31 Aralık 2019 Salı

iki güzellik

artık "atını bir yerde durmanın güzelliğine bağlamış" insanlar için bile çok şey oldu bu yıl. güzel, çirkin, iyi, kötü... rüya gibi ya da kabus... ama nihayet ferah bir yıl...

bunların muhasebesini yapmak yerine iki güzellikten bahsetmek istiyorum. ki şükür yerine geçsin. şükretmek olsun. üstelik gündelik hayatın bloğa sıkça temas eden yanından.

ilki jaguar kitap... bahsederken jaguar yayınları desem de aslı bu. yıllar önce ayrıntı yayınları nasıl çölde vaha etkisi yaratmışsa hayatımda jaguar kitap da öyle bu günlerde. elbette başka yayınevleri de var. ama jaguar bir başka.

"ben her havaya oynamam," diyen klas bir duruşu var. telif derdi olmayan ya da çok ve uzun satacağı belli kitaplar yerine, "ya peru'da bir dağ köyünde, dostoyevski kadar iyi yazan biri varsa," ihtimalinin peşinden koşuyor.

ama bir şey var ki, hem jaguar kitapı neden sevdiğimi, hem bastıkları her kitabı neden okumak istediğimi, hem de bu yıl en çok kitabını okuduğum yayınevinin neden onlar olduğunu açıklıyor: çünkü ben onları bir tabela, bir internet sayfası, bir isim olarak değil okuma zevkine itimat ettiğim, benim de ne sevdiğimi bilen bir arkadaş olarak görüyorum. bu yüzden de, ne zaman yeni bir kitap bassalar "bunu oku, sen seversin" demişler gibi hissediyorum.

ikincisi ise, elbette seda ersavcı… böyle bir şeyin ayırdına yıllar önce, daha çocukken varmışım aslında. yani filmleri oyuncu ya da konusuna göre değil yönetmene göre seçmek. her sonuçtan memnun değilim ama bir izleyici olarak sinema hakkında verdiğim en doğru karardı belki de.

bir değil iki defa "çevirmenleri niçin öldürmeliyiz?" başlıklı yazı yazmış biri olarak, "okumak söz konusu olduğunda çevirmenleri önemserim" dersem, eminim buna kimse şaşırmaz.

tam burada seda ersavcı giriyor sahneye. çevirilerinden öyle memnunum ki, "sadece yazarları değil bazı çevirmenleri de külliyat olarak okumayı severim," diye tivit atmama sebep olmuştu. hatta bir arkadaşa, "bu ara bir iş görüşmesine çağrılsam ve bana da o klasik soruyu sorsalar yani "önümüzdeki beş yıl içinde kendinizi nerede görüyorsunuz," deseler, cevabım, "seda ersavcı'nın bütün çevirilerini okumuş olacağım," olurdu," bile dedim.

çünkü, sadece çeviri yaptığı dillere hakimiyetini, edebi yetenek anlamındaki kaleminin gücünü değil, ilgi alanlarını, kendini kağıt ev'in ithafında da ele veren duyarlılıklarını, hayata bakışını da seviyorum.

ve ne zaman bir kitap çevirse tıpkı jaguar kitap'da olduğu gibi, "bunu oku, sen seversin" demiş gibi hissediyorum.

28 Aralık 2019 Cumartesi

muhtaç olduğumuz kelimeler

bir ahmet güntan şovu: çene, anlık notlar, anlık iletiler

"yazarım, sonra mutfağa girer pırasamı yaparım," dedikten sonra anlatmaya başlıyor:

