26 Temmuz 2024 Cuma

gülücük

göz kapaklarında cennetten kalma bir rüyanın rüzgârı gezindi ve dudaklarında usul usul büyüyen bir tebessümle cennet bahçelerinden bu yana kendisine eşlik eden meleklere, belki de dakikalardır onu seyreden amcasına gülümsedi.

20 Temmuz 2024 Cumartesi

boomerasking

internet ekipler amiri m. serdar kuzuloğlu'na itimat edersek; muhatabına kendini derdini anlatmak için soru sormaya verilen isimmiş.

başka bir deyişle, muhatabınız geri yuvarlasın diye masanın altından topu ona yuvarlamak ya da söz sırası çabucak bize geçsin diye yalandan(!) soru sormak.

şimdi de bir örnekle açıklayalım:

- beni özledin mi?

- çok.

- ama benim seni özlediğim kadar çok özlemiş olamazsın. bazı sabahlar, ya onsuz bir dünyaya uyandıysam, korkusuyla açıyorum gözlerimi. hayatta olduğunu anlayana kadar da büyüdükçe büyüyor korkum. sonra yerini özlemek alıyor. senden yana uzanmak istesem de kendimi tutuyorum. orada koşan, yüzen, kaktüslerin toprağını değiştiren, bulutları seyreden bir adam olduğunu bilmek yetiyor.



zeyl: insan merak etmiyor değil; aynı şeyi, dünya fenerbahçeliler günü bahanesiyle kutlama mesajı atarak yapmanın da bir adı var mı?

17 Temmuz 2024 Çarşamba

deneme

"hayata dair bilgim az olabilir," dedi adam. "ama seni tanıyorum. bensizliği denedin ve başarısız oldun. özlemek değil bu. sevmek, hiç değil."

13 Temmuz 2024 Cumartesi

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: yirmi beş

gassan kenefânî, "kıymetlim!" hitabıyla başladığı mektup-öyküde hasta, adım adım ölüme giden bir adamın duygularına ses olur. 

adamın arada "azizem" deyip nefeslendiği bu mektupta, taşıyamaz olduğu duyguları, muhatabına vaktinde söyleyemediklerini ölüp gelip onu bulmadan önce söylemenin telaşı vardır.

doktorunun 'ruhsuz' kelimelerinden kendisi için bir gelecek olamayacağını anlayan adam, tam da kadına "benden sana yar olmaz" demeye karar vermişken kadın ondan hızlı davranmış, istikrarlı bir hayat isteyenlere özgü cesaretle bir başkasının hayatındaki varlığını haber vermiştir. adama ise kala kala suskunluk, bu tercihe saygı duymak ve kelimelere sığınmak kalmıştır çünkü.

adam anlattıkça anlarız ki sonu istediği bitmese de hiç de fena başlamamıştır hikâye. zor geçen çocukluğunun peşi sıra büyümenin zorlu yollarında yürürken birden bire "güzel bir şey olmuş, uzaktaki pırıltının üzerinde üst üste yığılmış bulutlar aralanmıştır".

"Hatırlıyor musun? Küçük bir tören ikimizi bir araya getirmişti. Gözlerim gözlerinle buluştuğunda bir kazmanın göğsümün içinde harekete geçtiğini ve küçüklüğümden bu yana içimde çöreklenen bütün acıları devirdiğini hissettim. Saçların harikaydı. Gözlerin büyüleyici bir siyaha bürünmüştü. Bilinçsizce sana bakarken buldum kendimi. Daha sonra okuduğum hatıralarında yazmıştın bu ânı, bir limana demir atacakmışçasına bakan bu denizciden hoşlandığını."*


*: on iki numaralı yatağın ölümü - cenazemde, s:53, loras yayınları

10 Temmuz 2024 Çarşamba

yaz

"ya baharın ardından yaz gelmezse, diye korkuya kapılmaz ağaç; yaz gelir hep çünkü. ama önlerinde bir sonsuzluk varmış gibi tasasız bir suskunluk ve enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelip bulur ancak."*


*: rainer maria rilke

7 Temmuz 2024 Pazar

huy

kendimi severim. hayır, beğenmek değil bu. olana razı gelerek, olandan memnun olmak. ya da olana şükretmek.

elbette kusurlarım var. sayfalar tutmasa da bir sürü satır işgal eder.

ama bir huyum var ki elimde olsa değiştirmek isterdim. belki psikolojik bir rahatsızlıktır, belki almancada tek kelimelik karşılığı vardır ama ben bilmiyorum.

her zaman değil ama bazan güzel bir anın içinde, aklıma nereden geliyorsa o anın biricik ve bitimli olduğu geliyor. o keyifli anın/günün/gezinin/ziyaretin/muhabbetin tadını çıkartmak yerine olan bitenin geçip gittiğini duyumsuyorun. ve o keyif gidiyor, yerini karşı konulamaz bir hüzün alıyor.

bu insanlar belki de bir daha hiçbir zaman bir araya gelmeyecek diyorum. nakş-ı cihan meydanı'nın rüzgârı bir daha alnımı serinletmeyecek, önümüzdeki yaz başımı dalgalara vura vura ufka yüzemeyeceğim belki, seneye buraya geldiğim bu ev, bu masa, bu manzara aynı ev, aynı masa, aynı manzara olacak da ben aynı ben olacak mıyım vesaire... 

elbette anı yaşamayı, anın tadını çıkartmayı biliyorum. o büyük keyfi.

ama bazan...

4 Temmuz 2024 Perşembe

günün sorusu: bakiye

her şey unutulduğunda geriye ne kalır?

