31 Ocak 2017 Salı

uzak - yakın

"gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır"*


*:haydar ergülen, sis

29 Ocak 2017 Pazar

yakından bakmak

henüz dört buçuk yaşında.

ama on dakikadır bana zeynep'in ne kadar güzel olduğunu anlatıyor. "başka," diyorum.

"başka kim güzel?"

"yonca..."

şeytana uyup, o zaman biraz provoke edelim, diyorum içimden.

"annen güzel mi sence?"

elbette güzel. "çok güzel" hem de. sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi. boşuna yürüdüğüm bu rotayı değiştirmek için bir defa daha "başka" dedim.

"şeyda güzel. şevval güzel..."

bu isimlerden sonra yeniden şeytana uydum ve muhabbetin başından beri kulağıma fısıldadığı o soruyu sordum.

"ya ben? ben de güzel miyim?"

"uzaktan evet. ama yakından o kadar diil."

"yakından sadece dışım değil içim de güzel değil," dedim. peşi sıra, "benim içimde bir canavar var ve 'tatlı çocuk'ları yemeye bayılır," diyecek, ardından saldıracaktım. ama eski bir 'güzellik'i hatırladım.

karşıdan gelen ve kendisine dikkatle baktığını fark ettiği iki kızdan birinin diğerine tam da yanından geçerken "yakından o kadar da güzel değil" deyişini ve onun kendini dünyanın orta yerinde mutsuz ve yapayalnız hissetmesini... ve bunu bana ne zaman anlatsa aynı mutsuzluğu ve yalnızlığı giyinişini.

ama ben şahidim. yakından da güzeldi. çok güzeldi.

27 Ocak 2017 Cuma

el adamı*

tıpkı beni anlatmış diyerek bir şarkıya yakalanmışlığım ya da kadın şarkıcının bir erkeğe seslendiği şarkı için keşke bir kadın için yazılmış olsaydı da duygularıma tercüman olsaydı dediğim çok olmuştur.

ama şimdi anlatmak istediğim gibi çok az oldu. nasıl didem madak "siz aşktan n'anlarsınız bayım?" diye bana sorsun, o şiiri bana yazmış olmasını istemişsem, yıldız tilbe de bu şarkıyı benim için yazmış ve söylemiş olsun isterdim.

şarkı yirmi yıllık. aslında bildiğim bir şarkı ama ben yeni fark ediyorum. aşkperest albümünde aşk yok olmaktır'ın gölgesinde kalan bir güzellik diyebilirim. üstelik bu tanım hem doğruyu işaret eder hem de şık durur. ama içimden bir ses zamanını beklediğini söylüyor.

*yıldız tilbe, el adamı

25 Ocak 2017 Çarşamba

evrim

bu ara australian open var. teniste yılın ilk grand slami. çoğu zaman günü maçlara göre ayarlıyorum. fener bekçisi olmanın avantajları. ya da bohem. ya da her neyse...

her yerde turnuvanın yeni logosu. sevmedim. ama konumuz bu değil.

izleyici için ekranın en görünür yerinde iki reklam var. iki ana sponsorun reklamı. bir otomobil üreticisi olan kia ve ve turnuvanın yapıldığı melbourne merkezli bir banka olan anz.

neden bilmem üç logoda da "büyük a"nın tabana paralel çizgisi ihmal edilmiş. benim için fark etmez. ben büyük harfe zaten karşıyım. ama görünen o ki, bundan böyle o çizgi ihmal edilse de sorun olmayacak, gelecek kuşaklar "büyük a"yı ters çevrilmiş "v" olarak kabul edip, öyle kullanacak.

hele de biz, son bir kaç yılda en çok tanınan markalardan birine dönüşen samsung marka telefonları elimizden düşürmezken.

23 Ocak 2017 Pazartesi

"tamam!"

bir süredir sinek ısırıklarının müellifi'ni* düşünüyorum. daha doğrusunu sonunu...