"eğer zahmet edip anlatırsan seni anlayacağımı biliyorsun, çünkü daha önce, saklandığın yuvandan gerçekten çıkıp benimle ilgilenmeye (bana anlatmak istediğin şeyi gerçekten anlatmaya) tenezzül ettiğinde, anlattıklarını anladığımı gördün. bazen anlatmadığın şeyin de ne anlama geldiğini anladığım oluyor, ama veri olmadan kendini ortaya koyan anlam, anlatılmaya değer bulunan ama anlatılmadan zihinde duran şeyin pek aynısı olmuyor, biliyorsun anlam kayabilen bir şey. o zaman seni anlamıyorum diye bana kızma. veriye dayanmayan bu tür anlamları 20. yüzyıl şairleri çok severdi. sen bir şey anlatmadığında ortaya çıkan anlamın (ki biliyorsun anlam her zaman bir yolunu bulup ortaya çıkar), senin değil daha çok benim ruh dünyam ile ilgili olması benim bencil olduğumu göstermiyor. hayatım boyunca iyi bir insan olmak için çaba gösterdim. anlattığı zaman anladığım, kalbini elimde tutup ellediğim insanların şahitliğine başvurabilirsin, var o insanlar. bir noktadan sonra ben de herkes gibi bir tür körlüğe sahibimdir, ama bu bencilliğimden, sağırlığımdan, ilgisizliğimden değil. bir tek şeyden eminim, çok sevilmek için her zaman orada oldum, hazır oldum, mevcut oldum. daha ilerisi (yani tamamen senin orada bulunarak varoluşum), benim yok oluşum olur, bunu benden isteme. ben senden bunu istemiyorum. anlamanı istediğim şeyi cebimden çıkarıp önüne koyabilme gayretini gösteriyorum. dil dedikleri aslında budur bence. birbirimizin önüne anlaşılmak saikiyle koyduğumuz şeylere ben dil diyorum, içinde her şey var, nesneler var, duygular var, bir sürü somut şey var, hepsinin toplamından bahsediyorum. anlatılmayı bekleyen her şey dilin içindedir, yoksa tek başına kelimeler niye insanın yuvası olsun… bence anlamlandırmak için geldik, nesne kullanımı diyor freud, bu bozuldu mu patoloji başlıyor. dilin büyüsü dediklerinde (ben hiçbir büyü görmüyorum ama) ben bunu anlıyorum. anlamı başka kimsenin dolaştırmadığı yere götürüp gezdirenleri seviyoruz, diğerlerini sıkıcı buluyoruz. merhaba de bana, oradan başlayalım. onu demiyorsan, kusura bakma ama o zaman sağır olan sen oluyorsun. kimse dili kullanmıyorsa ona sağırlar dövüşü deniyor 21. yüzyılda."


merkez üs: http://www.160incikilometre.com/urun/yazarim-sonra-mutfaga-girer-pirasami-yaparim-ahmet-guntandan-cene-anlik-notlar-anlik-iletiler/

25 Aralık 2019 Çarşamba

günün sorusu: görünüm

insanlar, aynaya baktıklarında görecekleri sebebiyle mi, yoksa kendisinden yana bakacakların görecek oldukları yüzünden mi dış görünüşüyle ilgili endişeye kapılır ya da etrafta ayna, parlak yüzey, durgun su vb. olmasaydı insanlar dış görünüşü için endişelenir miydi?

22 Aralık 2019 Pazar

atışma - on dört

dün akşam furkan çalışkan'ın bir mısrasını twitter diye bilinen sokakta yüksek sesle söylemiştim: haberin bile yok oysa dünyanın en güzel kızısın*…

ardından hayata karışıp kaldığım yerden falconer hapishanesi'ni okumaya devam ettim. meğer john cheever farragut olmuş da sazının tellerine vurarak benim o sayfaya gelmemi beklemekteymiş: sanki güzel olduğunu her zaman biliyordu da hayatı boyunca bunun söylenmesini beklemişti.

*

bir de "rilke, görseydi severdi seni" var, o ayrı.


