31 Aralık 2018 Pazartesi

bulutlar eve döndüğünde

iki bin on yedi temmuzunun son günleriydi. yanımdan hiç ayırmadığım şımarıklık ile güzel bir şarkıya denk gelmenin mutluluğu birleşmiş, "galiba elimden tutup beni bu yazdan çıkartacak şarkıyı buldum," demiştim.

dönersen ıslık çal ve manuş baba'yı tüketmesem de eskittim. mevsimler, şehirler, takvimler değişti. bulutlar eve döndü. günlerce, tekrar tekrar dinlediğim bir sürü başka şarkı oldu.

ama o yazdan, iki bin on yedi yazından çıkabilmiş değilim hâlâ. hatta mutfaktan. ocakta çay. pencere açık. bahçenin yeşili, güllerin kadife kırmızısı çıldırmış. fırının hemen yanında yere çökmüş, sırtımı mutfak tezgahına yaslamışım.

az önce, "haber verdiğin için sağol abi," dedikten sonra kapattığım telefonun kararan ekranına bakıyorum.

ki abim, büyük teyzemin büyük oğludur.

28 Aralık 2018 Cuma

puslu

bir kaç gün önceydi. rehavet biraderimle fırsatını bulmuşken iki lafın belini kıralım dedik. fenerbahçe, fenerbahçe kadın voleybol, tenis sezonu, kadınlar, ilişkiler, filmler, kitaplar derken konu yayın dünyasına geldi.

telif mevzuuna da girip küçük prens ve stefan zweig bahsini de konuştuk. farkında mısınız bilmiyorum ama telif süresi dolar dolmaz onlarca yayınevi küçük prens bastı. her yer stefan zweig kitabı doldu.

hatta rehavet, almancadan türkçeye çeviri yapan bir arkadaşının, "alllah stefan zweig'tan razı olsun," dediğini anlattı. bu sayede cebi biraz olsun para görmüş.

muhabbetin bu kısmı, "üç gün sonra kürk mantolu madonna'nın telif süresi de doluyor, bakalım ne olacak?" sorusuyla bitmişti. daha doğrusu, "allah muhafaza!" nidalarıyla.

bu sabah, bana bir link yollamış. ve eklemiş: "hadi hayırlı olsun, ilk taşı puslu yayıncılık atmış./ adıyla müsemma."

25 Aralık 2018 Salı

yalan

"insan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur; yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatını bulduğunda değil."*

*: franz kafka, aforizmalar (nr.58)

22 Aralık 2018 Cumartesi

görülmek - iki

bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez.

ama oldu.

gece yarısını geçmişti. arjantin'in en büyük iki futbol kulübü river plate ve boca juniors arasında oynanacak ve güney amerika'nın şampiyonlar ligi olarak kabul edilen libertadores kupası'da şampiyonu belirleyecek finalin ikinci maçını bekliyordum. fakat maçtan önce çıkan olaylar yüzünden karşılaşma ertelenip duruyordu. bir saat, iki saat... sonra da başka bir tarihe, hatta başka bir kıtaya ertelendi zaten.

ben de bekleyişin o belirsiz zamanını doldurmak için internetin derinliklerine daldım. bir ara yolum bildiğim sokaklara düştü. ve onu gördüm. daha doğrusu o beni gördü. bakışlarını hafifçe kaldırmış, şair küstahlığıyla fotoğrafı çekene bakıyordu. ama ben onun bana baktığını hissettim. içime, daha da öteye.

bir bahçe ya da parkı yoldan ayıran tahta çite oturmuş, sağ eliyle tuttuğu kocaman, koyu mavi, neredeyse lacivert bir şemsiyenin altına sığınmıştı. sığınmış değil de şair ceketiyle şemsiyenin emniyetine yaslanmış gibi daha çok. işaret parmağında bir yüzük. sol eli ise çiti tutmuş. denge herkese gerek. o işaret parmağında da bir yüzük seçiliyor hayal meyal. galiba eş. dedim ya, denge şart.

bakışları gibi montu, montu gibi bordo renkli örtüsü de şairce. eteğinin grisinde yağmur izleri. daha doğrusu elbisesinin eteğinde.

belki de iki kişilik yağmurlu bir gün yürüyüşünün ardından varmış oraya. eğer öyleyse ani bir kararla oraya oturup, "hadi fotoğrafımı çek demiş," olmalı. emir de olabilir bu, şımarıklık da. ama yakışmadığını hiç kimse iddia edemez. onu bu fotoğrafa, çeken de ikna etmiş olabilir. hazırlıksız çünkü. orada öylece otururken, gövdesini hafifçe o yana dönmüş, poz yerine şair küstahlığını giyinmiş. giyinmemiş, muhtemelen hiç çıkarmamış.