"tamam!" dedi ve bunu bir sevgi sözcüğü söyler gibi söyledi; son hecede dudakları birbirine yapıştı.

*

otuz beş yaşında işinden istifa edip, "gençken dinledikleri şarkılara, geçen zamana ve her şeye rağmen devam eden hayata dair bir roman" yazmak isteyen cemil, "kuşkusuz elimizde tuttuğumuz, okuduğumuz romandır bu- hikâyenin başında editöre teslim ettiği romanı için anlatı boyunca editörden haber bekler.

o haber sonunda gelir. ama olumlu değildir. "karakterinize inanmakta güçlük çekiyoruz. evet, iyi ve ahlaklı biri. fakat onu çok az eylem halinde görüyoruz. bu da onun iyiliğinden ve ahlakından, hatta gerçekliğinden şüphe etmemize yol açıyor. karakterinizi biraz kirletmeniz gerek. yanlış olduğunu bile bile bir şeyler yapsın, kötü olduğunu bile bile. gerçek hayatta da böyle olmaz mı? kötü olduğunu bildiğimiz şeyleri de yaparız, değil mi? kahramanınız o kadar düzgün bir adam ki, hayatı gerçek bir hayat gibi değil de bir müsamere gibi sanki. yani öyle bir uyanıyor okuyanda. anlatabiliyor muyum? fazla naif. bunu kırmak gerek, biraz kirletmek gerek."

bu konuşmanın üzerine biraz düşünür, oyalanır ve sakinleştiğinde eşi nazlı'yı arar. durumu anlattıktan sonra nazlı, "neden bu kadar önem veriyorsun? hem, reddetmemişler ki! istersen yaparsın önerdiklerini, istemezsen yapmazsın... çok hırslısın cemil, çok anlam yüklüyorsun bu kitaba. girdiğin yerden çıkamayacaksın. bence seymour'dan bir muz balığı hikâyesi dinleyip kendine gelsen iyi olur!"

cemil biraz daha düşünür, biraz daha oyalanır ve "tamam!" der...

*

bu "tamam!" kime denmiştir?

editör hanıma mı, nazlıya mı?

yoksa, kendi kendisinin romanını yazan bir yazar olarak bir roman kahramanı olmayı hak etmek için, "gene yenildik muhip! onlar kazandı" dercesine kötü biri olmaya, kirlenmeye mi karar vermiştir?

20 Ocak 2017 Cuma

dost tavsiyesi

beni iyi tanır. ben de onu.

okuma zevkimiz çoğu zaman uyuşmasa da tanıdığım en iyi okur o olabilir. en son hasan ali toptaş'ın son romanı kuşlar yasına gider'i okuyordu. benim de okuma listemde olduğunu bildiği için hiçbir şey söylememişti. en geç önümüzdeki hafta konuşurduk nasıl olsa.

bu sabah ondan bir mesaj aldım. "bence sen hasan ali toptaş'ın son romanını okuma." şaşırmadım dersem yalan olur. kalemi bu defa farklı akorlara mı basmıştı? hayır. "neden o zaman?" diye sordum. "kitap bir baba oğul hikâyesi anlatmıyor mu?"

"evet. ama bu hikâye seni üzer."

kitabı okuma listesi niyetine üst üste koyduğum kitapların en üstünden aldım. kitaplığa, diğer hasan ali toptaş kitaplarının yanına koydum. şimdi en üstte bullet park var.

elimde ise yavaş tren.

19 Ocak 2017 Perşembe

hoş olmaz

insanların yapmaktan hoşlanmayacağı için değil, çirkinliği yüzünden hoşa gitmeyeceği düşüncesiyle geri durduğu ne çok şey var hayatta.