*: ve sonra kalbim olaysız bir şekilde dağıldı

21 Aralık 2019 Cumartesi

dakika ve skor

"İlk karşılaşmamızı da hatırlıyorum; bir erkeğin bir bakışta bir kadının hafızasının genişliğine ve güzelliğine; renk, yemek, iklim ve dil zevklerine; iç organları, beyin ve üreme yollarının kesin klinik boyutlarına; dişlerinin, saçlarının, cildinin, ayak tırnaklarının, görme duyusunun ve bronş ağacının durumuna hüküm verebilmesindeki kavrayışa; aşk teşhisiyle coşkuya kapılarak onun kendisi için yaratıldığı ya da birbirleri için yaratıldıkları gerçeğini bir saniyede benimseyebilmesine bugün hayret ediyorum, sonsuza kadar da edeceğim. Bir bakıştan söz ediyorum, bu imge geçici görünüyor; ama bu romantik olmaktan ziyade kullanışlı, zira bir yabancının bir yabancı tarafından görülmesini düşünüyorum. Merdivenler, dönemeçler, sürme iskeleler, asansörler, limanlar, havalimanları olacak bir yer, başka bir yer ile seni, üstünde mavi bir kıyafetle bir pasaporta ya da sigaraya uzanırken seni ilk defa gördüğüm yer arasında. Sonra sokakta, ülkede ve dünyada peşine düştüm, birbirimizin kollarına ait olduğumuz gerçeğini kesinlikle biliyordum, haklıydım da."*


*: john cheever, falconer hapishanesi

19 Aralık 2019 Perşembe

kadınlar-erkekler: on dokuz

benzer güzergâhta ilerlese de bazı hikâyelerin sonu bir daha gelmeyecek erkekler yüzünden acı çekerek tek başına bekleyen kadınlara ve yalnız olmasa bile çekip giden kadınları özleyen erkeklere çıkar.

15 Aralık 2019 Pazar

dakika ve skor

"Neden karanlıkta güzellik arama eğilimi sadece Doğulularda bu kadar güçlüdür? Bana göre biz Doğulular, içinde bulunduğumuz şartlardan hoşnut olmayı amaçlayıp elimizdekilerle mutlu olduğumuz için karanlıktan şikâyet etmek yerine bunun bir çaresi olmadığını kabullenip ışık azsa azdır der, karanlık üzerine düşüncelere gömülür ve karanlığın içindeki doğal güzelliği keşfederiz. Ancak yenilikçi Batılı yetinmeyip elindekini iyileştirmekte kararlıdır her zaman. Mumdan gaz lambasına, gaz lambasından elektrik ışığına daha aydınlık bir ışık arayışı asla bitmiyor, en önemsiz gölgeyi bile yok etmek adına hiçbir zahmetten kaçınmıyor."*

*:juniçiro tanizaki, gölgeye övgü

12 Aralık 2019 Perşembe

banksy ya da otuz duvar ressamı

banksy'yi bilirsiniz. hakkında ingiliz oluşu dışında başka bir bilgi olmayan, ününü ise oraya buraya serpiştirdiği duvar resimlerine borçlu ünlü sanatçı. adını duymasanız bile bu görüntü çağında en az bir eserine maruz kaldığınıza ve googleda çalışan çocuklara sorup, görsellere bakarsanız, "aa! ben bunu biliyordum," diyeceğinize eminim.

kendisi yeniden gündem oldu. önce instagram hesabında yayınladığı, sonra diğer sokaklara da düşen son çalışması çok konuşuluyor. hüzünlü ama çok başarılı bulduğum bu son işinde, sayıları günden güne artan evsiz ve fakir insanlara dikkat çekmek istemiş banksy.

bu haberin peşi sıra bir defa daha simurg efsanesini andım. hani, kaf dağı'nın tepesinde yaşayan efsane kuş simurg'u bulmak için yola düşen ve eksile eksile sonunda otuz kuş kalan, nihayet simurg'un kendileri olduğunu anlayan kuşların macerası. dünyanın tüm kuşları bir gün bir araya gelip, onu bulmak için yola çıkarlar. ama yol zorludur. adları sırasıyla istek, aşk, ustalık, kanaatkarlık, yalnızlık, şaşkınlık ve yokoluş olan yedi vadiyi aşmak gereklidir. yorulan, vaz geçen, ölen kuşların ardından yokoluş vadisini de aştıklarında geriye sadece otuz kuş kalır. o otuz kuş kaf dağı'nın zirvesinde simurg'u bulamaz ama kendilerini bulurlar. simurg farsçada otuz kuş demektir. yedi vadiyi aşıp kaf dağı'nın zirvesine ulaşan otuz kuş ise bizzat simurgun kendisidir.