yakın zamanda, ayna karşısında zalimlik ettiği aşikar kaşlarını saymazsak çok güzel. "orhan'ın" değil, "müslüm gürses'in şarkıları gibi güzel". sanki fotoğrafı çeken sevdiği adammış gibi güzel. bir kadının ancak sevdiği adamın çektiği fotoğrafta çıkabileceği kadar güzel.

belki de sevgilisi değil de bir arkadaşı çekmiştir fotoğrafı. eski sevgilisine neler kaybettiğini gösteriyordur. bu da ihtimallerden bir ihtimal. ama kimin umrunda.

çünkü, ben onun bana baktığını hissettim. dahası gördüğünü.

18 Aralık 2018 Salı

nigâr hanım

selçuk'la, biraz da fight club (1999) etkisiyle ortaya çıkan bir oyunumuz vardı. filmdeki, "hangi tarihi karakter/roman ya da film kahramanı ile dövüşmek isterdin?" sorusunu, günün anlam ve önemine göre değiştirip değiştirip sorardık. kime aşık olmak isterdin? kiminle sevişmek isterdin? kiminle röportaj yapmak isterdin? dedektif olsan yardımcının kim olmasını isterdin? hatta, -evet, şimdi sıkı durun- uşağının kim olmasını isterdin?

beethoven… ama cevabı kadın olabilecek tüm sorulara aynı yanıtı veriyordum: şâir nigâr hanım... bunda fotoğraflara konu olan güzelliği etkiliydi elbette. ama asıl etken, akademik bir çalışma olmasına rağmen, nazan bekiroğlu'nun duyarlılığından nasibini alan şâir nigâr hanım isimli çalışmaydı. defalarca okumuş, neredeyse her satırın altını çizmiştim.

nigâr hanım'ın edebi kimliğini belirleyen etkiler en sade çizgileriyle doğu ile batı, eski ile yeni, tanzimat ile servet-i fünun arasında olarak değerlendirilebilir. babası ile birinci dereceden ifadesini bulan batı zenginliği, nigâr hanım'a bildiği yabancı diller etkisiyle kitap ve gazete yoluyla, dahası o kadar içli dışlı olduğu bir istanbul levanten kesiminden de gelmektedir. denebilir ki tanzimatın birinci dereceden problemlerinden biri olan alafrangalaşma nigâr hanım'ın kendisinde daha başlangıçtan hazır bulduğu bir kıymettir ve ibrelerin alabildiğine batıyı gösterdiği böyle bir dönemde nigâr hanım'a karşı ilgisiz kalmak osmanlı aydını için kolay değildir. ancak nigâr hanım'da her zamab aynı ibrenin gösterdiği bir şark etkisi de mevcuttur ve bunu sağlayan simada o kadar çok yakındadır, annesi...

yani onun iki arada bir derede kalmışlığını seviyordum.

14 Aralık 2018 Cuma

tehlikeli şiirler: otuz sekiz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
turgut uyar'dan çılgın- hüzünlü* mesela

"çünkü yaşamak gibiydi yaptığı
anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü
akşamın dinginliğini otluyordu o zaman

her sabah denize çıkar, bir elma yerdi
hüznünü ve çılgınlığını elmanın
gözünü yumsan ağzında duyarsın

-ellerine bakma artık
çünkü kar yağıyor
çılgın hüzünlü-

büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü

çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
çılgın ya da hüzünlü

şimdi dolaşıyor aramızda
kıpkırmızı bir duygu olarak
doğudan batıya bir güz halinde
çılgın ve hüzünlü

biraz dağ yollarını öğrenmesi gerekir sanırım
kahırçeker mekkâri katırları gibi
onlar ki hiçbir şeyleri yok
korkunca çılgın sevince hüzünlü

-kar dindi
gerçekten dindi
ellerine bakabilirsin artık-"

*: büyük saat, yky yayınları- 5. baskı

12 Aralık 2018 Çarşamba

buldozer

güneş günün doğusunda görünüp de batarken aldığı renkleri geri vermeye başlayınca daha bir kaç gün önce apartmanken simdi küçük bir tepeyi hatırlatan tahta, tuğla, demir ve beton parçalarının üstünde "bunu ben yaptım!" dercesine duran buldozerin yer yer paslanmış sarı gövdesi ortaya çıktı.