2 Temmuz 2024 Salı

federer: twelve final days (2024)

ya da 'iyi aile çocuğu federer'in son on iki günü.

asif kapadia ve joe sabia ikilisinin yönettiği, gelmiş geçmiş en iyi tenisçinin profesyonel kariyerindeki son on iki gününe odaklanan belgesel film bence 'olmuş'.

kurgu, anlatım/senaryo, arşiv görüntülerinin kullanımı vesaire... kısaca sinema adına ne varsa yerli yerinde.

belki oyunculuk biraz soru işareti. hâl ve hareketler, kameranın ve o anların belgesel olacağının farkındaki insanlara ait gibiydi. nasıl desem? hiç kimsenin okumayacağı bir günlük ile yayınlansın diye tutulan günlük arasındaki bariz fark gibi.

yine de yanılgı ihtimalini, roger federer ve ailesinin bizler gibi örtülü gelenekten gelmediğini de akılda tutmalı.

/ama derdim bunlar değil. hem de hiç değil. asıl söylemek istediğimi sona bırakarak devam etmek istiyorum./

* mirka'nın hem belgeseldeki, hem aile içindeki yerine bayıldım. -eğer varsa- ideal evlilik böyle olmalıdır, dedim. erkeğin ön planda olduğu geleneksel bir aile tablosu ama son söz kadının. onun onayını almayan hiçbir eylemin olabilirliği yok.

* evet, federer'in vedasını bekliyorduk. yine de o süreci sanki hazırlıksız yakalanmış gibi yaşadık. enerjisinin tekler maçına yetmeyeceğini tahmin etmek zor değildi. o yüzden partnerinin nadal olacağı bir çiftler maçı hem filmde hem hayatta veda için makul ve uygundu.

son bir kaç dakikaya kadar kurgu, hollywood tarzı bir filmin sonuna yakışacak bir maç vardı kortta. son bir şarkı için korta çıkan federer, yanında adının her zaman birlikte anıldığı nadal, yüze gelip yerleşen acı ifadesi, izleyene hüzün veren, eski günlerin geride kaldığını hatırlatan hatalar, hatta mucize (top fileyi direklere bağlayan düğümün içinden geçti) bir sayı ve nihayet maç sayısı için servis noktasına gelen federer. 

ama amerikalı tenisçi tiafoe çıktı ve partiyi tam anlamıyla bozdu. oyunu bildiği gibi oynadı. hatta direnç koydu. maç federer'in servisleriyle bitmediği gibi maçı da kaybetti federer - nadal ikilisi. başka bir deyişle tarihin en büyük tenisçisi son maçını kaybederek veda etti kortlara.

tiafoe'ya çok kızdığımı hatırlıyorum. ve herkesin benimle aynı fikirde olduğuna emindim. ama maç sonrası soyunma odasında nadal'ın tiafoe için "göt!" diyeceğini, federer'in de "bırak şu götü" mealinde yanıt vereceği, hele de bunun yarı belgesel bir filmde yer alacağını tahmin etmezdim. 

/filmin en keyifli yeri olduğunu itiraf ederim./

* "nadal'dan bahsetmeden federer belgeseli olmaz," cümlesini önceden başka kurardım şimdi ise daha başka. son yıllara kadar "her şey zıddıyla kaimdir" hikâyesi olarak gördüğüm bu ilişkinin, yarışmacı kültürün ihtiyacı olan rekabet için bize öyle gösterildiğini bir defa daha anladım.

oysa kamera önünde hep dosttular. meğer kameraların olmadığı yerlerde de dostlarmış. adeta yirmi yıl boyunca her yere beraber giden, beraber seyahat eden iki yakın arkadaş. ve federer veda ederken ne güzel ağladılar. hem de el ele.

* ama bir kişi var ki her ikisinden de rol çalmış: 'küstah sırp' djokovic...

ama bu yeni bir hikâye değil. daha o günlerde, federer'in veda mektubu ve laver cup'ın son profesyonel turnuvası olacağı kesinleştiği günlerden itibaren.

kaldı ki federer de hem djokovic'e hakkını teslim ediyor, hem hak ettiği sevgiyi neden görmediğini açıklıyor, hem de ona yeterince saygı göstermediği günler için af diliyor belgeselde.

/yeteneği başından beri herkesçe bilinen djokovic'in atp tour'daki ilk yılları pek de takdir edilesi değil. yenileceğini anlayınca kaçan, pardon, "sakatlandım, güneş çarptı, anneme küstüm" diyerek maçtan çekilen bir oyuncuydu. federer de kameralar karşısında buna ayar olduğunu saklamıyordu./

* evet, asıl söylemek istediğim yere geldim...

ne zaman başladı bilmiyorum ama kendimi bildim bileli tenisi seviyorum. ama gerçek bir tenis izleyicisine dönüşmem iki bin sekiz australian open finalleriyle oldu. cumartesi kadınlar finali, pazar da erkekler. arkadaşım o hafta sonu yalnızdı. davet etti. ben de, "hayır" demedim.

finalde tabiî ki tsonga'yı tutuyordum. çünkü siyahiydi ve fena halde muhammed ali'ye benziyordu. ama ilk seti kaybetmesine rağmen maçı djokovic kazandı. ve bu grand slam şampiyonluğuydu. sonra da herkes gibi benim de radarıma girdi. ve işin tuhafı sevdim de. hatta nadal'dan bile çok sevdim.

oyunu sıkıcıydı ama rakibinin iyi sayısını alkışlaması beni mest etmişti. hele de kort dışında çok daha şenlikli biriydi. tam da üniversitede arkadaş olmak isteyeceğiniz türden. "küstah sırp" da onu çok sevdiğimden. yoksa milliyetinden dolayı birinden nefret edecek kadar ruh hastası değilim. faşistler müstesna. sadece nefret değil küfür de ediyorum.

ama korona sürecinde "küstah sırp" gitti, yerine tanımakta ve anlamakta güçlük çektiğim birisi geldi.

