25 Şubat 2021 Perşembe

öyle kolay aşık olmam*

geçen yılı kapatırken, "bu ara sözlerini anladığım şarkılar dinliyorum," demiştim. bu şarkıya düşkünlüğümün bununla bir ilgisi yok ama. "hâl beyanı" ya da anlattığı hikâyede kendimi bulmak da değil. kaldı ki, kolay aşık olurum ben. yeter ki, onun o olduğuna inanayım.

bu şarkıdaki hafifliği seviyorum. o hafifliği çoğaltan sadeliği... damla eker'in "mütevazı bir katkı"sının da farkındayım. ama bu şarkıyı asıl, "ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım yüz şarkı"dan ikisini hatırlattığı için seviyorum.

ilki aimee mann'dan one... tamam, "one is the loneliest number" falan da ben asla orada durmam ki. alır başımı eşşiz bir sinema deneyimi olan magnolia (1999) filmine giderim. topluca yalnızız şu hayatta. "herkes aynı hayatta"...

ikincisi de, trompet mevzuya dahil olur olmaz aklıma düşen ve dinlediğim ilk andan bu yana yanımdan ayırmadığım chris isaak şarkısı blue spanish sky... o da "beni ben yapan filmler"den from here to eternity(1953) filminin erkek dostluğunu kutsayan sahnesine götürür.

ama burada duralım. çok uzaklaşmayalım.




21 Şubat 2021 Pazar

saçmalık

birazdan bir anı okuyacaksınız. anlatan kişi ise, bu günlerde bambaşka sebeplerle andığımız alman şehri mainz'ın futbol takımında oyuncuyken takım yönetiminin aldığı kararla bir gecede arkadaşlarına teknik direktör olan jürgen klopp. 

çıkarılacak dersler içeriyor. belki çıkarmayı başarabiliriz. ama ilk önce biraz futbol konuşalım.

*

son yıllara damga vuran futbol ekolü gegenpressingin mucidi olarak kabul edilen klopp'un oyuncu- teknik adam olarak başlayan başarılı kariyeri onu çok geçmeden almanların iki büyük kulubünden borussia dortmund'a taşıdı. dortmund'un en büyük rakibi bambaşka bir kültürü ve yaklaşımı temsil eden bayern münih. belki de şu an dünyanın en iyi yönetilen, dolayısıyla en başarılı takımı. öyle ki, iki bin yirmi yılında sadece almanya'da ve avrupa'da değil dünyada katıldığı bütün kupaları kazandı. geçen seneyi tam altı kupa ile kapattılar. dünyanın en iyi üç liginden biri olan alman ligi bundesliga'nın son sekiz sezonunda şampiyon oldular.

*

iki bin on bir. dortmund'un bayern münih'le maçı var. dortmund yaklaşık yirmi yıldır münih'te kazanamamış. devamını ise klopp anlatsın.

"filmlerden çok ilham alan biriyimdir. bu yüzden ne zaman oyuncularımı motive etmeye ihtiyaç duysam aklıma ilk olarak rocky balboa gelir. bence ilk dört rocky filmini tüm okullarda izletmeliler. tıpkı alfabeyi öğrenmek gibi bir şey olmalı. eğer bu filmleri izledikten sonra içinizden dağa tırmanma hissi gelmiyorsa; o zaman sizin bir sorununuz var demektir.

neyse, bayern maçından önceki gece tüm oyuncuları takım konuşması için otelde topladım. çocukların hepsi oturuyordu. ışıklar kapalıydı. onlara durumun ciddiyetinden bahsettim: "dortmund en son münih'te kazandığında birçoğunuzun altında bez vardı."

sonra rocky 4'ten bazı sahneleri ekrana yansıttım. ivan drago'nun olduğu bir sahne. tam bir klasik bana göre. drago koşu bandında ve bilgisayara bağlı. bilim adamları da onu test ediyor. hatırladınız mı? çocuklara, "görüyor musunuz? bayern münih aslında ivan drago. her şeyin en iyisi. en yüksek teknoloji ve en iyi makineler onlarda. ve ivan drago gibi durdurulamazlar!” dedim.

sonra rocky'nin sibirya'daki küçük ağaç evinde antrenman yaptığı sahne geldi. çam ağaçlarını kesip karla kaplı kütükleri taşıyor ve dağın tepesine kadar koşuyor. sonra çocuklara döndüm ve şöyle dedim: "görüyor musunuz? bu da biziz. biz rocky'yiz. daha ufağız, evet. ama tutkumuz var! bir şampiyonun yüreğine sahibiz. imkansızı başarabiliriz!"

böyle böyle devam ettim ve bir noktada çocukların nasıl tepki vereceğine baktım. sandalyelerinin üstüne çıkmalarını, sibirya'daki bir dağın tepesine çıkacak kıvama gelmelerini ve çılgına dönmelerini bekledim. ama hepsi öylece oturmuş, donuk gözlerle bana bakıyordu. bomboş ifadelerle. tamamen sessizlik hakimdi.