9 Aralık 2018 Pazar

atışma - on bir

"hakkari'de bir mevsim"den "doğu öyküleri" devşiren ferit edgü, genç kızların sevgilisi, ergen erkeklerin idolü franz kafka'nın on altıncı aforizmasından da "binbir hece"ye bir öykü devşiriyor:

*

"kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı."*

"bir kuş bir kafes aramak için uçtu. /ve kanatları boş olarak döndü yanmış ormana."**


*: aforizmalar, altıkırkbeş yayın
**: binbir hece, can yayınları

6 Aralık 2018 Perşembe

günün sorusu: dünya

uyandığımızda bulduğumuz dünya ile uyurken bıraktığımız aynı dünya mıdır?

4 Aralık 2018 Salı

psikoloji, psikologlar ve psikiyatristler aleyhindedir

onu yaklaşık üç yıldır tanıyorum. kendi halinde biriydi. kaliteye işaret eden ilgi ve zevkleri, bazan kendine ölçüsüzce haksızlık eden bir yanı vardı. kendinden memnun olmamak değil, düpedüz haksızlık.

kendisine haksızlık yaptığını ona çok söyledim. kaldı ki, hiçbirimiz mükemmel değiliz. yakından bakınca herkeste bir kusur var. sahne ışıklarından biraz uzağa düşünce neredeyse bütün ünlülerin bize, "bu muymuş?" dedirtmesi biraz da bundan. çünkü o zaman sadece makyajsız ve estetik hallerini değil, biz ölümlerin katına inmiş sıradan birini görüyoruz.

bir gün yardım almaktan bahsetti. dedim ya, kendisinden memnun değildi. "buna gerek yok" da dedim, "psikolojinin insanı 'şey'leştiren, dolayısıyla ona nesne muamelesi yapan yanını sevmiyorum" da. birilerinin onu bir tarafı kırık nesne olarak görmesini istemezdim. hatta, bir terapi grubuna katıldığını duyunca, "o da ne? saadet zinciri ya da moon tarikatı gibi bir şey mi?" diye takıldım bile.

doğal olarak beni dinlemedi. yoluna devam etti. orada neler oldu bilmiyorum ama benim gördüğüm şu: kendisiyle ilgili şikayetçi olduğu şeylerin hiçbiri hallolmuş değil. yerli yerinde duruyor. ama o kusur saydıklarıyla barışmış durumda. kendisini olduğu gibi kabul etmek falan değil bu. sadece, kusur saydıklarını tuhaf bir arsızlıkla sahipleniyor şimdi.

ve o ilk değil. tanıdığım, yolu psikolojiye çıkan kim varsa aynı durumu gördüm. mesela, içlerinden birisi ilgi alanlarının sürekli değişmesinden şikayetçiydi. birden ney üflemek isterdi, hafta olmadan neyi unutmuş dağcılık merakıyla kendini dağ yollarına vurmuş olurdu. astroloji üzerine bir çanta dolusu kitabı günlerce yanında gezdirdikten sonra çok geçmez aynı çantadan kepçeler, semiz otu, bakla çıkardı. çocukluğumdan bu yana kısa film çekmeyi hayal ediyordum dediği akşamdan bir kaç gün sonra hostes olmak için gerekli şartları bilip bilmediğimizi sorardı. ertesi akşam yaratıcı yazarlık kursundan dönerken yanımıza uğrar, ebeveyn olmanın güzelliklerinden bahsederdi.

sonra yolu psikolojiye çıktı. çünkü bu huyunu sevmiyordu ve değiştirmek istiyordu. ama değişen tek bir şey olmadı. "sence de heveslerin çok hızlı değişmiyor mu?" dediğimde, yenilmiş gibi değil de gurur duyar gibi "ne yapabilirim, ben böyleyim" demesini saymazsak tabii.

özetle, çevremde kim psikolojiden, psikologlardan ya da psikiyatristlerden çare ummuşsa onları, sağ omzundaki geçmek bilmez ağrı yüzünden doktora giden ve kas tembelliğinden muzdarip olduğunu, küçük bir operasyonla kurtulabileceğini öğrendiği halde o operasyondan kaçan, kronikleşen ağrıyı günden güne alıştığı için daha az hisseden hastalara benzetiyorum.

ne sağ omzundaki kaslar iyileşmiş, ne ağrısı geçmiştir. sadece ağrıya alışmış, eskisi kadar hissetmez olmuştur.