30 Ocak 2022 Pazar

yayın dünyası

bir seda ersavcı değilse de, yalnızca fransız teğmenin kadını ve utanç'ı çevirmekle bile gönlümüzde müstesna bir yer edinen yazar* aslı biçen'in bir röportajını okudum geçenlerde.

bu röportajda, edebiyat ortamından neden uzaklaştığına dair söylediği sebeplerin ikincisi jaguar yayınlarına duyduğumuz muhabbeti de çok iyi açıklıyor:

"edebiyat âleminden uzaklaşmamın iki sebebi var sanırım. (...) ikincisi, edebiyat âleminin epey piyasalaşmış olması. bin dokuz yüz doksanlarda çeviriye ilk başladığımda etrafımda gördüğüm yayıncılar yaptıkları işten heyecan duyardı, yayınladıkları kitaplar onlar için önemliydi. kitaplarla okurlara bir katkıda bulunmayı hedeflerlerdi. şimdi maalesef bütün dünyada olduğu gibi bizde de işin bu manevi yanı, iyi kitap basmanın verdiği haz ve tatmin, yerini tamamen çok satacak kitap aramaya, bulmaya, avlamaya bıraktı. bir de otuz senedir çeviri yapıyor olmak ve yayıncılık piyasasını, buradaki sömürü hikâyelerini, haksızlıkları çok iyi biliyor olmak beni sektörden iyice soğuttu sanırım."


*: elime tutun, inceldiği yerden, tehdit mektupları

28 Ocak 2022 Cuma

moda

bulduğu her fırsatta kümelere ayrılmaktan büyük keyif alan insanlığın üzerinde ittifak ettiği nadir konulardan biridir moda. gereksizdir, başkalarınca belirlenmiş ritimlere göre dans etmeye benzer. o havayı sevmiyoruzdur, o dans tarzımız değildir ama kendimizi sahnede buluveririz.

kapitalizmin en sevdiği oyun alanlarından biridir aynı zamanda. insanlar tüketsin, para harcasın, harcayabilmek için kazansın, kazanmak için çalışsın diye uydurulmuş bir yöntemdir adeta.

atmaya kıyamayız ama giymeyiz de dizi yırtık siyah kot pantolonları. dolapta öylece durur. çünkü devir yüksek bel, taşlanmış kotların devridir. benden duymuş olmayın ama giyenlerin yüzde doksanına yakışmıyor.

aşk nefret ilişkisi de denilebilir moda ile aramızdakine. sohbetlerde eleştirir, yazılarda yerin dibine sokarız ama kayıtsız kalamayız.

çünkü, modanın hayat kurtaran bir yanı da olduğunu biliriz içten içe. bütün gün, "bugün ne pişirsem?" diye düşünen, sorunun yemek yapmak değil ne pişireceğine karar verememek olduğunu iddia eden ev kadınlarının düştüğü kuyuya düşmekten kurtarır bizi mesela. takvim yapraklarını süsleyen "günün menüsü" gibi ip-ucu vazifesi görür. fikir verir.

bile isteye boyun eğdiğimiz bir emirdir aslında bu fikir. bile isteye diyorum, çünkü bizi risk almaktan kurtarır. herkes gibi olmanın güvenli limanına giriş yapmamızı sağlar. kötüyse herkes gibi kötüdür bluzumuz. başkalarından kötü olmasın da iyi olmasına gerek yok çünkü.

doğrudur, bize bir takım modelleri benimsetmek için her köşede karşımıza çıkar. ama bizim yerimize karar vermekle bizi düşünmekten kurtardığını, rahatlattığını da inkar edemeyiz. önce yatıştırır, sonra ikna eder. bizi tek tipleştirmeden önce karmaşadan çekip alır.

yine de, siz siz olun içinde kaybolduğunuz o trençkotları giymeyin. şişko olduğunuzu saklamıyor. aksine...

25 Ocak 2022 Salı

hiç, yoktan iyidir

"o hikâye bitti. onu terk ettim," dediğinde hem şaşırdım hem geçmişe gittim.

