30 Ocak 2022 Pazar
yayın dünyası
28 Ocak 2022 Cuma
moda
25 Ocak 2022 Salı
hiç, yoktan iyidir
21 Ocak 2022 Cuma
karne
17 Ocak 2022 Pazartesi
tehlikeli şiirler - elli altı
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altındaBir teneffüs daha yaşasaydı,Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdürDevlet dersinde öldürülmüştür.Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:- Maveraünnehir nereye dökülür?En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı morBir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştımO günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyikYavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:Ah ki oğlumun emeğini eline verdilerArkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarındaHer çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardırBütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek
14 Ocak 2022 Cuma
yeni yıla kötü kitapla başlamak ve başka şeyler
11 Ocak 2022 Salı
dakika ve skor
8 Ocak 2022 Cumartesi
bir masada iki kişi: onay
6 Ocak 2022 Perşembe
kapalı gözler
4 Ocak 2022 Salı
ihsan oktay anar'ın kadın kahramanları
mevzu101...
devam edeceğim. çünkü korkmuyorum.
dini sadece kadın üzerinden konuşan aşağılık tayfanın bir üyesi sanılmak tehlikesine, sertleşmiş erkek cinsel organını bir saldırı olarak algılayan dar kafalı feministlere ve bir insan pilav seviyorsa, kuru fasulye ve cacık da seviyordur diye düşünen, daha kötüsü öyle kabul eden yobazlara rağmen konuşacağım.
çünkü korkmuyorum.
çünkü ben erkek egemen olduğu iddia edilen gündelik yaşantıda 'kadınlık'ın tarafını tutuyorum. ve on iki yıl önce yazdığım cümlelerin altına hâlâ imzamı atabildiğim için kendimle gurur duyuyorum.
der demez, "keşke ze. bunları okusaydı da biricik olmadığını görseydi," diye geçti içimden. sonra da tebessüm ettim. evet, biraz buruk.
*
everest yayınları'na geçmiş olması umrumda değil ama ihsan oktay anar'ın sekiz yıl sonra roman yayınlayacağına dair haberler son anda da olsa geçen yılın yaptığı nadir güzelliklerden biriydi.
ertesi sabah, twitterın "sen seversin" diyerek önüme çıkardığı bir paylaşım ise ilk önce öfkelenmeme, sonra midemin bulanmasına, nihayet bu yazıya sebep oldu.
adını ilk defa duyduğum bir kullanıcı, vaktinde handan inci tarafından sorulan bir soruya atıfla, "neden romanlarınızda başlı başına 'hikâyesi olan' kadınlar yok?" sorusuna verdiği cevabı konuşmuyoruz" mealinde bir teklif sunuyordu.
böyle bir durum edebiyatın ya da edebiyat araştırmacılarının konusu olabilir ama hem "başlı başına hikâyesi olmayan bir kadın kahraman"ın yokluğu hem de buna verilen cevap kimseyi ilgilendirmez. kaldı ki, bu konuda akademik çalışmalar olduğunu biliyorum. son dönemde ben hıyarım diyene tuzlukla koşan islamcı ablaların bu bahiste takındıkları tavır ise hepsinden zavallı.
öncelikle yıllar evvel okuduğum -ve an itibariyle yazının sonuna eklemlemeye karar verdiğim- röportaj, o günden bu yana belleğimde ve arşivimde sakladığım, zaman zaman muhabbetle andığım bir edebiyat harikasıdır. soruların hepsine kısa ve şık, yani klas cevaplar vermiştir ihsan oktay anar. içten içe kıskandığımı ama bunu hayranlık kıyafetiyle sohbet ortamına saldığımı itiraf ederim.