simurg'u andım, çünkü ben banksy'nin tek bir kişi olmadığına inanıyorum. birbirinden haberli - belki de habersiz- bir grup sanatçının yaptıklarını banksy adlı biri yapmış kabul edildiğine dair güçlü bir inancım var. hatta eminim.

8 Aralık 2019 Pazar

fıkra gibi

annesi frankfurt yakınlarında küçük, neredeyse herkesin birbiriyle akraba olduğu bir kasabada doğmuş. dediğine göre, bir tek annesi cesaret etmiş kasabadan ayrılmaya. yine de okul tatillerini muhakkak orada geçirirlermiş.

ama dedesi koyu, tahmin edemeyeceğiniz koyu bir katolikmiş. bu durumdan o da etkilenmiş. bütün çocuklar dışarıda oyun oynardı, ben bir sebeple kilisede olurdum, diye anlatıyor.

ama yıllar geçmiş, zaman değişmiş. dedesi de değişmiş. evlenip başka şehre taşındı diye ilk torunu doğana kadar annesi ile konuşmayan dedesi, protestanlarla yapılacak evliliklere bile karşı değilmiş artık.

torunu evlenecek yaşlara gelince de onu karşısına almış, "ortodoks, yahudi, müslüman, budist bile olabilir," demiş. "ama asla vejetaryan olmaz."

sizi bilmem ama ben burada çok güldüm. birini tanımadan sevmek böyle olsa gerek, dedim.

6 Aralık 2019 Cuma

güzel ırmak

ona yazdığım en kısa mektup bu olmalı. belki de uzun...

"bak! ilhan berk güzel ırmak'ta neler diyor:
Küçüğüm, bu senin sesin, güzel ırmak
Önce rüzgârın öptüğü, sonra benim öptüğüm
Bu bitmemiş şiirler senin ayak bileklerin
Soluğun, kokun, karnın, gölgeli gözlerin
Bu böyle çözülü göğsün, enine boyuna dudakların
Sabahlara kadar ki büyük gözlerin böyle
Bu dal gibiliğin, saçların, kırmızı ağzın
Bu üstünde onca seviştiğimiz yatak sonra
Sonra bu benim anı artığı eski yüzüm
Tüylerin, tay boynun, küçücük çocuk ellerin
Böyle yukarıdan aşağı gidiyorum seni
Karışıyor, korkunç, ellerimiz ayaklarımız.
gözlerinden öperim. bir de parmak uçlarından."

3 Aralık 2019 Salı

evlilik kurumu

yaşadığınız yer bir çeşit taşra, kendinize iş olarak seçtiğiniz meslek deniz feneri bekçiliği olunca ülke gündemini sokaktaki adamdan, ayak üstü sohbet ettiğiniz esnaftan ya da iş arkadaşlarınızdan değil sosyal medyadan öğreniyorsunuz doğal olarak.

bu gündeme dair düşünüyor, kendi kendinize konuşuyor, nihayet heyecanınız ve gücünüz kalmışsa geçte olsa kelimeleştirmek, not düşmek istiyorsunuz.

diyanet işleri başkanlığı'nın "ölçüsüz" internet kullanımına dikkat çekmek için yaptı(r)dığı videolar da öyle oldu.

tam "bu tarz videolar diyanetin görevi midir?" sorusuna hazırlanırken, eşinden yeni ayrılmış bekar bir arkadaşıma, "evlilik makbul bir şey olsaydı kutsal kitaplar bizi ikna etmeye çabalamazdı," dediğim geldi aklıma. yüce tanrı, biz kullarını tarih boyunca bazan ikna bazan emirle evlendirmeye çalışmış.