/aşı yaptırmamayı anladım ama aşı karşıtlığını bir türlü anlamadım. kaldı ki mecbur olmasam aşı yaptırmazdım. yaptırdığım için de pişman falan değilim.

biyoloji ya da tıpla en ufak ilişkisi olmadığı hâlde "aşı faydalı" diyenlere inanmayıp "aşı zararlı" diyenlere inanan, büyük oyunu çözmüş kitleyi hiç mi hiç anlamadım. anlatmaya çalışanı da dinlemedim.

bizler maymuna dönüşünce ya da kalp krizinden ölünce mutlu mesut yaşarlar artık./

dediğim gibi, sorun aşı karşıtlığı değildi. ama hastalık kapması muhtemel bir kalabalıkta basketbol maçı izledikten sonra çocuklarla etkinliğe katılması, röportaj vermesi ve nihayet kurallar gereği avustralya'ya giremeyeceği kesinleşince de, "testim pozitif çıkmıştı, iyileştim" demesi.

sevenlerinin eline tutuşturduğu iki ucu pis değnek. ya hasta hasta çocuklarla sarmaş dolaş fotoğraflar çektirip röportaj verdi ya da sırf doğal favorisi olduğu turnuvaya katılabilmek sahte belge düzenledi. ben kızmayı, hatta nefret etmeyi seçtim.

ta ki, federer'in son profesyonel turnuvası olacak laver cup'a katılacağını açıklayana kadar. tarihin en başarılı erkek tenisçisi olmasına rağmen takdir görmeyen, federer ve nadal kadar sevilmeyen, hatta oyun bozanlık yaptığı için bir çok tenisseverin nefret ettiği bu adam başrolde nadal ve federer olacağını bile bile, kendisinin de üçüncü adam olacağını bilerek, gölgede, arka planda kalmaya razı gelerek veda partisine katıldı.

olan bitene hiç aldırmadan federer'i onurlandırdı. erdemli bir insan, "küstah sırp" gibi.

29 Haziran 2024 Cumartesi

dakika ve skor

"Okul durmadan -miş gibi yapmaktı, komikmiş, ilginçmiş, iyiymiş gibi yapmak. Öğretmen de kendi radyo programını sunuyordu, gözlerini kocaman açıp hain kurt taklidi yaparak dudaklarını büze büze hikâyeler okuyordu. Herkes gülerken ben de kendimi zorlayıp gülüyordum. Konuşan hayvanlar hiçbir zaman o kadar ilgimi çekmedi. Bu saçmalıkları anlatırken bizi pek umursadığını da düşünmüyordum. Sandalyesinde öyle bir hoplayıp zıplıyordu ki gözüme kaçık ya da alık gibi görünüyordu; bu kuzu köpek hikâyelerini anlatmaktan yüksünmüyordu. Sağımda solumda oturan kızlar onu merakla dinliyor gibi görünüyordu. Biri, benim yanımda oturan, beş dakikada bir arkasına dönüp dalga geçiyor, sonra hop, ciddi ciddi öğretmeni dinlemeye koyuluyor, sonra tekrar aynı şeyi yapıyordu. Ben de onun gibi yaparak oyalanıyordum, başkaları nasıl davranırsa öyle davranmaya çalıştım hep."*


*: annie ernaux, boş dolaplar

26 Haziran 2024 Çarşamba

dut fidanı, yaban mersini ve gül

bir defa daha analım âyine-i mücellâda nihanız namlı öyküyü.

/o öyküde, öykü kahramanı yazara, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mıdır nedir o adamın hikâyesini," diyen bir editör vardır. onu analım./

sonra da, "blogun bir editörü olsaydı," diyelim bir defa daha.

"blogun bir editörü olsaydı, yaprağına su dokununca kokusunu salan sardunya hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık jet lag mı olmuş, kafası mı karışmış nedir o dut ağacının hikâyesini," derdi."

farkındayım bu bahis uzadı. ama geçenlerde dut fidanının yanına uğradım.

biliyorum; bir başkasının bahçesi, bahce sahibi diğer meyve fidanlarının bakımını en iyi sekilde yaparken onu bilerek ihmal etmiş ama dayanamadım. etrafında büyüyen otları ve dikenleri temizleyip ortaya çıkardım.

böylece ona yapılanları daha iyi gördüm. kırılan dallarını, soyulan kabuğunu, soyulan kabuğunu kendi başına iyileştirme çabasını, kırılan dallarına inat o kırıklarda filizlenen sürgünleri...

sonra aklıma tanıdığım 'en kötücül kadın' geldi. ankara, sokakları numaralarla belirlenmiş ünlü mahalle, oradaki bir teras, terasa açılan kapıya asılı deniz kabukları ve dağlardan sökülüp o terasa getirilmiş yaban mersini...

/"bir kaç yıl mutluydu. ben de mutluydum. ki o biraz da bendi. umudum ölünce başladı o da ölmeye. umutla yaşıyordu sanki. yeniden yeşertmek için uzun uzun nereden başlamamam gerektiğini düşündüm. ama umut yeşertmek zor. kurumaya yüz tutmuş bir yaban mersinini canlandırmak kadar zor. ama hala bir kaç yeşil yaprağım vardı; benim ya da yaban mersininin...(...)şimdi soruna gelelim, yani hafta sonuna; terasta dolandım, çiçeklere su verdim, birkaç yeni tohum ektim, toprağa bulandım. ve sonra yaban mersinin kurumaya yüz tutmuş dallarında bir kaç yaprak başlangıcı gördüm."/

neyse ki, aklıma iki bin on yedi ağustosundan bu yana elime almadığım küçük prens ve gülü geldi de o terastan atlamaktan kurtuldum.

/"insanlar bunu unuttu ama sen unutmamalısın." dedi tilki.

"evcilleştirdiğimiz şeylerden sorumlu oluruz. sen de gülünden sorumlusun..."

"ben gülümden sorumluyum." diye tekrar etti küçük prens./

dutlara zaafım, duta dair bir hikâyem olmayabilirdi. o dut fidanına rastlamayabilirdim. jet lag olduğunu fark etmeyebilirdim. bahçe sahibi onu diğer meyve fidanlarından ayırmayabilirdi. 

ama bunlar oldu. olurken omzuma sorumluluk yüklendi. tıpkı küçük prens gibi.