daha açık söylemek gerekirse, "romanlarımda kadın yok. ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok." cevabını cımbızla çekip almak bana o ünlü fıkrayı hatırlatıyor: papa new york'a gider. uçaktan iner inmez ağzına mikrofon uzatan gazetecilerden biri, "new york'taki genelevler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sorar. papa da biraz şaşkınlık biraz da kaçamak dolu "new york'ta genelev var mı?" diye yanıtlar. ertesi gün gazetelerin manşetleri; "papa uçaktan iner inmez new york'ta genelev var mı, diye sordu."
isterseniz, "her kitabınızda karakter olarak gözüküyorsunuz. bunun ardındaki sır ne?" sorusuna verdiği cevabı da konuşalım: "son iki romanımda gözükmedim."
diğer yandan, bir yazarı eserinde olmayanlara göre eleştirmek ayıptır. üstelik bunu yapanların bir romanın içine sıkışan her türden çirkinliği, bu sanattır veya fikir özgürlüğü başlığı altında savunduklarına -ki haksız sayılmazlar: bence her şey sanatın konusu olabilir, muhatap olmak ya da sevdiklerini korumak kişilerin kendi tasarrufu- eminim.
yine aynı insanların "romanlarında başlı başına hikâyesi olan bir kadın kahraman" olan bir yazar olsa ihsan oktay anar'a, "neden eşcinsel bir karakter yok?", "kürtleri yok mu sayıyorsunuz?", "ermenilerin acılarına neden duyarsızsınız?", "türkiye'nin büyük yalnızlığı konuşulmayı hak etmiyor mu?", "neden akçaabat köftecilerinde vegan menü yok?" diye soracağına da eminim.
kısaca bu bahse takılmanın abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. ısrar ise üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek arzusu.
devam etmek yerine bikinili yakalansınlar ya da uygunsuz fotoğraflarını internetlere düşürsünler. fizikleri düzgünse gözümüz gönlümüz açılır en azından.
ya da iyisi mi röportajı baştan sona dikkatle okusunlar....
*
Erdal Öz Edebiyat Ödülü ve santralistanbul'daki İhsan Oktay Anar Sempozyumu… Bunların İhsan Oktay Anar'ın perdesini araladığını, büyüsünü bozduğunu düşünüyor musunuz? Zira edebiyat dünyasında, "Anar keşke o ödülü almasaydı" diyenler olmadı değil…
Erdal Öz'e olan saygımdan böyle bir şeyi aklımdan bile geçiremezdim.
Siz büyülü gerçekliği ustalıkla kullanan bir yazarsınız. Bu, öğrenilmiş bir şey mi? Bunda büyülü gerçekçiliğin babası Marquez'in tesiri ne kadar? Bu bağlamda Batı edebiyatındaki ustalarınız kimler?
Batı edebiyatındaki ustalarım Homeros'la başlar, Cervantes'le sürer, günümüze kadar gelir.
Peki, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nin yazı yolculuğunuzdaki yeri nedir?
Konuşulan Türkçenin birçok örneğinin yazılı Türkçeden daha güzel olduğunu gördüm. Evliya Çelebi de bunlardan biri.
E dergisindeki bir söyleşinizde "Asıl kimliğim yazarlık değil" demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Bir insanın asıl kimliği İnsanlıktır.
Romanlarınızda, başka bir dile çevrilince büyüsünü kaybedebilecek arkaik bir dil var. Eserlerinizin Batı dillerine çevrilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Zaten çevriliyorlar.
Siz dersiniz ki, "Ben bir bağa üzüm ekerim, hasat zamanı toplarım. Onun suyunu yatırır ve şaraba bırakırım. Şarabın tadı böyledir demek de doğru değildir. O yüzden ben de kitaplarımı konuşmam"...
Böyle bir şey demedim. Ama bir şey yapmak için sıfırdan başlamak gerekebileceğini söylemek için böyle bir örnek vermiştim. Şarapçı sıfırdan başlar. Ama yine de insanlar hazır içkilerden kokteyl yapmayı tercih edebilirler, buna bir şey diyemem, seçim meselesi.