üniversite. arkadaşların yanına geldiğimde bir kişinin eksik olduğunu gördüm. aldığım cevaba ise inanamadım. melih buse'nin yanındaymış. hayır, şaka değilmiş. iyi de o iş açılmadan kapanan defterler rafına kalkmamış mıydı? daha en başta, o kadar net, hayır, demişti ki buse, ben bile kendimi reddedilmiş hissetmiştim. kantindeki masaların, okuldaki sıraların bile öyle hissettiğine eminim hatta. melih bir süre üzgün ve kalbi kırık dolaşmış ama o akşama kadar bu bahis bir daha açılmamıştı. çünkü emindik; o kızın gönlü yoktu bizimkinde.

çok geçmedi, melih geldi. saç baş dağınık, yüzü kıpkırmızı. bütün bunların ötesinde ruh hali. nasıl desem bir cinnetten çıkmış gibi. endişelenmedik dersem yalan olur. dünyanın en ayıp, en çirkin, en günah ama bir o kadar da saçma cevaplarından birini alacağımızı bilmeden korka korka, "n'oldu oğlum sana?" diye sorduk.

"buse'ye tokat attım," dediğinde, "ruh hastası mısın sen"  diye sormadı hiçbirimiz. çünkü ruhu hasta olmayan biri bırakın bunu yapmayı aklına bile getirmezdi. o şaşkınlık ve kızgınlık arasında birinin "manyak mısın oğlum? niye böyle bir şey yaptın?" dediği duyuldu. manyakmış. hayatım boyunca duyduğum en saçma, en tuhaf ve de en hastalıklı cevabı verdi: benden nefret etsin, beni ihtimal olmaktan çıkarsın istedim.

melih iyi çocuktur. karıncayı bile incitmez. içine kapanık değilse de sessiz sedasız, kendi halinde yaşar bu hayatı. sadece büyüklere değil herkese saygılıdır. ailemle tanışmasından mutlu olduğum, misafir etmekten onur duyduğum bir arkadaşımdır. ama yaptığı bu şey sadece kötü, çirkin ve ayıp değil saçma sapandı da. kız "hayır," demiş başka bir ihtimalin kırıntısını bile bırakmamıştı. öyle ki, bizden tarafa baktığında bir kişi eksik gördüğüne bugün bile eminim. ve bizim vandal, bu kız kendisinden nefret etsin, onu bir ihtimal olmaktan çıkarsın istiyordu.

saşkınlığıma eşlik eden, geçmişe gittiğim kısacık suskunluktan sonra "onun bundan haberi var mı?" dedim.

bahsettiği hikâye uzun zamandır vardı ama yıllar önce ikisinin yolları ayrılmıştı. ya da kız gitmiş, o kalmıştı. aralarında hâlâ bir bağ olsa da iletişimleri neredeyse yoktu.

yerinde olmayı istemezdik ama hayatını -gel, derse gidebilecek- şekilde düzenlemesini, hayatına giren kadınlara yalandan da olsa gelecek sözü vermeyişini, dürüstçe anı yaşamaktan ve o anları birleştirip günler inşa etmekten bahsetmesini severdik. bir de, "şimdiki ben olarak söz verebilirim gelecekteki beni bilmiyorum" gibi laflar ederdi.

bende hayranlık uyandıran ise, edilgenlik gibi görünen duruşunda baştan ayağa muktedirlik olmasıydı. "hayat ne getirirse getirsin üstesinden gelirim," der, öyle de yaşardı bence.

cevap vermedi. sadece, sanki bilmiyorsun, der gibi baktı yalnızca. "n'oldu peki?" dedim.

"bensiz yapabildiğini anladım. önceden buna ihtimal vermez, "aynı gök kubbe altında ayrı" oluşumuz benim, onun, toplumun, tanrının koyduğu duvarlar yüzünden derdim. ama artık anladım. ya da kabul ettim: iletişim şansına sahip olduğumuz halde beni görmeden, sesimi duymadan, herhangi bir konuda fikrimi merak etmeden, bana bir şeyleri anlatma isteği ve ihtiyacı duymadan yaşayabiliyor."

21 Ocak 2022 Cuma

karne

karne notları yüksek olursa iyi insan olacağını düşünen ve eğitim hayatının son dönemi dışında bu düşüncesine uygun davranmış biri olarak yazıyorum bunları.

