sonra koşmaya gittim. eve döndüğümde posta kutularının elektronik olanında beni bekleyen bir mesaj vardı. daha doğrusu bir yorum. meğer oruç aruoba 'bu tatar çölü'nden kurtuluşun yolunu bulmuş.
gittiği yerde buradakinden daha mutlu olsun. -eğer varsa- inandığı tanrı(lar) merhametini ve şefkatini ondan esirmesin.
*
"en yoğun özlemlerimizin ortasına bir katı bıkkınlık gelir yerleşir, apansız: öyle olur ki, en son ucuna gitmeye can attığımız bir ilişkinin içinden çekip gitme arzusu çöker üzerimize."
bu, tek cümleyle girmişti hayatıma. iki binlerin başıydı. ankaraydı. içimde fark etmediğim gitmekler vardı. kelimelerini bulmuştu artık. yakari beni biliyordu. dosttu. "dikkat et," dedi. "bu gitmekler alışkanlık hâline dönüşmesin."
her zaman gitmedim aslında. bazan gitmesine izin verdim. ben, öylece durdum.
ilk oruç aruoba kitabım yürüme oldu haliyle. kitabın başında yer alan, oldukça alçak gönüllü biyografisinde tek bir cümleciğin altını çizmiştim: 1983'te üniversiteyi terk etti... istifa değil terk. bu da, ondan öğrendiğim ikinci şeydi.
daha fazlası vardı ama bana bir kitaptan iki şey bile yeterdi. artık, beni ben yapan kitaplardandı; hangi şehre gitsem, hangi evlerin odalarına, salonlarına kitaplıklar kursam.
en son zilif dahil oldu halkaya. sanki parantez kapansın, çember tamamlansın diye. zilif, yani: 'mürekkep = kan' denklemine yaklaşan bir mektup-kitap/ bir sonraki gece olmayabilecekken, bıçak sırtında yazılmış, bıçak gibi bir metin.
*
otuz bir mayıs pazar' iki bin yirmi.
oruç aruoba, "dünyan çıkış yolu"nu buldu. ve bugün, ondan bana üç şey kaldı.
ilk cümle: ilk oruç aruoba, en çok oruç aruoba...
zilif, saplandığı yerde kalan bıçak. kanayan yara.
geriye kalan ne kadar cümle varsa.