Her kitabınızda karakter olarak gözüküyorsunuz. Bunun ardındaki sır ne?
Son iki romanımda gözükmedim.
Çok az konuşuyorsunuz ve mutsuz insanlar konuşur diyorsunuz. Kendinize mutlu bir insan diyebilir misiniz?
Evet, zaman zaman mutlu bir insanım.
Başta Amat olmak üzere kitaplarınızın tümünde adeta bir ‘bilinmeyen kelimeler senfonisi' yükseliyor. Ancak metnin kendi kontekstinde bu kelimeler hiç de sırıtmıyor. Sizce bu durum, anlatımın akışkanlığından mı kaynaklanıyor?
Bunu bilemem. Sadece kendimi ifade ederken böyle bir dil bana daha uygun geliyor.
İstanbul'u çok az görüp de, bu kadar iyi anlatabilmenin sırrı yalnızca tahayyül gücü müdür? Eski İstanbul'u anlatan kitaplara merakınızın derecesi nedir?
Anlattığım İstanbul 17. yüzyılın İstanbul'u. Ben dahil şimdi yaşayan hiçbir kimse o İstanbul'u görmedi.
Sizin için yapılan "Felsefeciliği, edebiyatçılığı kadar iyi değil." yorumları için ne diyorsunuz?
Eğer iyi bir edebiyatçıysam, bu belki de felsefeciliğimden ileri geliyor.
Öğrencilerinize öğütlediğiniz en önemli şeylerden biri sözlük okumaları. Neden bu kadar üzerinde duruyorsunuz bu konunun?
Sözlüğü kitap gibi okumalarını söylemiyorum elbette. Sık sık sözlüğe başvurmalarını söylüyorum.
Tamu adında yayımlanmamış bir ilk romanınız var. Hakiki okurlarınızın merakla beklediği bu kitabı yayımlamayı düşünüyor musunuz?
Tamu ilk romanımdı. Onu artık iyi bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bu yüzden yayımlamayı düşünmüyorum.
*Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda Anar'ın romanlarında kadınlara yer verilmediği söylendi ve onun için 'kadınsız romancı' ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar'ın romanlarında başlı başına 'hikâyesi olan' kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı? (Handan İnci)
Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok.
*Merak ediyorum, hayal dünyanızda bulduğunuz ve kurduğunuz karakterleri ve hadiseleri, şu yaşadığımız dünyanın hallerinden daha fazla sevdiğiniz oluyor mu? Bir dünyadan bir dünyaya geçişi nasıl sağlıyorsunuz? "Orada" kalmayı istediğiniz, "gerçek" dünyaya dönmekte zorlandığınız oluyor mu? (Elif Şafak)
Zaman zaman böyle düşündüğüm oluyor ama çoğu zaman kafamın içindeki dünyayla kafamın dışındaki dünya arasında bir fark bulamıyorum.
*Mekânın ve coğrafyanın yazarın anlatma arzusuna etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz? Mekânın tarihselliği yazıya ne katar? Tersi de tartışılmalı: Yazı, mekânın tarihselliğine bir katkıda bulunur mu? Kısacası coğrafyası ve mekânı belli olan, üstelik bunda ısrar eden bir romancı olmak nasıl yorumlanmalıdır?(Gürsel Korat)
Bu yazarın kim, nasıl bir yazar olduğuna bağlı. İkinci sorunuz için evrensel bir formül veremem. Son sorunuza, günümüz İstanbul'unu anlatan ve anlatmakta ısrar eden değerli romancılarımızı örnek göstererek cevap verebilirim.