şimdiden farklı, toplumun ve tanrının kurallarına uyarsak iyi insan olunacağı söylenen bir kuşaktı bizimkisi. notlarımız iyi olursa da iyi insan olacaktık haliyle.

ama öyle değil. ne başarı ne mutluluk ne de makam ve mevkilerin okulda başarılı, karnede yüksek notlara sahip olmakla ilgisi yok. kiminin dehası okul sonrasında ortaya çıkıyor, kimi siyasi ya da çevre desteğiyle hiç de hakkı olmayan yerlere gelip, haram - helal nutukları atıyor.

ve elimizde kimselerin rağbet etmediği bir cümle kalıyor: iyi insan olmanın iyi karne notlarıyla bir ilgisi yok.

/zaten okul dediğimiz nedir ki? çocukların ve gençlerin, yaramazlık yapmasınlar, yalan yanlış yollara sapmasınlar diye bir denetleyicinin kontrolünde günün belirli bir kısmını geçirdiği binalar./

evet, bugün karne günü. kış tatili başlıyor. dilerim, hiç olmazsa bir kaç günü karlı geçer.

o zaman ece ayhan'ı anabiliriz. yani türk şiirini şiir yapanlardan ece ayhan çağlar'ı.

bir kaç yıl önce sosyal medyada gördüğüm bir fotoğraf var. görür görmez hem belleğime hem de telefonun hafızasına kaydettiğim bir fotoğraf: büyük, kara kaplı bir defterden bir sayfa.

büyük ve kara kaplı benim tahminim. öyle olmalı diyorum içimden. otuzlu - kırklı yıllar. ne bilgisayarlar ne de başına 'e' gelen karneler var. bu deftere öğrencilerin karne notları yazılmış.

ece ayhan'ın hanesinde 'orta'lar, 'iyi'ler gırla gidiyor. 'pekiyi'ler ise nadirattan. tesadüf bu ya, iki sıra üstünde bir öğrenci var. bütün notları 'pekiyi'.

adını ise hiçbir yerde duymadım. her şeyi bilmediğimi, işin doğrusu pek az şey bildiğimi bildiğimden googlea dahi sordum. ne wiki ile başlayan ansiklopedi ne ekşi ile başlayan sözlük ne de sokak adı... tek bir şey dahi göremedim.

/belki erken yaşta hayatını kaybetti, belki çocukluk aşkıyla evlenip memur oldu, belki babası inşaat malzemesi satan dükkanın başına geçmesini istedi, belki çalışıp ailesine destek olmak için okulu bıraktı... bu durum, düşüncemi değil örneğimi yanlışlar sadece./

diğer yandan ece ayhansız bir türk şiiri nasıl bugün düşünülemiyorsa gelecekte de düşünülemeyecek. ece ayhan hep var olacak. birileri onu okuyacak, onun gibi olmak isteyecek, etkilenecek, anlatacak.

diyeceğim o ki, karne notları -o da objektif bir değerlendirme ile- sadece ders başarınızı ölçer. iyi insan olmak, mutlu olmak, başarılı olmak ise bambaşka şeyler.

17 Ocak 2022 Pazartesi

tehlikeli şiirler - elli altı

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
ece ayhan'dan meçhul öğrenci anıtı mesela...

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
- Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
- Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

14 Ocak 2022 Cuma

yeni yıla kötü kitapla başlamak ve başka şeyler

bu kitabı herkes okumamalı.

sadece kendisinde yazarlık istidadı olduğunu düşünen, yazarlık hayali kuran, gözlerinin önünden ellinci baskılar, hayran mektupları, imza kuyrukları geçen ve arkadaş, eş, dost ve akrabalarının, "sen kitap yazsan ilk okuyan ben olurum," dediği insanların hepsi okumalı.

*

bir kaç ay evvel satın alırken de, yeni yılın ilk kitabı olarak okumaya başlarken de bu kitabı sevmeyeceğimi, tarzım olmadığını biliyordum. ama okumak için nedenlerim vardı. ben de okudum.