24 Haziran 2024 Pazartesi

minder

bahçeye girenleri gördüğünde üstünden kalktığı kilim desenli, kocaman minderde en ufak bir kırışıklık ya da çukur görünmüyordu; adeta az evvel orada oturmakta olan genç kadının bedeninin bir ağırlığı ya da maddesi yokmuş gibi.

19 Haziran 2024 Çarşamba

sosyal medyada bir ölüm*

önce noam chomsky'nin ölüm haberi düştü sosyal medyaya. sonra taziyeler, üzüntüler, övgüler, hatta anılar.

yaşı kemale ermiş, biraz bonkör davranırsak entelektüel sıfatından nasiplenebilecek okur yazar tayfa ahlar vahlar eşliğinde 'ışıklar içinde uyu'maya gönderdi ünlü düşünürü.

/bazan bu insanların 'taslaklar'da olası ölümler için taslak mesajlar bulundurduğunu, işaret gelince de 'gönder' deyip sosyal medyaya saldıklarını düşünüyorum. (ama konumuz bu değil.)

bir de, "her ölüm erken," kabul. ama doksan beş yaşındaki birinin ölmesi kimseyi şaşırtmamalı. birinin ölümü insanları üzebilir, onlara yaşlandığını hissettirebilir ama üretkenliği nihayete ermiş, herhangi bir verimden uzak birinin yokluğu yüzünden dünya niçin eskisi gibi olmasın ki? (şükürler olsun ki konumuz bu da değil.)/

hemen ardından eşi valeria wasserman'ın, gazetelere yolladığı "yok öyle bir şey. o iyi." diyen e-postası duyuldu.

meğer, geçen yıl kısmi felç geçiren ve hastaneye yatırılan noam chomsky'nin tedavisi evde devam edecekmiş.

bunu duyunca elimde olmadan güldüm ve refik halit karay'ı andım.

/kurtuluş savaşı aleyhine yazdığı yazılar nedeniyle vatan hainliğiyle suçlanıp, "yüzellilikler" adı verilen muhaliflerden biri olarak beyrut ve halep'te sürgün hayatı yaşamaya mecbur kalan refik halit karay, halep'te yaşadığı o sürgün yıllarında, istanbul gazetelerine "refik halit karay'ın vefat ve başsağlığı ilanı" diye kendisi için taziye ve ölüm ilanları verirmiş.

bu sözde "ölümünden sonra" kendisi hakkında yazılanları okur, evine başsağlığı için gelenleri takip edermiş.

kendi ifadesiyle, hâllerine "kıs kıs gülüyor", sonra da hiçbir şey olmamış gibi, "bir yanlışlık olmuş" deyip hayatına devam ediyormuş.

başka bir deyişle, ölerek hatırlatıyormuş kendini./

belki noam chomsky de öyle yapmıştır. kendini hatırlatmak ya da ölmeden önce öldüğünde peşi sıra denilecekleri duymak istemiştir.


*başlık, james agee romanı ailede bir ölüm'den ilhamla

18 Haziran 2024 Salı

dördüncü

ikste bir paylaşım önüme düştü. "sana özel" başlığı altında bir tavsiye. o şiir filmi sevdiğimi onlar da biliyor demek ki.

yenal bilgici'nin gazete yazısıydı. baştan sona severek okudum. bir şeye bakınca aynı şeyleri gören insanların ruhdaşlığını hissettim.

dahası aynı şeyleri hissetmenin güzelliğini.

*

seyredenler bilir; insanlar arasında dolaşan, yüksek yerlerden dünyayı seyreden, kütüphanelerde ikamet eden meleklerin, özelde ise insan olmak, rüzgârı yüzünde hissetmek isteyen bir meleğin şiiridir bu film.

bruno ganz'ın canlandırdığı, insan olmak isteyen bu melek isteği gerçekleştiği takdirde ilk gün yapmak istediklerini şöyle listeler: kahve içmek, bir türk berberine gitmek ve parmakları mürekkepten kararıncaya kadar gazete okumak…

yenal bilgici buradan yola çıkarak yazmış yazısını. ve başlarken de dediğim gibi baştan sona keyifli bir metin olmuş.

dayanamayıp, "işte bu!" dediğim son kısmı ise büyük bir keyifle (ç)alıyorum:

"bir sofrada olmak isterim. dostların arasında. hikâyeler anlatılsın, hikâyeler anlatayım isterim. yenilsin içilsin, zaman aksın, aramıza başka insanlar, başka hikâyeler katılsın isterim. çoğalalım isterim. çoğalalım ki günlük yenilgilerimizi hükümsüz kılalım. muhabbete değmeyen ne varsa dostluğun büyük zamanında kaybolup gitsin.

gece bittiğinde, sofradan kalktığımızda, yürüyerek, içimde yeni hikâyelerle ve bir şeyler anlatmış olmanın, insanlarla, insanlarımla yan yana durmuş olmanın silinmez hatırasıyla evime dönmek isterim.

evime vardığımda da, listeye eklediğim bu yeni maddeyi uzun uzun yazmak isterim."


merkez üs: https://www.gazeteduvar.com.tr/melegin-uc-dilegi-makale-1698948

14 Haziran 2024 Cuma

kolomb'un yumurtası

kristof kolomb bir ziyafette eline bir yumurta alır ve keşiflerini küçümseyen davetlilere, "bu yumurtanın masada dik durmasını kim sağlayabilir?" diye sorar.

kimse başaramaz. soran bakışlar ona çevrilince de yumurtayı alır, ucunu hafifçe masaya vurarak kabuğu parçalanmayacak şekilde kırar. yumurtanın yassılaşan ucunu tabağına koyar, yumurta dik durur.

"bunu herkes yapabilir," diye itiraz sesleri yükselir. kolomb istifini hiç bozmaz. "doğru," der.

"zor değil. zor olan, bunu düşünebilmektir."

11 Haziran 2024 Salı

gece ve yağmur

kemal varol'dan tarık tufan'a nazire...

bir adam girdi şehre koşarak'tada, "her insanın ömrü boyunca ezberinde tutacağı bir yağmur olmalı," dediği yere.

