benden yirmi bir gün küçük kuzenim ve ben. sekiz yaşındaydık ve filmlerdeki gibi aşık olmak istiyorduk. özlemek, kavuşmak, göz göze gelince heyecanlanmak falan.
şanslıymışız. ya da bütün çocuklar gibi allahın sevgili kulu. çünkü yaz tatilinde fırsat ayağımıza geldi. mustafa dayımın, onu ziyarete gelen okul arkadaşının başta ikiz sandığımız kızları.
bahçe ortasındaki üç katlı o evi ikinci kattan başlatan dış merdivenlerin önünde karşılama komitesi gibi dizilmiş, hediye paketinin ne sakladığını görmek için sabırsızlanan doğum günü çocukları gibi hep beraber otuz üç plakalı kırmızı opele bakıyorduk. kocaman gülümsemesiyle önce baba indi arabadan. sonra kucağında ileride polis akademisini birincilikle bitirecek küçük oğulla anne.
aynı anda açılan arka kapılardan biri kısa beyaz çoraplı, diğeri çorapsız iki ayak dışarı uzandı, se. ile se. ayak bastı bahçenin araçlara ayrılan taşlı yoluna. se.lerin birincisi; oydu işte. ince uzun. belki biraz suratsızdı ama on tane kız çocuğuna yetecek kadar çok, simsiyah saçları vardı.
şimdi o ilk anı bir yandan hatırlayıp bir yandan kelime yapmaya çalışırken gökyüzüne kaçan kırmızı balonlar geliyor gözümün önüne.
hani küçük çocuklar henüz hayatı bilmezken, mesela gökyüzüne yükselen balonları kayıp ya da ziyan olarak değil rutini bozan büyüleyici bir tecrübe olarak algılayıp hayret ve şaşkınlıkla ve elbette mutlulukla balonların peşi sıra gökyüzüne bakar ya. tam da öyle.
'hoş geldiniz'ler ve 'hoş bulduk'lar havada uçuşup çarpışırken ben aşık olmuştum bile. aşk hayatımın ikinci bölümü. üstelik yaz aşkı.
sonrası bildiğimiz şeyler. oyunlarda eş olarak onu seçmeler, rakipse zalimce galibiyetler, iskelede onun yanına oturmalar, o hangi dondurmadan alırsa aynısından almalar, bazan bize emanet edilen bebek kardeş gülsün diye yapılan şaklabanlıklar.
sorulmadan, daha doğrusu soruya ihtiyaç duymadan anlatılan şeyler: eğitim- öğretim hayatım mesela. sağlık kolu başkanıydım, -ve ikinci sınıfta bir daha bırakmamak üzere kitaplık kolu başkanı olacağımı, hatta abartıp dünyadaki bütün kitaplıkların başkanı olacağımı elbette bilmiyordum-. kırmızı kurdeleyi ikinci takan ben olmuştum. sınıfça pikniğe gittiğimizde nedense yalnız kalmıştım ya da bana öyle gelmişti. ama sonuçta kendimi çok yalnız hissetmiştim.
sonra başka şeyler: benden küçük bir kardeşim olsun isterdim. çünkü ben abimi çok seviyordum. yok, büyük teyzemin büyük oğlu o. en çok babam seviyor beni, bir sürü hikâye bilir. babam annemin saraylı olduğunu söyler.
uzun bir tatildi. belki de başka bir şey vardı. dayımın okul arkadaşı bir kaç gün sonra otuz üç plakalı kırmızı opele binip gittiği halde se. ile se, annesi ve küçük kardeş kalmış, bahçe ortasındaki üç katlı o evin oyun için torunlara ayrılan üçüncü katı onlara verilmişti.
günler, haftalar uç uca eklenip geçmiş olurken se. bir gün beni otoparka çağırdı. pardon, o zaman orası otopark değildi. neden otopark dediysem? bahçenin uzak bir köşesine. "oley!" dedim içimden. "kalbini bana açacak." "kesin, beni sevdiğini itiraf edecek." "ya öpüşmek isterse?"
öpüşmek istemedi. itiraf da yoktu. ama kalbini açtı.
" benden yana bakmayı bırakmalısın," dedi. "önüne bak," değil, "benden yana bakma" ya da "beni unut" gibi bir şey.
şimdi olsa, "sana ne?" derdim. ya da edebiyat yapmak istersem; "seni seviyorsam bundan sana ne?" biraz kibirli olabilirdim pekala: "senden yana baktığımı nereden biliyorsun? görmek için senin de bana bakman gerekir."
sadece sustum, yutkundum, "kanadı kırık kuş" gibi "başımı eğip usul usul yürüdüm" ve çocukların yanına döndüm. işe güce, hayata, gündelik hayatın koşturmacasına.
tabiî ki vazgeçmedim ama yanına yaklaşmadım da. eş olduğumuz oyunlara bir bahane ile başlamadım, rakip olunca da bıraktım, kazanan o olsun.
yaz tatili bitti, geldikleri gibi gittiler. ben yine vazgeçmedim. sudan bahanelerle dayımlara gidip durdum. giderken adresimi bilmediği için oraya yollanmış bir mektup hayal ederek ya da içime doğan saçma sapan bir hisse itimat edip o gün bana bir haber geldiğini sanarak. mesela, bir sabah böğürtlen çalılarının orada bir kelebek görmüştüm, "sevgilim bir kelebek"ti, o halde bu işaretti.
ama hiçbir şey gelmedi. "sana adaklar adarım ama kurban vermem" dememiş olmanın pişmanlığıyla geçti günler. elbette şaka yapıyorum. nereden bileyim ben sekiz yaşında 'adak' nedir, 'kurban' ne?
bir gün, aniden, sanki bir hipnoz seansının sonunu işaret eden parmak şıklatmasını duymuşum gibi her şeyin bittiğine karar verdim. hayır, unutmadım. her şeyin bittiğine karar verdim.
tıpkı geçen gün bir vasıtanın arkasında gördüğüm cümle gibi; defoluyorum kalbinden hep istediğin gibi...
ne de olsa "kendimizden vazgeçtik senden de geçeriz".