"üstelik," dedim başıma gelecekleri bilerek. "yıl boyunca daha kötüsünü okumayacağımı bilmek iyi olur."

kitabı gerçekten de sevmedim. kitapları yarıda bırakmayı ilk seçenek görenlerden olsaydım her elime alışta bir daha okumamak üzere terk ederdim. zaman zaman parlak anlar var elbette. ama hepsi o kadar.

zaman zaman "hristiyan tarihe meraklı, incil hakkında fikir sahibi olsaydım farklı mı olurdu" diye düşündüğüm yerler de oldu. çünkü incil'e paralel bir anlatı olması, hikâyedeki gelişmeleri incil'e uydurmuş olması mümkün yazar alix christie'nin.

yine de fikrim net: kimseler okumasın. yukarıda bahsettiğim grup dışında.

üstelik çeviri de, editöryal katkı da kötü. almanya'da geçen bir kitabı çevirirken, sırf ingilizce yazıldı diye şahıs, yer, bölge ve kent isimlerini ingilizcedeki haliyle bırakmak hem yanlış hem ayıp. "rhine havzası"nı "ren havzası" olarak çevirmezsen çevirme ama hiç olmazsa orijinalini kullanıp "rhein" de. hadi "kara orman" demiyorsun ya da öyle olduğunu bilmiyorsun, neredeyse türkçeye bile geçmiş "schwarzwald" yerine "black forest"ı olduğu gibi bırakmak da nedir?

ölçüsüzce oraya buraya serpiştirilen noktalama işaretlerini, konuyla hiçbir ilgisi olmadığı halde "1450 yılının paris'i" diye başlayan arka kapak yazısını söylemiyorum bile.

ya da söylüyorum.

*

peki, neden yukarıda bahsettiğim grup okumalı?

hayır, "nasıl yazmamaları gerektiğini öğrensinler diye" değil. bunu öğrenebilecekleri o kadar çok kitap var ki.

kitabı yazan hanımefendinin aklından geçenin ikinci bir gülün adı olduğuna eminim. fikir parlak, olayın tarihteki önemi tartışılmaz, asıl mesleği gazetecilik olan yazarın şüphesiz iyi bir kalemi de var. neden olmasın yani?

tıpkı kelimelerle arası iyi, eli kalem tutan çoğu insanın aklından geçenler gibi. ama öyle olmuyor işte. ve öyle olmadığın anlasınlar diye okusunlar isterim bu kitabı.

zihinlerinde, hayallerinde büyüttükleri hikâyelerin kelimeleşirken nasıl büyüsünü kaybettiğini, tavsiye ve editöryal katkılarla nasıl başka bir şeye dönüştüğünü görsünler diye.

dahası kitapsız bir hayatın mümkün, hatta daha güzel olduğunu anlasınlar diye.

belki de o kadar yetenekli olmadıklarını anlasınlar diye.

"bu kadar kötü bir romanı yayınlamışlar, üstelik başka dillere de çevirmişler, ben niye geri durayım?" diyenler çıkacaktır elbette. onlara ise kolaylık dilerim.

11 Ocak 2022 Salı

dakika ve skor

"Kâtipler genellikle yazmalarının kenarlarına, Tanrı'nın eserini yazarken çektiklerini not alırlardı. Bir boşlukta, ince bir şikayet gizlenirdi: Mürekkep azaldı, gece her an çökebilir. Şimdilik bırakıyorum. İsa aşkına içecek bir şeyler getirin. Yazmak kaburgaları çökertir, sırtı mahveder ve gözleri yaşlarla doldururdu. Peter, bir defasında Paris'teki Saint- Viktor'un kütüphanesinde aynı kâtibin elinden çıkmış bir dizi not bulmuştu: Bu parşömen çok tüylü, diye mızmızlanmıştı, bu lambanın ışığı çok kötü. Yine de bir metal şaftının başında saatlerce oturana dek, kâtibin son düşüncesini tam manası ile anlayamamıştı: Denizcilerin kıyıyı beklemesi gibi bekler kâtipler son satırı."*


*: alix christie, gutenberg'in çırağı

8 Ocak 2022 Cumartesi

bir masada iki kişi: onay

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- buradayım, çünkü,  bana söylemek istediğiniz şeyler olduğunu hissettim.