*

"(...)herkesin, harflerin görünen yüzüne gizlenmiş bir sır gibi parça parça açıldığı, bütün esrarın orta yere döküldüğü, yıllar yılı zihninde tutacak bir gecesi olmalıdır bu dünyada."*


*aşıklar bayramı

8 Haziran 2024 Cumartesi

dostluk da bilgi ve beceri ister

dostluğun aşktan da üstün olduğunu defalarca kez söyledim. dostlukta bir çeşit kutsiyet gördüğümü de. "aşk günden güne azalır, adına 'sevgi' dediğimiz bir 'alışkanlık'a dönüşürken, dostluklar zaman geçtikçe sağlamlaşır, insanı yarı yolda bırakmaz," bile dedim.

/bu aşkın kıymetini azaltan, değerini elinden alan bir bakış değil, dostluğa hakkını teslim eder bir bakış. yoksa, aşk orada ve var. bütün ihtişamıyla.../

gün gelir, "bitmez sandığın" dostluklar da biter ama. alacak verecek mevzusu, kız meselesi, taşınma, kıskanç eş/sevgili değildir sebep. anlatırken, "keşke öyle olsa," deriz zaten.

en kötü zamanlarında yanında olmuş, dinlemiş, ağlarken ağlamış, o sarhoş olup unutmaya çalışırken sekizinci kahveyi içmiş, olur da kusarsa diye leğenler hazır etmiş, tutsun diye tavsiyeler vermiş, desteklemişizdir oysa.

o günler geride kalıp da sular durulduğunda ise bir de bakarsınız bir şeyler olmuş, sanki kötücül bir büyücü parmağını şıklatmıştır. en kötü günlerinde yanında durduğunuz kişi artık iyidir ama ne arar ne sorar. muhtemelen yeni arkadaşları vardır, zamanı ise hiç yoktur.

ona yakıştıramazsanız, kendinize bile itiraf edemezsiniz ama içten içe kullanılıp atıldığınızı hissedersiniz.

oysa onun, 'eski dost'unuzun masumiyetini bilseniz böyle düşündüğünüz için utanır, bırakın kızmayı sizi affetmesi için yalvarırdınız.

hatalarına tanık olmuş, çaresizliğini paylaşmış, utancına eşlik etmiş, zayıf yanını görmüş insanla dost kalabilmek zordur çünkü. güçlü bir karakter, mangal gibi bir yürek ister.

o ne zaman size baksa kimliğindeki zaafları, geçmişindeki karanlığı hatırlıyordur çünkü. daha kötüsü de, bütün bunların insani olduğunu bilmiyordur.

bilmediği için de, insan oluşun parçaları olan kırılganlığı, yetersizliği kendine yakıştıramayan 'dost'umuz yeni denizlere yelken açar.

yaşasın yeni denizler, yeni arkadaşlar.

sadece yelkenindeki yırtıklar, gövdesindeki çatlaklar, boyasındaki dökülmeler fark edilene kadar.

5 Haziran 2024 Çarşamba

hikâyeciler

bazıları küçük bazıları büyük bir sürü hikâye taşırız heybemizde. ve bunları anlatmak isteriz. (şimdi) var olduğumuzun, (eskiden) yaşadığımızın ispatı olsun diye.

yeni bir şehre, ülkeye taşınmış gibi hikâyelerini değiştirmek isteyenler, düzenlemek, yeniden kurgulamak isteyenler de az değildir.

hiç değilse yeni insanlar, yeni kulaklar arzularız yeniden anlatabilmek için.

ilişkileri bilmem ama flört sandığımız şey tam da budur aslında. yeni gelene "beni gör," der, yeni kulağa hikâyelerimizi fısıldarız.

kim bilir? belki de don juan'ı yanlış anladık. çapķınlığını ten için bahane, amacının liste olduğunu sandık.

belki de o, yalnızca hikâyelerini anlatacak yeni bir kulak istiyordu. kadınlar da, "bakire bir kulaktan ibaretti."

2 Haziran 2024 Pazar

kediler, tabaklar, iki yüz liralar, jet lag olmuş dut fidanları

tekmili birden burada. birazdan değil, hemen.

kediler

schrödinger'in ünlü kedisini bilmeyen yoktur. bir kutunun içinde ikamet eden, ölü mü yoksa canlı mı bilinemediği için aynı anda hem ölü hem canlı olan ünlü kedi.

gözlemleme, yani görme şansımız olmadığı için gerçeği bilemez, başka bir deyişle her iki cevabı da doğru kabul ederiz.

tabaklar

sosyal medyada gördüğüm en güzel şakalardan biri olan schrödinger'in tabakları bu durumu çok güzel açıklar.

şimdi bu tabaklar sağlam mıdır? görünüşte evet. peki bunları satın alır mısınız? bence, hayır. çünkü alıp evinize götürmeye kalktığınızda kırılacak hepsi.

edebiyat yaparak söylersek, kırılmanın tohumunu içlerinde taşırlar. ya da "zaten kırık"lar.

başka bir deyişle onlardan tanımlarına uyarak 'tabak olmaklık'ı beklediğimiz anda yok olup gidecekler.

iki yüz liralar

kızılay kalabalığını düşünün. ya da bambaşka bir kalabalık. yerde bir iki yüz lira var.

/tamam, bugün olsa dönüp bakmaz, eğilip almazsınız. o yüzden on beş yıl önceki kızılay kalabalığını hayal edin./

şaka ya da reklam olsun diye basılıp yere fırlatılan o iki yüz lirasiz eğilip alana kadar hem gerçek hem de sahtedir.

asla bilemezsiniz. eğilip aldığınızda tabaklar paramparça olur.