17 Ocak 2017 Salı

huzursuzluğun kitabı

fernado pessoa'nın "gündüzleri bir kumaş mağazasında çalışan, geceleri yağmurun sesinde, ayak seslerinde yalnızlığını duyumsayan" bernardo soares'i giyinerek yazdığı huzursuzluğun kitabı'nın türkçe çevirisi saadet özen tarafından yapılmış, ilk defa iki bin altı yılında yayınlanmıştı.

fernando pessoa'nın "pessoa" adındaki bir lokantada tanıştığı ve ona edebi tasarılarını ve düşlerini anlatan bernardo soares adlı bir şahıs(!) tarafından yazılan bu kitap, o günlerde bir çok "huzursuz" bünyeye iyi gelmiş, hem can yayınları hem çevirmen büyük sevap kazanmıştı.

*

yaklaşık on yıl sonra, geçtiğimiz günlerde çevirmen saadet özen, twitter üzerinden kendisine yöneltilen bir soru üzerine (soru, sadece bu soruyu sormak ve bu açıklamaya zemin hazırlamak için açılan bir hesaptan gelmiş bana kalırsa) zincirleme tivitlerle (bu bile blog dünyasının ferahlığını anlamak için yeter sebep) kitabın bu yıl sonunda yayınlanacak, gözden geçirilmiş yeni baskısı hakkında açıklama yaptı:

"hazır soru gelmişken, huzursuzluğun kitabı hakkında bir- iki şey söylemek istiyorum. bu kitabın çevirisini iki bin altıda bitirmiştim. pessoa'yı bilenler meselenin çok karışık olduğunu bilir. fernando pessoa kendi adıyla pek az metne imza atmıştı. müstakil bir hayat hikâyesi, edebi üslubu olan "kimlikler" (heteronimler) yaratmış, bu kimliklerin ağzından yazmıştı. bu metinlerin çoğu ölümünden sonra bir sandıktan çıktı. huzursuzluğun kitabı dağınık halde, f. pessoa'nın ölümünden sonra bulundu. bazı sayfaların aynı metne ait olduğuna editörler çoğunun başındaki "L.D." (livro do desassossego) ibaresine bakarak karar verdiler. konuyla bağlantılı sayılan bazı başka metinleri de kitaba dahil ettiler. bu işte en çok adı bilinen editör r. zenith'dir. ben metni temel olarak fransızca çevirisinden çevirmiş, portekizce ve ingilizce metinlerden kontrol etmiştim. aradan geçen zamanda pessoa metinlerini farklı derleyen yeni editörler oldu. huzursuzluğun kitabı da yeniden derlendi. hatta kitabın iki "kimliğin" ürünü olabileceği bile düşünülüyor. iki bin altıdan bu yana benim dilim ve kavrayışım da değişti. bu nedenle, bu kez yeni portekizce derlemelere dayanarak metin üzerinde tekrar çalışmaya başladım. bu yeni çeviri henüz yayınlanmadı. umarım iki bin on yedinin sonuna doğru çıkacak. huzursuzluğun kitabı'nın kaderi değişmekse çevirisi de değişmeli diye düşünüyorum. kısacası, yeni çeviri üzerinde hâlâ çalışıyorum. bugüne kadar iki bin altıda çıkan çeviriyi okudunuz, okuyorsunuz, sevabı ve günahıyla. yeni çevirinin az çok farklı olacağı kesin, ama daha iyi olacak diye bir şey yok. huzursuzluğun kitabı'nın kaderi bu olduğu için yapıyorum."

*

"yeniden çeviri"lerin ticari olmakla nam saldığı bir ortamda şüphe duymamak imkansız. (bunu yeniden okuma arzusunu bahane ederek behzat ç.'nin onuncu yıl özel baskısını koşa koşa gidip almış birisi olarak söylüyor olmam da ayrı bir konu) her ne kadar ilk çeviriyi sevmiş olsam da doğru kitabı okumak beni mutlu eder. üstüne üstlük yeni çevirinin, fransızca gibi ikinci bir dil üzerinden değil ana kaynağından, portekizceden yapılıyor olması da var.

belki de en doğrusu saadet özen'nin ilk çeviriye yazdığı önsözün son cümlesini anmak: huzursuzluğun kitabı aynı zamanda bir edebiyatçının ulaşmak istediği yapıtla kağıda dökebildiklerinin arasındaki mesafedir de; hayal edilenin soluk, titrek bir sureti, gölgesi olarak kalmaya, kusurlu olmaya mahkumdur; tıpkı bütün kitaplar ve bütün çeviriler gibi...