- hayır. defalarca hayır. bunu kabul etmiyorum.

- neye hayır? neyi kabul etmiyorsunuz?

- buradasınız, çünkü, beni görmek istediniz. çünkü beni özlediniz.

- kelimelere muhtaç olanlardansınız demek?

- benim kelimelerimle karşılık vermeniz gurur verici ama istediğim bambaşka bir şey. siz de duyun istiyorum.

- duyunca ne olacak?

- gerçeklik kazanacak. asla kaybolmayacak bir onay kayıtlara geçecek. ve isteseniz de inkar edemeyeceksiniz bundan böyle. tıpkı gözlerimizle gördüğümüz ve beğendiğimiz hâlde bir ayakkabıyı elimize alıp  bir defa da dokunarak varlığına onay vermek gibi olacak.

*

ve bu, benden çok size iyi gelecek...

6 Ocak 2022 Perşembe

kapalı gözler

bir adam varmış. herkes gibi, sıradan.

efsaneye göre bu adam, sol gözüyle baktığında geçmişi, sağ gözüyle baktığında ise geleceği görürmüş. şimdiyi görebilmek içinse gözlerini kapatması gerekiyormuş.

"anı yaşayabilmek ancak geçmişi ve geleceği unutmakla mümkün olabiliyor," demiş bu efsaneyi duyan bir başka adam.

"eskiden olsa," diye eklemiş. "aslolan gözlerimiz kapalıyken gördüklerimiz," derdim.

4 Ocak 2022 Salı

ihsan oktay anar'ın kadın kahramanları

mevzu101...

devam edeceğim. çünkü korkmuyorum.

dini sadece kadın üzerinden konuşan aşağılık tayfanın bir üyesi sanılmak tehlikesine, sertleşmiş erkek cinsel organını bir saldırı olarak algılayan dar kafalı feministlere ve bir insan pilav seviyorsa, kuru fasulye ve cacık da seviyordur diye düşünen, daha kötüsü öyle kabul eden yobazlara rağmen konuşacağım.

çünkü korkmuyorum.

çünkü ben erkek egemen olduğu iddia edilen gündelik yaşantıda 'kadınlık'ın tarafını tutuyorum. ve on iki yıl önce yazdığım cümlelerin altına hâlâ imzamı atabildiğim için kendimle gurur duyuyorum.

der demez, "keşke ze. bunları okusaydı da biricik olmadığını görseydi," diye geçti içimden. sonra da tebessüm ettim. evet, biraz buruk.

*

everest yayınları'na geçmiş olması umrumda değil ama ihsan oktay anar'ın sekiz yıl sonra roman yayınlayacağına dair haberler son anda da olsa geçen yılın yaptığı nadir güzelliklerden biriydi.

ertesi sabah, twitterın "sen seversin" diyerek önüme çıkardığı bir paylaşım ise ilk önce öfkelenmeme, sonra midemin bulanmasına, nihayet bu yazıya sebep oldu.

adını ilk defa duyduğum bir kullanıcı, vaktinde handan inci tarafından sorulan bir soruya atıfla, "neden romanlarınızda başlı başına 'hikâyesi olan' kadınlar yok?" sorusuna verdiği cevabı konuşmuyoruz" mealinde bir teklif sunuyordu.

böyle bir durum edebiyatın ya da edebiyat araştırmacılarının konusu olabilir ama hem "başlı başına hikâyesi olmayan bir kadın kahraman"ın yokluğu hem de buna verilen cevap kimseyi ilgilendirmez. kaldı ki, bu konuda akademik çalışmalar olduğunu biliyorum. son dönemde ben hıyarım diyene tuzlukla koşan islamcı ablaların bu bahiste takındıkları tavır ise hepsinden zavallı.