/"kedi ölür" diyecektim ama ortalık karışık. umarım iki yüz lirayı yerlere atmakla da bir şeylere muhalefet etmemişimdir./

jet lag olmuş dut fidanları

bu yazı burada bitecekti ama bu sabah bir şey oldu.

akademinin atletizm pistine yakın olmasından da cesaret bularak jet lag olmuş dut fidanını görmeye gittim.

cesaret; çünkü hâlâ sokaklarda, yani sert zeminde koşmuyorum. gittim; çünkü mevsimi geldi.

arsa ya da meyve bahçesi yerli yerindeydi. yabani ot ve dikenler dizi aşsa da meyve fidanlarına özen gösterildiği belliydi. etraflarındaki boşluğa bakılırsa dipleri kazılmış, gövdelerine kireç sürülmüş falan.

dut fidanı hariç. boyunu aşan yabani ot ve dikenlerin arasında kaybolmuştu. jet lag vak'asından sonra arsa sahibi ondan vazgeçti sandım ama sebep bambaşka galiba. bahçenin tam köşesinde ve yol kenarında olmakla zaten korunaksız fidanın dallarını birileri kırmış, bahçe sahibi de bu iflah olmaz artık diyerek umudu kesmişti.

dut fidanına doğru umutla koşarken, "var ama belki de yok" diye düşünmüştüm. kafamda kediler, tabaklar, iki yüz liralar.

/defalarca söyledim: koşarken yüksek insanlık idealleri üzerine ya da bugün kaç vejetaryen kurtardım ya da yükselen yıldızı meteor olup insanı çarpar mı, çarparsa doğum saati ile aralarında bir bağlantı var mıdır gibi anlatınca prim yapabileceğim şeyler düşünmüyorum. hatta geçenlerde içinde berlin geçen bir fıkra bile düşündüm. hayır, anlatamam. mahrem./

gözlemleme şansını bulunca da tabaklar paramparça, iki yüz liralıklar sahte.

zeyl

hüzünle atletizm pistine geri döndüm. sanki sabahın körüydü ve yağmur yağıyordu.

/evet, chungking express (1994) şiirine gönderme yaptım. evet, çok sevdiğim şeylere 'şiir gibi' demeyi severim. evet, bir zamanlar şiir gibi bir kız sevmiştim. gerçi bir kaç tane de olabilir. hayır, vardılar. şimdi yoklar./

atletizm pistinde bir tane genç kız vardı. 'teen'lerden. temposuna, fiziğine, kılık kıyafetine bakılırsa antrenman için oradaydı.

bir an yıllar önce beraber koştuğumuz adsız küçük kızı düşündüm. bu kızın o olduğunu, büyüdüğünü falan. ama beni unutmuştu.

ben de unuttum güzelim. seni değilse de başkalarını unuttum. iyi unuttum. daha iyi unuttum.

29 Mayıs 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Tüm o arayışım sırasında keşfetmekten kaygı duyduğum diğer kişi gerçekten başka birisi miydi, yoksa sadece kendi yalnızlığıma mı tahammül edemiyordum?
Bu sonsuz hiçlikte dolanıp duruyordum. Bazen de, eğer deli değilsem, dolanıp durmak yerine, şiirselleşiyordum. Kendimi dürüstçe, olayları bu gibi yollarla düşünmeye verdim.
Sonsuz boşlukların bu hiç bitmeyen sessizliği beni korkutuyor. Örneğin, onları da böyle düşündüm.
Bir anlamda, onları böyle düşündüm.
Aslında bu cümlenin altını, üniversitedeyken Pensées [fr. Düşünceler] adlı bir kitapta çizdim.
Ayrıca, sonsuz bir hiçlikte dolanıp durmakla ilgili cümlenin altını, elbette bir başkasının kitabında çizdim."*


*: david markson, wittgenstein'ın metresi

26 Mayıs 2024 Pazar

tehlikeli şiirler - altmış dokuz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
oktay rifat horozcu'dan bir şiir* mesela

Harcını çekiyorlardı yapının,
kara bir don, belden yukarsı çıplak.
Yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,
pencereden görünecek dallarını, komşunun yarısını,
ağaçların arasında kaybolan yolunu,
durulacak yerlerini çekiyorlardı, bütün o noktaları,
aşkı, ki saklanırız çoğu kez sevişmek için,
köşeleri çekiyorlardı, merdiven başını,
mutfağın sofaya vuracak aydınlığını,
bir kızın ölüşünü ansızın
iki kapı arasında, yaz başlangıcı olabilir,
saksılar olabilir, hasekiküpesi, cezayirmenekşeleri,
yalnızlıkları çekiyorlardı, öpüşleri,
karşı çıkışları, susmalara karışan böğürtleni,
bir denizden uzaklara çıldırmanın sevincini,
bükük beli, koltuktakini, sofada yürüyeni,
kaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacıkaynayan çaydanlığın mutfağa diktiği
o kokulu ağacı, kabuklarını döktükçe büyüyen, semizotunu masada, maydanozu, domatesi,
kaşığa uzanmayan eli ve lokmayı boğazda düğümlenen,
doğacak oğlanı ölmeden önce
bir nisan yağmurunda avucunda güneşle.
Çay soğumasın, bu reçeli seversin sen,
orasını çekiyorlardı işte, tam orasını,
umutların ömrümüzden döküldüğü yeri
ve ev yükseliyordu yavaş yavaş kaderine doğru.

Onlarsa gün batmadan gidecekler.

*:harç çeken işçiler

22 Mayıs 2024 Çarşamba

soru

evet, bir sorum var. "günün sorusu" değil ama onlar gibi cevap vermekten çok düşünmek için. biraz da, "beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" tadında.

*

üniversitedeki hâliniz şimdiki hâlinizle ahbap olur muydu? ya da şimdiki hâlinizi görse ne düşünürdü?