şimdi iki bin on yedi sonunu bekleyebiliriz.

merkezüs: https://twitter.com/zen_saadet/status/820235733977931776

13 Ocak 2017 Cuma

spor salonuna giden ihtiyarlar

bekleme salonu ve oldukça kalabalık. hizmet hızına ve kalabalığa bakılırsa en az yarım saat daha buradayım. bir sürü iç-diyalog. doğrudur; diyalog. dizgi ya da yazım hatası yok.

baktım, diyalog kırıcı bir hal alıyor sustum. bekleyenleri seyretmeye başladım.

mesela şu yaşlı çift. az evvel adamın küçük adımlarına ayak uydurarak içeri girdiler. muhtemelen aynı yaştalar. ama kadın daha dinç, daha güçlü duruyor. aradaki fark belki de adamın bu sabah uyandığında kendini iyi hissetmemesi. kadın oturmadan adamın atkı ve beresini çıkarttı. paltosunun önünü açıp onu da çıkarttı. adam ceketini çıkarmasına izin vermedi. oysa bekleme odası sıcak. ceketin içinde kalın bir hırka, onun altında kül rengi bir gömlek ben buradayım diyor. gömleğin açık yakasından da içliği görünüyor. onun altında da fanila olduğuna bahse girerim. diğer yaşlı insanlar gibi üşüyor olmalı.

hayır, üşümüyorlar. üşüdükleri falan yok. sadece gün geçtikçe tükenen bedenlerini saklıyorlar. belki de bedenlerinin yeni, dönüştüğü halinden utanıyorlar.

tıpkı spor salonuna yeni başlayan insanlar gibi. en başta alt- üst eşofman takımıyla yaparlar sporlarını. form tuttukça tişört ve şortla takılmaya başlarlar. aynada gördüklerinin verdiği memnuniyete göre askılı tişörtler, taytlar, kısa şortlar çıkar ortaya.

11 Ocak 2017 Çarşamba

dakika ve skor

"ansızın, belki bildiği ama şimdiye şimdiye dek hiç inanmak istemediği şeyi fark ediyor. korkunç bir hastalığın kesin belirtilerini uzun süreden beri hissetse de inatla başka türlü yorumlayarak hayatını eskisi gibi sürdüren ama ağrının şiddetine teslim olan ve gerçeklik, ışıl ışıl ve acımasızca önünde belirdiğinde bütün hayatı ansızın yön değiştiren ve en sevdiği şeyler yabancı, anlamsız ve itici görünen, kendini silahsız ve yalnız hisseden, onu yiyip bitiren hastalık dışında hiçbir şeyin olmadığını idrak eden bir adamın umutlanmak için çevresinde tutunacak bir dal araması, bunun tek kaçış yolu olduğunu, böyle özgürleşebileceğini ya da en azından hastalığa böyle katlanabileceğini, zamanla şiddetini yitireceğini umduğu enfeksiyonla ancak böyle başa çıkabileceğini idrak etmesi gibi bir şeydi. ne var ki bu aydınlanmaya ulaştığı an kendini, sadece başkaları için var olabileceğini sandığı bir karanlığın içine yuvarlanırken buldu ve o karanlığa giderek daha fazla gömüldü."*


*: dino buzzati, bir aşk

9 Ocak 2017 Pazartesi

kar notları

* deniz gören teras, balkon ya da pencere denizi değil üzerinde koşan bulutları seyretmek için var.