öncelikle yıllar evvel okuduğum -ve an itibariyle yazının sonuna eklemlemeye karar verdiğim- röportaj, o günden bu yana belleğimde ve arşivimde sakladığım, zaman zaman muhabbetle andığım bir edebiyat harikasıdır. soruların hepsine kısa ve şık, yani klas cevaplar vermiştir ihsan oktay anar. içten içe kıskandığımı ama bunu hayranlık kıyafetiyle sohbet ortamına saldığımı itiraf ederim.

daha açık söylemek gerekirse, "romanlarımda kadın yok. ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok." cevabını cımbızla çekip almak bana o ünlü fıkrayı hatırlatıyor: papa new york'a gider. uçaktan iner inmez ağzına mikrofon uzatan gazetecilerden biri, "new york'taki genelevler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sorar. papa da biraz şaşkınlık biraz da kaçamak dolu "new york'ta genelev var mı?" diye yanıtlar. ertesi gün gazetelerin manşetleri; "papa uçaktan iner inmez new york'ta genelev var mı, diye sordu."

isterseniz, "her kitabınızda karakter olarak gözüküyorsunuz. bunun ardındaki sır ne?" sorusuna verdiği cevabı da konuşalım: "son iki romanımda gözükmedim."

diğer yandan, bir yazarı eserinde olmayanlara göre eleştirmek ayıptır. üstelik bunu yapanların bir romanın içine sıkışan her türden çirkinliği, bu sanattır veya fikir özgürlüğü başlığı altında savunduklarına -ki haksız sayılmazlar: bence her şey sanatın konusu olabilir, muhatap olmak ya da sevdiklerini korumak kişilerin kendi tasarrufu- eminim.

yine aynı insanların "romanlarında başlı başına hikâyesi olan bir kadın kahraman" olan bir yazar olsa ihsan oktay anar'a, "neden eşcinsel bir karakter yok?", "kürtleri yok mu sayıyorsunuz?", "ermenilerin acılarına neden duyarsızsınız?", "türkiye'nin büyük yalnızlığı konuşulmayı hak etmiyor mu?", "neden akçaabat köftecilerinde vegan menü yok?" diye soracağına da eminim.

kısaca bu bahse takılmanın abesle iştigal olduğunu düşünüyorum. ısrar ise üzüm yemek yerine bağcıyı dövmek arzusu.

devam etmek yerine bikinili yakalansınlar ya da uygunsuz fotoğraflarını internetlere düşürsünler. fizikleri düzgünse gözümüz gönlümüz açılır en azından.

ya da iyisi mi röportajı baştan sona dikkatle okusunlar....

*

Erdal Öz Edebiyat Ödülü ve santralistanbul'daki İhsan Oktay Anar Sempozyumu… Bunların İhsan Oktay Anar'ın perdesini araladığını, büyüsünü bozduğunu düşünüyor musunuz? Zira edebiyat dünyasında, "Anar keşke o ödülü almasaydı" diyenler olmadı değil…

Erdal Öz'e olan saygımdan böyle bir şeyi aklımdan bile geçiremezdim.

Siz büyülü gerçekliği ustalıkla kullanan bir yazarsınız. Bu, öğrenilmiş bir şey mi? Bunda büyülü gerçekçiliğin babası Marquez'in tesiri ne kadar? Bu bağlamda Batı edebiyatındaki ustalarınız kimler?

Batı edebiyatındaki ustalarım Homeros'la başlar, Cervantes'le sürer, günümüze kadar gelir.

Peki, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nin yazı yolculuğunuzdaki yeri nedir?

Konuşulan Türkçenin birçok örneğinin yazılı Türkçeden daha güzel olduğunu gördüm. Evliya Çelebi de bunlardan biri.

E dergisindeki bir söyleşinizde "Asıl kimliğim yazarlık değil" demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Bir insanın asıl kimliği İnsanlıktır.

Romanlarınızda, başka bir dile çevrilince büyüsünü kaybedebilecek arkaik bir dil var. Eserlerinizin Batı dillerine çevrilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Zaten çevriliyorlar.

Siz dersiniz ki, "Ben bir bağa üzüm ekerim, hasat zamanı toplarım. Onun suyunu yatırır ve şaraba bırakırım. Şarabın tadı böyledir demek de doğru değildir. O yüzden ben de kitaplarımı konuşmam"...

Böyle bir şey demedim. Ama bir şey yapmak için sıfırdan başlamak gerekebileceğini söylemek için böyle bir örnek vermiştim. Şarapçı sıfırdan başlar. Ama yine de insanlar hazır içkilerden kokteyl yapmayı tercih edebilirler, buna bir şey diyemem, seçim meselesi.