/istediğiniz sorudan başlayabilirsiniz. yaşı genç olanlar ya da kendini genç sayanlar buradaki 'o hâl'i daha erkene çekebilirler./

*

ahbaplık konusunda cevabım çok net: yüzde yüz. çünkü, hem üniversitedeki hâlim kendinden büyüklerle ahbaplık etmeyi severdi hem de şimdiki hâlim gençlerle takılmaktan keyif alıyor.

tencere ve kapak hikâyesi yani.

o yaşlarda bugünleri düşündüğümü hatırlamıyorum. hem ilişkilerimi hem hayatımı günleri birbirine ekleyip hafta, haftalardan ay, ayları da yıl yaparak yaşamayı seçmiştim. bir yıl sonraki ben adına kimseye söz veremez, karşıdan karşıya geçerken dikkatsiz bir şoförün bedenimi kendisine armağan zannetmeyeceğini garanti edemezdim.

eğer plan denilebilirse, mezun olmak, para kazanmaya başlamak, erken yaşta baba olup çocuklarımla beraber büyümekti planım. dostlarımla bağımı kopartmadan, diplomalı bir mesleğin emniyetinde tek bir çizgi üzerinde yürümek istiyordum galiba.

elbette girit'e gitmek, new york maratonunda koşmak, chris isaak ya da 'aziz' tom waits konserinde kendimden geçmek gibi hayallerim vardı.

şimdi, o zaman düşünsem ya da hayalini kursam bile aklıma gelmeyecek bir yerdeyim.

deniz feneri yalnızlığı yerine daha kalabalık bir yaşantı tahmin ederdim galiba. ya da kendi kendine konuşmak yerine birilerini peşinden sürükleyen bir adam.

'o kız'la evli olmayışıma şaşıracağıma da eminim. çünkü o zamanlar, onsuz bir hayat düşünemez, eğer onu görmezsem ölürüm sanırdım.

babasına aşık bir kızım olmasını beklerdim. ya da iki. çünkü, o vakitler ideal çocuk sayısının dört olduğuna inanıyordum. ama dillere persenk hâliyle değil. sadece torunlar teyze, hala, amca ya da dayıdan yoksun kalmasın diye iki kız iki erkek.

sonra durulmuş, gideceği yolları tükettiği için değil de yollar bir çembere döndüğü için hikâyesinin başladığı yere dönmüş bir adam olacağımı tahmin edebilirdim.

örnekler çoğalabilir. ama üniversitedeki hâlim bu hâlimi severdi bence. özellikle kendim olarak kalabilmiş olmamı -beni büyük imtihanlarla sınamayan, taşıyabileceğimden fazlasını bana yük etmeyen ohepvarolan'a şükürler olsun- takdir ederdi.

belki beni renksiz bulurdu ama içten içe ilerde benim gibi bir adam olmak isterdi.

o da, "sen kız babası olmalıydın" derdi. "senden annenle, babanla ve kardeşlerinle daha çok vakit geçirmeni beklerdim" de. ne zaman "bekarlar kesinlikle evlenmesin, evliler ise asla boşanmasın" dediğimi duysa bana garip garip bakardı.

benimle koşar, yüzer, maç seyreder, king oynar, kitaplar ve filmler üzerine konuşur, "kitapların ve filmlerin dünyasından çıkmalısın" demeyen bir ahbabı olduğu için mutlu olurdu.

bir de, "iyi ki olmamış o hikâye," derdi. "ohepvarolan seni yıllar sürecek bir ölümden korumuş."

17 Mayıs 2024 Cuma

dakika ve skor

"Roman yazmayı şeytani satranç problemleri kurmaya benzeten Nabokov, edebiyat okumasının ağır iş olduğu kanısındaydı. En iyi romanlarda "asıl çatışma karakterler arasında değil, yazarla dünya arasındadır," diyordu. Edebiyat, yazarın bir evren, bir gezegen, bir coğrafya yarattığı bir alandır Nabokov'a göre; okur da bu alanda yolunu bulma mücadelesi verir. Deha ürünü edebiyatın geleneksel hakikatleri yeniden ifade etmeye, hayattan alınmış gibi duran ayrıntıları tekrarlamaya rıza göstermediğini savunur. Böylesi bir edebiyat, daha önce hiç ifade edilmemiş şeyleri daha önce hiç yapılmamış biçimde yaratmak için bu hakikat ve ayrıntıları yeniden yapılandırır. Elde edilecek ideal sonuç, bitap düşmüş mutlu okur ile yazarı romanın kurmaca dağının tepesinde buluşturmak, "kitap sonsuza dek sürecekmiş gibi birbirine bağlanmış halde" kucaklaşmalarını sağlamaktır."*


*: andrea pitzer, nabokov - yazarın gizli tarihi

16 Mayıs 2024 Perşembe

bulutlu balkon

bakışlarını okuduğu satırlardan kaldırdı, kaldığı yeri kaybetmemek için işaret parmağını arasında tuttuğu kitap kucağında, uzaklara, korunun ardındaki yüksek binalardan arda kalan mavilikte asılı bulutlara baktı.

12 Mayıs 2024 Pazar

artık

geçen gün havuzda... yüzmüş, duşumu almış, spor çantamı yüklenmiş çıkışa yürüyordum. bir hanımefendiyle karşı karşıya geldik.

/belki teyze demeliyim. bence annemden yaşlıydı çünkü. ama 'hanımefendi' anlatıya daha uygun./

o durumda siz ne yaparsınız bilmem ama ben sağa ya da sola hamle etmez olduğum yerde dururum. o da öyle yaptı. o da durunca gülümseyerek yüzüne baktım.

burnunda kesik izlenimi bırakan, kanayan bir yara vardı. muhtemelen yüzücü gözlüğü sebep olmuştu. ama başka zaman, başka yerde olsa sokak kavgasına karıştığını, emniyet kemeri takmadığı için yüzünü ön cama vurduğunu, kapı yerine iyi temizlenmiş bir camdan dışarıya çıkmayı seçtiğini sanabilirdiniz.

eliyle yüzünü yokladı, "gözlük yapmıştır," dedi. ben de bu farkında oluşa güvenerek veda ettim ve yürüdüm. ama peşim sıra söylediklerini duydum.

"merak etmeyin, artık güzel olmadığımı biliyorum."

duymamış gibi yapıp yoluma devam ettim. çünkü, bu söyleyişte hüzün mü vardı, yoksa yaşını başını almış kadınların artık yanlış anlaşılmayacak olmanın rahatlığıyla taşındığı tadından yenmez konfor alanı mı, anlamadım.

umarım ikincisidir.