"bu deli ne anlatıyor?" der gibi bakıyorlardı yüzüme. sonra durdum ve, "rocky 4 ne zaman çıkmıştı? bin dokuz yüz seksen falan mıydı? bu çocuklar ne zaman doğmuştu?" diye düşündüm.

en sonunda, "bir dakika çocuklar. rocky balboa'nın kim olduğunu bilen elini kaldırsın," dedim. sadece iki kişi ellini kaldırdı: sebatian kehl ve patrick owomoyela. geri kalanlar, "hayır hocam, üzgünüm," dedi.

tüm konuşmam boşa gitmişti! sezonun en önemli maçı buydu. belki de bazı oyuncular için hayatlarının en büyük maçıydı. ama hocaları karşılarına geçmiş, on dakikadır sovyet teknolojisinden ve sibirya'dan bahsedip duruyor! hahaha, buna inanabiliyor musunuz?

bütün konuşmama baştan başlamak zorunda kaldım. bu yaşananların hepsi gerçek. gerçek hayatta olup biten bu. biz de insanız. bazen kendimizi küçük düşürürüz. futbol tarihinin en iyi konuşmasını yaptığımızı zannederiz ama aslında söylediklerimiz saçmalıktan ibarettir. yine de bir sonraki sabah uyanıp hayatımıza devam ederiz."*

*

bazan ben de böyle hissediyorum. kişisel tarihimin en iyi konuşmasını yaptığımı, en güzel yazısını yazdığımı, en önemli cümlesinin altını çizdiğimi, ama değil iki kişi, bir kişinin bile elini kaldırmadığını... herkesin birden, "hayır hocam, üzgünüm," dediğini.


*merkez üs: https://www.goal.com/tr/haber/juergen-klopp-belki-hayal-goerueyorumdur/vshe4mg1n5xm1qgcft4ej5isi

17 Şubat 2021 Çarşamba

dakika ve skor

"Henüz cemreler bile düşmeden, kışın hükmü sürerken sessiz kar örtüsü üstünde kimsenin beklemediği bir zamanda açarlar. O kadar güzel, diri ve narindirler ki insan ağlayabilir. Uçuk sarıdır renkleri. Titreyen iri taçyapraklarında küçük kar taneleri ışıldar. Sabahın bilinmeyen bir saatinde birden açarlar. Karanlık toprağın beyaz kabuğunu çıtırtılarla kırar, bir silkinişle kaldırırlar başlarını. Durur, şaşkınlıkla dünyamıza bakarlar. Karlı kıyılarda, uçsuz bucaksız yaylalarda, dağ göllerinin kıyılarında. Bir tavşan, bir avcı ya da nereye gittiği belirsiz bir yolcu görür onları. "Kardelenler!" der, sevinçle, "Bu yıl daha derken açtılar!" Dağınık sarı lekelere bakar bir süre. Koparmaya kıyamaz. Sabaha karşı öten ilk horozu düşünde gören çocuk gibi, bakar ve gülümser yalnızca.
Oysa bilir, akşam, kardelenlerin kısa yazgılarındaki yarısı karanlık yüzün tam ortasından geçer. Yeryüzü henüz hazır değildir onlar için ve gök kapalı. Gece, elindeki soğuk ve ağır tırpanla çoğunu biçer. Karanlıkta rüzgârın mı onların mı olduğu anlaşılmayan hafif çığlıklar duyulur. Kavrulmuş yapraklarıyla savrulurlar o yana bu yana. Arkalarında, yaz kırlarından geçmiş çocukların saçlarındakine benzer bir güneş kokusu kalır."*

*: onat kutlar, bahar isyancıdır- kardelenler

14 Şubat 2021 Pazar

boşluk

günler geçiyor, o ise suskun ve yorgun, bir elinde çekiç diğerinde keski, usul usul bulunduğu fotoğrafı oyuyor, şimdiden orada, kendisinden sonra da hep kalacak bir boşluk yaratmaya çalışıyordu.

12 Şubat 2021 Cuma

günün sorusu: bilmek

kuyu bilebilir mi derinliğini? ya da dağ yüksekliğini? güzel ise güzelliğini?