Her kitabınızda karakter olarak gözüküyorsunuz. Bunun ardındaki sır ne?

Son iki romanımda gözükmedim.

Çok az konuşuyorsunuz ve mutsuz insanlar konuşur diyorsunuz. Kendinize mutlu bir insan diyebilir misiniz?

Evet, zaman zaman mutlu bir insanım.

Başta Amat olmak üzere kitaplarınızın tümünde adeta bir ‘bilinmeyen kelimeler senfonisi' yükseliyor. Ancak metnin kendi kontekstinde bu kelimeler hiç de sırıtmıyor. Sizce bu durum, anlatımın akışkanlığından mı kaynaklanıyor?

Bunu bilemem. Sadece kendimi ifade ederken böyle bir dil bana daha uygun geliyor.

İstanbul'u çok az görüp de, bu kadar iyi anlatabilmenin sırrı yalnızca tahayyül gücü müdür? Eski İstanbul'u anlatan kitaplara merakınızın derecesi nedir?

Anlattığım İstanbul 17. yüzyılın İstanbul'u. Ben dahil şimdi yaşayan hiçbir kimse o İstanbul'u görmedi.

Sizin için yapılan "Felsefeciliği, edebiyatçılığı kadar iyi değil." yorumları için ne diyorsunuz?

Eğer iyi bir edebiyatçıysam, bu belki de felsefeciliğimden ileri geliyor.

Öğrencilerinize öğütlediğiniz en önemli şeylerden biri sözlük okumaları. Neden bu kadar üzerinde duruyorsunuz bu konunun?

Sözlüğü kitap gibi okumalarını söylemiyorum elbette. Sık sık sözlüğe başvurmalarını söylüyorum.

Tamu adında yayımlanmamış bir ilk romanınız var. Hakiki okurlarınızın merakla beklediği bu kitabı yayımlamayı düşünüyor musunuz?

Tamu ilk romanımdı. Onu artık iyi bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bu yüzden yayımlamayı düşünmüyorum. 

*Bilgi Üniversitesi'nde yapılan sempozyumda Anar'ın romanlarında kadınlara yer verilmediği söylendi ve onun için 'kadınsız romancı' ifadesi kullanıldı. Gerçekten de Anar'ın romanlarında başlı başına 'hikâyesi olan' kadınlara rastlamayız. Beş romanda da tekrarlanan bu durumun bir nedeni var mı? (Handan İnci) 

Pek çok romanda pek çok şey yoktur. Romanlarımda kadın yok. Ama 'zebra' da, 'bengal kaplanı' da, 'guguklu saat' de yok. 

*Merak ediyorum, hayal dünyanızda bulduğunuz ve kurduğunuz karakterleri ve hadiseleri, şu yaşadığımız dünyanın hallerinden daha fazla sevdiğiniz oluyor mu? Bir dünyadan bir dünyaya geçişi nasıl sağlıyorsunuz? "Orada" kalmayı istediğiniz, "gerçek" dünyaya dönmekte zorlandığınız oluyor mu? (Elif Şafak)

Zaman zaman böyle düşündüğüm oluyor ama çoğu zaman kafamın içindeki dünyayla kafamın dışındaki dünya arasında bir fark bulamıyorum.

*Mekânın ve coğrafyanın yazarın anlatma arzusuna etkisi konusunda ne düşünüyorsunuz? Mekânın tarihselliği yazıya ne katar? Tersi de tartışılmalı: Yazı, mekânın tarihselliğine bir katkıda bulunur mu? Kısacası coğrafyası ve mekânı belli olan, üstelik bunda ısrar eden bir romancı olmak nasıl yorumlanmalıdır?(Gürsel Korat)

Bu yazarın kim, nasıl bir yazar olduğuna bağlı. İkinci sorunuz için evrensel bir formül veremem. Son sorunuza, günümüz İstanbul'unu anlatan ve anlatmakta ısrar eden değerli romancılarımızı örnek göstererek cevap verebilirim.

