyorsam kendi çocuklarımı ne kadar ve nasıl severim sorusu büyürdü içimde. ama bu sorunun cevabını bilmek mümkün olmadı.

kızların büyüğü kendisine duyulan güveni boşa çıkartmayarak, başarılarla dolu bir üniversite hayatının ardından brüksel'de dünyaya yön veren kuruluşlardan birinde çalışmaya başladı. küçük olan ise öğretmen oldu. üniversitede tanıştığı bir çocukla mezun olur olmaz, yaşınız daha çok küçük uyarılarına aldırmadan evleniverdi. şimdi benim adımı taşıyan bir çocukları var. itiraf etmeliyim, daha bu sabah yola çıkmalarına rağmen hem ufaklığı, hem de annesini çok özledim.

anlayacağınız eksilişim devam ediyor.

oysa yarın sabah da ben kendimi yollara vurmuş olacağım. bu bayramı bahane ederek verdiğim son molanın ardından.

*

dönüp yeniden ablama bakıyorum. dediğim gibi hep güzel bir kadın oldu. ama şimdi onu sol yandaki pencereden içeriye dolan ışık altında tanımlamaya kalksam, acı da olsa güzel yerine zarif ya da hoş derdim.

23 Eylül 2009 Çarşamba

se7en

günlerdir biteviye yağan bir yağmur.

ve ben kendimi se7en filminde gibi hissediyorum.

yazdan sonra değişen mevsimin habercisi olan ilk yağmurlardan farklı, apansız başlayarak yazdan arda kalan bir güneşe aldanan kafe sahiplerinin dışarıya attığı masaları ıslatan yağmurlardan da...

şehre dönmeden önce son defa kumsala inen boğazlı siyah kazağını giymiş güzel kadınların kirpiklerini ıslatarak bir kaç tel saçını yüzüne yapıştıran yağmurlardan da farklı.

tıpkı se7en filmindeki gibi gri bir gökyüzü altında, tekinsizlik ve rahatsızlık hissi veren bir yağmur bu.

bu hava kendi kendime, "sanatın hayatı taklit ettiği gibi hayat da sanatı taklit eder mi," diye sorduruyor.

belki de şu an , incilden etkilenen bir seri katil bir yerlerde baba, oğul ve kutsal ruh adına sanatsal cinayetler tasarlıyordur.

belki de ben. kim bilebilir?

bilinçaltı dedikleri... bir kara delik.

18 Eylül 2009 Cuma

boş ev

belki de başlığı hayranı bol kim ki-duk filmi bin-jip'le karışmasın diye, 'boş ev' yerine 'bomboş ev' seçmeliydim ama oldu bir kere. o niyetle burada olanlardan özür dilerim.

'onur ikinci el eşya', dükkanın açıldığı iki bin üç yılından bu yana en karlı işini bugün yapmış olmalı. para kazanmayı değil, benden kalanların başka başka evlere dağılmasını arzuladığım için söylenen rakamların hiçbirine itiraz etmedim. iki bin üç yılından bu yana bütün müşterilerine en iyi fiyatı verdiklerine, zaten piyasanın durgun olduğuna, belki eşyaların satılmadan dükkanın bir köşesinde çürüyüp gideceğine, bu, bir de şunun satılırsa satılabileceğine inanıverdim.

işlerini bitirip az önce gittiler.

bomboş ev: kalkan eşyaların artık gizleyemediği toz yığınları. duvarda orada bir zamanlar tablo ya da afiş olduğunu belli eden izler. aralık kapısından görünen beyazlığı soğuk hissi uyandıran banyo. ve bilgisayarın tuşlarına dokunan parmaklarımın çıkarttığı ses dışında büyük bir sessizlik. biraz da hüzün.

bana zaman zaman fight clubı hatırlatan eşyalardan geriye sadece karton kutulara doldurulmuş kitap,kaset ve cdler, iki tane başucu lambası, ilk evimden bu yana nergisleri özellikle içine koyduğum bir vazo, lula'nın en çok sevdiğim tablosu 'dans et' ve iki tane bonzai kalsın istedim.

bütün arzum başka ne varsa kurtulmaktı. sonsuz bir hevesle aldığım ama dekoratif bir unsur olmaktan öteye geçmeyen remington daktilom, ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç şeyden biri olan 'çok kaliteli' müzik setim, elde edebilmek için sinemayı işleten kadına açıkca kur yaptığım ve ikna edince yeni bir çerçeveyle duvarıma astığım ve bana kalırsa sinema tarihinin en güzel afişi olan a perfect worldun afişi ve şimdi bahsi gereksiz bir yığın şey...

bu akşamdan itibaren bu evde olamayacağıma göre bunlar bu evde kendimden kendime yazdığım son mektup.

bazan kucağıma aldığım, bazan karton kutulardan birinin üzerine koyduğum şu aletle bu anı kayıtlara geçirmemi sağlayan 'matrixxx'e şükranlarımı sunarım. 'matrixxx' uzaktan bağlanılabilir internetine şifre koymayan komşumun adı değilse de en azından bağlantıya koyduğu ad ve teşekkürü fazlasıyla hakediyor.

o halde atımızı gün batımına doğru sürmenin sırasıdır.

bakalım o uzak iklimde ne olur?

bu sayfalara kayıt düşmeler dışında...