oldukça kitsch bulduğum videoyu, "kadın adama neden hizmet ediyor?", "kadın neden evin içinde örtülü?", "neden muhafazakar görünümlü bir aile seçilmiş?" vb. soru görünümlü ama haklı isyan cümleleriyle eleştirmeden önce, "eşinin yüzünden çok telefona bakan sadece erkekler midir?" sorusunu sormak gerek bence.

bunu sorabilirsek olaylara bambaşka bir gözle bakacağımızı düşünüyorum. çünkü, telefonun yüzüne bakmayı tercih eden sadece erkekler değil. telefonuna kapanıp kore dizisi izleyen, alışveriş sitelerini talan eden, gece gündüz demeden sosyal medya sokaklarında dolaşan pek çok kadın var. ve bunu eleştiri ya da savunma olarak söylemiyorum. kabul etmek zor olsa da normal olan bu gibi geliyor zira bana.

biraz daha geriye gidersek aynı eleştirinin televizyon için de yapıldığını görürüz. ebeveynlerinizin "televizyon geldi, sohbet bitti," dediğini çokça duyduğunuza eminim. belki de insanlar aptal oldukları için değil de sohbet edecek, üzerine konuşacak bir şey bulamadıkları, kendi adalarında tek başına kalmak istedikleri için "aptal kutusu"nun karşısına diziliyorlardı. kolay mı birilerine anlatıp durmak? o enerjiyi ve hevesi her akşam hissetmek?

tam burada, evli bir arkadaşıma "türkiye'de iyi ki kahvehaneler ve kahvehane kültürü diye bir şey var. aksi takdirde boşanmalar artar ya da eşler birbirini boğazlardı," dediğimi hatırladım. çünkü, erkekler kahvehaneye gitmekle sadece kendilerine bir eğlence, rahatlama fırsatı yaratmıyor, eşlerine de kendilerine ait bir zaman ve alan olanağı tanıyorlar.

tekrar ediyorum, herkesin kendine ait bir alan ve zamana ihtiyacı var. yine tekrar ediyorum, sürekli sohbet ve iletişim halinde olmak kolay değil. bir defa daha tekrar ediyorum, insan kendine bile tahammül edemezken ikinci bir kişiye tahammül etmesi zor.

bu yüzden, özellikle heyecanı azalmış evliliklerde pazartesi sendromundan daha çok pazar sendromunun söz konusu olduğuna inanıyorum: bütün bir gün- evde- beraber... ne kadar korkunç değil mi? bu yüzden dışarıda pazar kahvaltısı, daha çok parası olanlar için brunch pazarı bu kadar büyüdü.

çünkü, antibiyotik sonrası dönemdeyiz. insan ömrü, evliliklerin boyu uzadı. eskiden evin erkeği haftada altı gün, on iki- on dört saat çalışıyordu. şimdilerde ise haftanın yarısını çalışmadan da icra edilen bir sürü meslek var. bunlar olurken aileler küçüldü. neredeyse çekirdek oldu. bireylerin saklanması, kalabalığın içinde yalnız kalması mümkün değil.

dolayısıyla herkes kendine mahrem bir alan inşa etme arzusunda. o yüzden başını kuma, telefona, gazeteye, kitaba gömüyor. bu yüzden neredeyse her mutfakta televizyon var artık.

ama adasal bilinç ve ihmali, kendine ait bir oda ile kaçışı, herkesin kendi hayatı olduğu gerçeği ile ihaneti karıştırmamak gerekiyor. varsa karıştıran, erdemli olmak zor değil: ayrılmak...

bir de birbirinin telefonunu kontrol edip duran, muhatabının bütün sosyal medya ve e-posta hesaplarının şifresini bilmezse ölen, ölmese de yataklara düşen ya da ortak facebook ve sosyal medya hesabı açanlar var ki, allahlarından bulsunlar.