10 Şubat 2021 Çarşamba

değişim

"insan değişir", "değişim rüzgârları", "değişmeyen tek şey değişimdir" tarzı kelime öbeklerini sık duyduğumuz zamanlardayız. sadece insana dair bir gerçeği işaret etmeye çalıştığı için değil bu. iplerini iyice kapitalizme kaptırmış tüketim toplumuna dönüştüğümüz için de böyle. yoksa, "moda"nın sadece istanbul'da bir semt adı olduğunu mu sanıyorsunuz?

çünkü insan değişmez. öğrendikleri vasıtasıyla belki dönüşür. hepsi bu. o da belli bir yaşa kadar mümkündür. doğrusunun, "veleybol" değil "voleybol" olduğunu ya da şövalyeler çağının geçmişte kaldığını öğrenirsiniz. sonrasında başka bir adam olursunuz.

belli bir yaştan sonra ise, insan ne öğrenir ne de dönüşür. genlerinde, kodlarında, ruhunda, karakterinde taşıdığı bir "şey" açığa çıkar yalnızca. o "şey" damarlarımızda akan kanda, mayamızda, harcımızda mevcuttur ama ortaya çıkmak için fırsat bulamamış ya da bambaşka "şey"ler üzerini örtmüştür.

oradadır ama işimize öyle geldiği, yasak, günah, ayıp olduğu ya da her türden konfor alanımızı darmadağın edeceği için görmezden gelmişizdir. irade gösterip 'öyle biri' olmaya direnenler de vardır, donanımları 'öyle biri' olduğunu görmeye yetmeyenler de. ama o "şey" içimizde bir yerde hep vardır.

bu yüzden para herkesi şımartmaz. kırkından sonra azmayan bir sürü insan var. herkes ihanet etseydi vatan, herkes cinayet işleseydi insan kalmazdı. hepsi bir yokluk çekiyor, hepsinin hayalleri ya da daha büyük istekleri var ama bir kaçı dışında hiçbir muhasebeci müşterilerini dolandırmıyor. yok mu, çürükleri çöpe atıp tezgahın hem önüne hem arkasına sağlam elma koyan manav? elbette var.

aynı yolları geçip aynı zamanda aynı yere vardıkları hâlde iki kişiden birinin gözünü kırpmadan cinayet işlemesi ama ikincisinin insanın insanı öldürebileceği ihtimalini dahi aklına getirmemesi başka türlü mümkün mü? biri çocukluktan itibaren bir katille koyun koyuna uyumuş, diğeri uyurken alnına melekler dokunmuştur.

çocukluğunda kitaplarla aşk yaşamamış bir okur yoktur mesela. o aşk sınavlar, dersler ya da bütün bir hayat gailesi yüzünden ihmale uğramış, görmezden gelinmiş ve nihayet yeraltı nehirleri gibi ilk fırsatta ortaya çıkmıştır. okumanın verdiği hazzı sonradan öğrendim diyenlere inanmayın yani.

imtihan olmadığınız bir hâlin artistliğini yapmayın, denmesi biraz da bundandır. yûsuf'tan önce kim bilebilirdi yûsuf'tan sonraki züleyha hâllerini? ama bu bambaşka bir konudur.

7 Şubat 2021 Pazar

unutmak

unutmak görüntüdür sadece
çünkü yara hep oradadır, en azından izi.
acı vermez belki
ama hatırlanır
parmak uçları ne zaman gezinse üzerinde.

5 Şubat 2021 Cuma

üçleme: hangi yağmur?

yılın ilk karı yağmış, hatta yılın ilk karlı sabahına uyanmıştım. bir yandan nergislerin yolunu gözlüyor, bir yandan "bırak kadınlar pazarını, ben nergis bulabileceğimiz bir yer biliyorum," diyen adamı her gün biraz daha çok özlüyordum. tam o günlerde bir cümleye rastladım: 

"her insanın ömrü boyunca ezberinde tutacağı bir yağmur olmalı."

tarık tufan'dan. bir adam girdi şehre koşarak'tan...

cümle çok güzeldi. güzelliği bir yana beni kuşattı, "var mı?" sorusuna verdiğim cevaplara rağmen peşimden ayrılmadı. nihayet bir üçlemenin kapısına bıraktı.