1 Ocak 2022 Cumartesi

elde var hüzün

bu sabah da hep olduğu gibi erken uyandım. ama kendi kendime "biraz daha uyumalısın," diyerek yatakta kaldım ve gözlerimi sımsıkı kapattım. aklımdan bir sürü şey geçti o sırada. ister istemez, geçen seneyi de düşündüm.

lise ve üniversitedeki ilk yılı saymazsak hayatımın en kötü senesiydi. çünkü, o yıllar dışında elimdeki iplerin bu denli az olduğunu hiç hatırlamıyorum. yapmak istediklerimle yapabileceklerim, hayalllerimle elimden gelenler arasındaki fark hiç bu kadar çok olmamıştı sanki.

yine de hayattayız ve dilimizde iyimserlik duası. bu yüzden karamsar ve şükürden uzak kelimeler yok hayatımda. mutluluk budalası kelimeler de şu an yalan kokar. cam kırıkları gibi rahatsızlık verir.

iyisi mi hüzünden konuşalım. ki, hüzün en çok yakışandır bize. belki de en iyi anladığımız...

ilki bir filmden: the hand of god (2021)..."tanrının eli" sadece falkland yani malvinas'ın intikamı için shilton'ın kalesine giden topa dokunmamış, günümüzün kayda değer yönetmenlerinden paolo sorrentino'nun da hayatını kurtarmıştı.

film bundan bahsedermiş gibi yapıyor ama asıl derdi büyümek. hüzün için her şey müsait yani. büyüme hikâyesi, geniş aile ve dahi çekirdek aile, seksenler, maradona, deniz ve yüzmeler... ama bu sahne başka.

fabietto'nun hayran olduğu bir karakter var. serseri, kural tanımaz, hatta kanunlara karşı gelen bir denizci. tam da büyümekte olan erkek çocuklarının hayran olacağı bir tip. bu adamın en büyük hayali ise zengin olup yırtmak ve bir offshore teknesi sahip olmak. sohbetlerinden birinde fabietto'ya offshore teknelerin çıkardığı sesi anlatır hatta.

filmin sonuna doğru, büyümenin eşiğinden atladı atlayacak fabietto, çocukluğuyla vedalaşırken hayal mi gerçek mi olduğu bilinmez bir sahnede hapisteki bu adamı ziyaret eder. ziyaretin ardından tam kapıdan çıkacakken geriye döner ve dudağında buruk bir tebessümle hâlâ görüşme masasında oturan adama sorar: "bir offshore teknesi iki yüzle giderken nasıl ses çıkarır biliyor musun?"

cevabı da kendisi verir. tıpkı adamdan öğrendiği gibi: "tuf. tuf. tuf. tuf..."

birbirlerine bakıp gülümserler.

ikincisi ise bir kitaptan: köken... bana bir defa daha, insan bildiği şeyleri anlatmalı, dedirten kitap. çünkü, sahte ya da yapıştırma durmasındansa otobiyografik unsurları tercih ederim. yugoslavya kökenli yazar saša stanišić, edebi dehasını bir defa daha sergilerken sık sık aile geçmişinden ve kişisel tarihinden yardım alıyordu.

onlardan biri de, alman şehri heidelberg'in güneyinde emmertsgrund adlı bir mahallede geçen ilk-gençlik günleriydi. betonun ve göçmenlerin çok olduğu bir mahalle. bırakayım o anlatsın.

"emmertsgrund'de herkes el ele vermişti. bosnalılarla türkler, yunanlar ve italyanlar, rusya almanları, polonya almanları, almanya almanları. ara ara birden sıska, suskun gözleri kan çanağı olmuş siyahlar türerdi, hemen anlardık, afrika'nın bir köşesi yine ateş almış."

hüzün neymiş anlamak için, yazları bile içine kendisinden bir tane daha alabilecek montlarla dolaşan, zayıf bacakları pantolonlarının içinde kaybolan ama güldü mü kocaman gülen o "siyahları" görmeniz gerekir.

*

mutlu bir sene olsun. sağlıklı, huzurlu, sevdiklerimizle daha çok zaman geçirdiğimiz... acı değilse de hüzün yöremizden eksik olmasın.

ne de olsa, "hüzün ki en çok yakışandır bize".