1 Ocak 2022 Cumartesi
elde var hüzün
bu sabah da hep olduğu gibi erken uyandım. ama kendi kendime "biraz daha uyumalısın," diyerek yatakta kaldım ve gözlerimi sımsıkı kapattım. aklımdan bir sürü şey geçti o sırada. ister istemez, geçen seneyi de düşündüm.
lise ve üniversitedeki ilk yılı saymazsak hayatımın en kötü senesiydi. çünkü, o yıllar dışında elimdeki iplerin bu denli az olduğunu hiç hatırlamıyorum. yapmak istediklerimle yapabileceklerim, hayalllerimle elimden gelenler arasındaki fark hiç bu kadar çok olmamıştı sanki.
yine de hayattayız ve dilimizde iyimserlik duası. bu yüzden karamsar ve şükürden uzak kelimeler yok hayatımda. mutluluk budalası kelimeler de şu an yalan kokar. cam kırıkları gibi rahatsızlık verir.
iyisi mi hüzünden konuşalım. ki, hüzün en çok yakışandır bize. belki de en iyi anladığımız...
ilki bir filmden: the hand of god (2021)..."tanrının eli" sadece falkland yani malvinas'ın intikamı için shilton'ın kalesine giden topa dokunmamış, günümüzün kayda değer yönetmenlerinden paolo sorrentino'nun da hayatını kurtarmıştı.
film bundan bahsedermiş gibi yapıyor ama asıl derdi büyümek. hüzün için her şey müsait yani. büyüme hikâyesi, geniş aile ve dahi çekirdek aile, seksenler, maradona, deniz ve yüzmeler... ama bu sahne başka.
fabietto'nun hayran olduğu bir karakter var. serseri, kural tanımaz, hatta kanunlara karşı gelen bir denizci. tam da büyümekte olan erkek çocuklarının hayran olacağı bir tip. bu adamın en büyük hayali ise zengin olup yırtmak ve bir offshore teknesi sahip olmak. sohbetlerinden birinde fabietto'ya offshore teknelerin çıkardığı sesi anlatır hatta.
filmin sonuna doğru, büyümenin eşiğinden atladı atlayacak fabietto, çocukluğuyla vedalaşırken hayal mi gerçek mi olduğu bilinmez bir sahnede hapisteki bu adamı ziyaret eder. ziyaretin ardından tam kapıdan çıkacakken geriye döner ve dudağında buruk bir tebessümle hâlâ görüşme masasında oturan adama sorar: "bir offshore teknesi iki yüzle giderken nasıl ses çıkarır biliyor musun?"
cevabı da kendisi verir. tıpkı adamdan öğrendiği gibi: "tuf. tuf. tuf. tuf..."
birbirlerine bakıp gülümserler.
ikincisi ise bir kitaptan: köken... bana bir defa daha, insan bildiği şeyleri anlatmalı, dedirten kitap. çünkü, sahte ya da yapıştırma durmasındansa otobiyografik unsurları tercih ederim. yugoslavya kökenli yazar saša stanišić, edebi dehasını bir defa daha sergilerken sık sık aile geçmişinden ve kişisel tarihinden yardım alıyordu.
onlardan biri de, alman şehri heidelberg'in güneyinde emmertsgrund adlı bir mahallede geçen ilk-gençlik günleriydi. betonun ve göçmenlerin çok olduğu bir mahalle. bırakayım o anlatsın.
"emmertsgrund'de herkes el ele vermişti. bosnalılarla türkler, yunanlar ve italyanlar, rusya almanları, polonya almanları, almanya almanları. ara ara birden sıska, suskun gözleri kan çanağı olmuş siyahlar türerdi, hemen anlardık, afrika'nın bir köşesi yine ateş almış."
hüzün neymiş anlamak için, yazları bile içine kendisinden bir tane daha alabilecek montlarla dolaşan, zayıf bacakları pantolonlarının içinde kaybolan ama güldü mü kocaman gülen o "siyahları" görmeniz gerekir.
*
mutlu bir sene olsun. sağlıklı, huzurlu, sevdiklerimizle daha çok zaman geçirdiğimiz... acı değilse de hüzün yöremizden eksik olmasın.
ne de olsa, "hüzün ki en çok yakışandır bize".