*

ne çok yağmur geçti aklımdan. bir çok insan, mevsim, yer... kimi yanımdaki kişi, kimi zamanlaması sebebiyle özeldi. yüzerken ya da kayıkta, denizin ortasında beni bulan yağmurlar. bir film karesinden kaçmışcasına, saçaklar altında yağmurun dinmesini birlikte beklediğimiz o kadın. yağmur şehri. vaktinde durmayı başaramadığı için şehrin altyapısını bozan, yolları ve sokakları işgal eden eden, denizi günlerce geçmeyecek kahverengine boyayan yaz yağmurları. mutfak balkonunu örten asmanın yapraklarındaki tıpırtı ile başlayıp limanı görünmez kılan yağmurlar. zamanı rus romanlarına eşitleyen ve kendimi roman kahramanı gibi hissetmeme neden olan sulu sepken. üstelik bu, yeni ve yabancı kuzey şehrine uzun yoldan gelmiştim ve yanımda yol arkadaşı olarak karamazov kardeşler vardı. evet, aylardan kasımdı. alyoşa sulu sepken altında bir kapıdan diğerine gidiyordu. limanın üstündeki çay bahçesinde yaz demeden kış demeden açık havada oturduğumuz küçük kız ve onun kahverengi kadife ceketine düşen yağmur taneleri.

başkaları da var. üçleme ve peşi sıra, her zaman olduğu gibi bir paha biçilemez. yazarken fark ettim ki, bir ortak özellikleri var: bana tesir etmekle yetinmeyip beni dönüştürmüşler. belki de garip ve büyük bir tesadüfle kişisel dönemeçlerime denk gelmişler.

bir... yaz. tatil. hayatımın ilk yaz tatili. birden ikiye geçmiştim. kuzenler ve arkadaşlarla geçen güzel günler. 

kim bilir hangi seferden dönüyoruz. başladığında aldırmadığımız yağmur hızlandıkça hızlandı. biz de bulduğumuz ilk kapalı yere, caminin verandasına sığındık. kapı kapalı. namaz vakti değil demek ki. günlerden de cumartesi ya da pazar olmalı. aksi takdirde namaz vakti değilse, annanemin, "çocuklar gitsin de bir kaç dua öğrensin," dediği ama bizimkilerin oralı olmadığı kur'an kursu olurdu.

bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rüzgâr da eşlik etmeye başladı çok geçmeden. bahçenin uzak köşelerini kaplayan arsız otlar ve diğer yabani bitkiler deniz gibi dalgalanıyor, kabristanlığı gölgeleyen serviler neredeyse mezar taşlarına kadar eğiliyordu. içimizden bazıları korkmuş ve o korku bir süre sonra hepimizi içine almıştı. eve ulaşamamaktan, sevdiklerimizi bir daha görememekten korkuyorduk. "kıyamet," dediğimizi hatırlıyorum. bilenler, "nuh tufanı," falan da dedi. kurtulmak için dua etmeye karar verdik. ettik de. çok geçmedi, önce rüzgâr, ardından yağmur durdu.

"yaz yağmuru bu. başka ne olacaktı ki?" diyecekler olabilir. ama ben allah'a inanmayı tercih ettim. onun dualara cevap verdiğine, büyük olduğu kadar güzel ve iyi olduğuna da...

iki... bu yağmuru bir fotoğraf karesi olarak hatırlıyorum. çünkü zaman zaman baktığım bir fotoğrafı var.

ben diyeyim sınıf, siz deyin okul gezisi. yaylaya gitmiştik. birdenbire ortaya çıkıp yer yanı kaplayan sis, bir yağıp bir duran yağmur, yağmurun ya da sisin olmadığı zamanlarda ise bizi yakıp kavuran bir güneş vardı gün boyunca. fotoğraf üst taraftan ve önden çekilmiş. biz de fotoğrafımızın çekildiğinden habersiz fotoğrafı çekene doğru yürüyoruz. başımız öne eğik, başımızın üzerinde ise ıslanmayalım diye tuttuğumuz bir mont ya da ceket. 

nasıl da hafif ve keyifliyiz. mutluluk tanımının gergin olmamak olduğu günler. ki ne derdimiz var, ne tasamız ne de sorumluluğumuz. karşımıza ne çıkarsa çıksın üstesinden geliriz diye düşünüyoruz. bir de önümüzde tanrılarınki kadar uzun bir ömür olduğunu...

tam bir gençlik duygusu. çünkü bu duygu çocuklukta değil gençlikte hissediliyor. çocukluk ise, başka bir duyguya yer bırakmayacak şekilde, hapsolduğumuz ve kurtulamamaktan korktuğumuz bedenlerimizin büyümesini beklemekle geçiyor. 