* gri: hani o kar yağmadan, fırtına kopmadan evvel gökleri ve denizi dolduran sessizliğin buz mavisi... nazan bekiroğlu, nar ağacı.

* karın deniz ve pencerem arasına dökülmesini bekliyorum.

* ufuk çizgisi bir süre sonra yalnızca iki uçsuz bucaksız maviliği ayıran bir çizgiye dönüşüyor.

* havanın ayazı kırıldı. kar kokusu geldi.

* eskiden istanbul'a senenin ilk karı düşünce o gün matbuattaki istanbul gazetelerinin birinci sayfasında cenab şehabeddin'in elhân-ı şitâ şiiri neşredilirmiş.

* "eşini gâib eylemiş bir kuş gibi kar" demeyi bilmeyen nesle âşinâ değiliz.

* denize düşen yağmura, şehre düşen kara acırım.

* nazan bekiroğlu- karlı günlerde roman dersleri, ismet özel- karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak, pieter bruegel- avcıların dönüşü ya da karda avcılar, tom tykwer- winterschläfer (1997), coen kardeşler- fargo (1996), nuri bilge ceylan- uzak (2002) ve kış uykusu (2014), schubert- winterreise, tchaikovsky- winter dreams, metin altıok- kar, a. turan alkan- kardır yağan üstümüze geceleri, orhan pamuk- kar, kim ki-duk- spring,summer,fall, winter... and spring (2003)...

* yüzmeyi, karı ve annesine çiçek almayı seven bir oğlum olsun isterdim.

* pencerem ile deniz arasına dökülen karı severim.

* kiremit rengi çatılar beyaza döndü. park kanepeleri karla kaplandı.

* sulu sepken.

* yine de lapa lapa kar yağıyordur dışarıda.

* günün sorusu: "ama nerde bıldır yağan kar şimdi? (f. villon, evvel zaman kadınları baladı)"

* hiç şüphesiz bazı şehirlerde sokak lambasının ışığına biteviye kar yağıyor.

* seni bir 'kar sonrası akşamı'nda öpmüştüm.

* karın sadece erimesinden değil erimeye başlamasından da nefret ederim.

* kar sisifos'un yazgısı ya da promethus'un cezası gibi olmalı. benim görmediğim zamanlarda erimeli, sonra yeniden başlamalı. sonra yine. yine...

* "kar, neden yağar kar? (h. ali toptaş, gölgesizler)

* allahın (onu trendy bulmayanlar için tabiat da diyebiliriz) ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu anlamak için tek bir renkle, beyazla çizdiği resimlere bakmak yeterli.

* "bütün öykülerin sonunda olduğu gibi kar yağmaya başladı.(n. bekiroğlu, o yakamoz o yıldız)"

4 Ocak 2017 Çarşamba

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on beş

yıldırım türker tezer özlü ile ilk karşılaşmasını, bugüne kadar yazılmış en iyi 'açık mektup'lardan biri olan ve muhatabından çalarak, "bu kahrolası yeryüzünün büyük yalnızı. seni ne denli seviyorum," diyerek tamam ettiği tezer'e mektup'ta anlatıyor.

*

"ankara'dayım henüz. edepsizcesine gencim. hayat, sanki her köşebaşında pusu kurmuş, bana serüvenler hazırlıyor. yüreğim ağzımda geziyorum sokaklarda. bir gece, neden çağrılı olduğumu hatırlayamadığım bir evde... birkaç kişiyiz. önden giriyorum. salona adımımı attığım anda bir film karesine sızmışlık duygusu. boş salonda, geniş kanepede tuhaf bir kedi uyumuyla oturan ince, sarışın bir kadın. nedense o an; seni ilk gördüğüm an belki de yakalayabildiğim tek an. sonrası hep izini sürmek oldu."

* merkez üs: http://m.radikal.com.tr/yazarlar/yildirim_turker/tezere_mektup-896133