üç... güz döneminin ilk günleri. tatil havasındayız hâlâ. orada, burada özlemekli günlerin acısını çıkarıyoruz. yanımda adını "ıtırgillerden, acımtırak tatda, aynı zamanda hekimlikte de kullanılan bir bitki"den alan "o kız" var. yazdan kalma bir gün. o yüzden tişört giymişiz. onun üzerinde sıradan, kırmızı bir tişört var. tıpkı schindler's list (1993) filmindeki küçük kız gibi unutulması imkansız bir ayrıntı olarak bugün bile aklımda.

aniden başlayan ve çok geçmeden hızlanan yağmurdan kaçmış, bir sürü insanla birlikte yakınımızdaki bir çay bahçesinin güneş şemsiyelerinden birinin altına sığınmıştık. hasar tespiti yapar gibi ona baktım. bir sorun olup olmadığını anlamak ve yapabilirsem "her şey yolunda" mesajı vermek istiyordum. kırmızı tişörtten başlayarak üzerinde ne varsa ıslanmıştı. muhtemelen benim de. ama hayat devam ediyordu ve biz hayattaydık. kocaman gülümsedi. gamzeleri de güneş şemsiyesinin altına sığındı böylece.

ama yüzünün farklı bir havası vardı. güzelim saçlarının bir kaç teli yanaklarına yapışmış, uzunluğu ile beni bugün bile şaşırtan kirpikleri ıslanmıştı. o an hiç olmadığı kadar güzel göründü bana.

ona hayranlıkla bakarken bilmiyordum ama o günden sonra "dünyanın az önce yüzünü yıkamış ya da ağlamış bütün kadınları" bana güzellik tanımı gibi gelecekti. "çünkü kirpikleri ıslanmış, bir kaç tel saçı yanağına yapışmıştır."

ve paha biçilemez... yaz okulunda aldığım tek dersi, biraz da yüksek bir notla geçince ortalamayı yukarıya çekmiş ve bir sürü dersten daha geçmiştim. bu durumda, kalan iki ders için bütünleme sınavına girebilir ve mezun olabilirdim. tamam, dedim. okulu bitiriyorum. 

ilk iş olarak çalışma masasından erbain'i kaldırdım. elveda, gece yarılarında odanın orta yerinde, ayakta ve sesli okunan şiirler!.. elveda, ne zaman iki soru arasında yalnızca bir şiir okumak için elime alsam dalıp da gittiğim yerler! sonra dikkatimi dağıtacak diğer şeyleri kaldırdım. "her şey defteri- iki"yi, diğer kitapları...

ilk sınav cuma günüydü. sorun çıkmadı. nasıl geçtiğimi bugün bile hatırlamıyorum ama çekine çekine kapısını çaldığım odaya, içeriden gelen, "gel!" sesine uyarak başımı uzattığımda "geçtin" yanıtı almıştım.

vakit geçirmeden diğer derse çalışmaya başladım. pazar günü öğleye kadar her şey yolundaydı. belki de öğleden sonraya... biraz hava almak ve bu bahaneyle yemeği dışarıda yemek istedim. yemekten sonra da yağmuru çağıran gri bir göğün altında biraz yürümek istedi canım. vedalaşmak gibi bir şey istedim belki de.

gri bulutların vaadettiği yağmur başlayınca aldırmadım. bir kaç dakika sonra hızlanınca da. yağmur artık parlak metal çubuklar gibi kesintisiz yağmaya başlamıştı. ama ben ne kadar uzun sürerse sürsün eve kadar yürüyeceğimi anlamıştım çoktan. bir yandan yürüyor, bir yandan düşünüyordum.

konu oraya nasıl geldi bilmiyorum ama mezun olmak istemediğimi, özgeçmişimde öğrenci yazmaya devam etsin istediğimi fark ettim. aklımda çalışmak ya da askerlik vardı ve bunun uzakları ihtimal haline dönüştürmesi hoşuma gitmemişti. ayrıca hayata yirmi iki yaşında atılmakla yirmi üç yaşında atılmak arasında da bir fark yoktu.

eve döndüm. "her şey defteri- iki"yi masaya, önüme koydum. "daha o gün biliyordum yağmurun yağacağını," ilk cümlesiyle başlayan bir yazı yazdım. ertesi gün sınavdan sonra ilk otobüsle yakari'nin yanına gittim. 

yakari yazıyı okudu. "bu," dedi. "çok iyi olmuş".

2 Şubat 2021 Salı

dün, bugün...

muhtemelen yarın da... 
"senin bu tedirginliğin
fırtınalı akşamlarda deniz fenerlerine çarpan
göçebe kuşları hatırlatıyor bana..."*

*: eugenio montale