10 Mayıs 2024 Cuma

rica

"bütün bir kış boyu sadık kaldığım sen,
yazın ateşi içinden duydum
seslenişini - ey sahte bakış,
gönlünün bir kenarında yok et beni."*


*:thomas bernhard, ayın demiri altında

6 Mayıs 2024 Pazartesi

demoklesin kılıçları

tarih kitapları ya da deyimler sözlüğü yalnızca bir tanesini diline dolasa da o kadar çok ki. hele de bugünlerde.

"modernleşme iddiasındaki bir devletin sokaklarında başı boş hayvan olamaz. koşa koşa gittiğiniz, anlata anlata bitiremediğiniz batıda sokak hayvanı diye bir şey yok," diyorsunuz ve "hayvan düşmanı" etiketiyle yaftalanıyorsunuz.

sürçülisan edip ya da bile isteye -oradaki 'adam' er kişi değil insan teki yani birey anlamına geliyor ne de olsa- "bilimadamı" deyiverin cinsiyetçilikten faşizme bir sürü kılıç saplanıyor gövdenize.

"bırakın bu kadar bütçe, laiklik gibi muhteşem bir ilkeyi benimsemiş bir devlette diyanet diye bir kurum olmamalı" dediğinizde dinsiz imansız ilan edilmeniz alacağınız en hafif tepki oluyor.

"balkanlardan, başta girit olmak üzere adalardan, batı trakya'dan anadoluya mecburi göçleri, sebep olduğu acıları, geride kalan kültürel mirası, malı mülkü de konuşalım," diyorsunuz, faşist suçlaması kaplıyor bütün iklimi.

liste uzayıp gider ama en korkuncunu söylemeden bahis bitmez.

"zorbalık ve üç kağıtla kurulan, zorbalık ve soykırımla ayakta durmaya çalışan bir devlet, yani israil yok olsun istiyorum ben. inanç, ırk olarak kendini yahudi diye tanımlayan hiç kimseyle derdim yok. kaldı ki, bana çoğu müslümandan daha yakın yahudi arkadaşlarım var. aynı israil'e düşman pek çok yahudi de.

o yüzden alın antisemitizm putunuzu, demoklesin kılıcı gibi tepemizde sallanan antisemit suçlamanızı, defolun!.."

4 Mayıs 2024 Cumartesi

günün sorusu: sarsıntı

her canlı gibi bir gün öleceğini öğrendiğinde mi daha çok sarsılır insan, yoksa dünyanın kendisinden sonra da dönmeye devam edeceğini anladığında mı?

1 Mayıs 2024 Çarşamba

bir mayıs ve paul auster

bugün bir mayıs, "zenginin malında fakirin de hakkı vardır," diyerek başlayalım söze...

emekçinin, işçinin, parasını helâl yollardan kazanan herkesin bayramı kutlu olsun.

bu vesileyle 'aşk ile bir dahi': katil israil ve işbirlikçileri yok olsun.

*

paul auster öldü. sadece zamanın geçtiğini, yaşlandığımı hissettim. bundan başka üzüntü de hissetmiyorum.

bizim kuşağın yazarlarından olduğu hâlde benim yazarım ol(a)madığı içindir belki. belki de, 'katil israil'in var olmaya çalıştığı topraklarda, toprakların asıl sahiplerine yaptığı zulmü onaylar tavrından.

kitaplarının bazılarını keyifle okudum, yalnızlığın keşfi, birinci bölümdeki* babasının ona bakınca gördüklerini okuyunca şefkat dahi duydum:

"anlaşılan kötü bir evlat olmuştum, bunu şimdi anlıyorum. tam olarak kötü değilse de, en azından düş kırıklığı, bir şaşkınlık ve üzüntü kaynağı olmuştum. oğul olarak bir şair çıkarmış olmasının babam için hiç anlamı yoktu. ne de olsa columbia üniversitesi'nden iki diploması olan bir genç adamın okulu bitirdikten sonra meksika körfezindeki bir petrol tankerinde sıradan bir denizci olarak işe girmesini ve sonra da, mantıksızca, paris'e gidip orada dört yıl boyunca kıt kanaat yaşamasını anlayabiliyordu."

kim bilir tek başına smoke (1995), hatta aradan geçen bunca yıla rağmen içimdeki yerini koruyan, her şeyiyle çok sevdiğim final bölümü bile yeterdi bugün yas tutmaya.

ama içimden öyle gelmiyor. sadece yaşlandığımı hissediyor, dünya sahnesinden bir zulüm destekçisinin daha eksildiğini düşünüyorum.


*:görünmeyen bir adamın portresi

28 Nisan 2024 Pazar

konum - on iki

"kenarın dilberi nazenin olmaz" ile "görgülü evden kız alırsan katır tırnağı kadar soğan doğrar" arasında bir yerlerde.

26 Nisan 2024 Cuma

güzel ihanet

meltem gürle, kırmızı kazak'ın önsözünde söze, "yazmaya o kadar geç başladım ki, hâlâ çok erkendi. yazmaktan korkan herkes gibi ben de önümde sonsuz zaman olduğunu düşünüyordum. bir gün elbette yazacaktım ama henüz gerekli olgunluğa ulaşamamıştım. sonunda küçük de olsa okunabilir bir metin çıkaracağıma inancım tamdı ama belli ki o zaman daha gelmemişti." diyerek başlar ve oradan arkadaşı selami ince'nin ihanetine geçer.

o sıralar birgün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapan selami ince bir akşam meltem gürle'yi aramış ve gazetede bir edebiyat köşesi hazırlanmayı önermiş. ikna olsun diye de, istediği her konuda yazabileceğini söylemiş.

yine de ikna olmaz meltem gürle. çünkü, düzenli yazma fikri gözünü korkutmuştur. ama arkadaşının ikna çabası bitmez. nihayet oğuz atay'ın ölüm yıl dönümü için, bir 'oğuz atay yazısı' ister.

endişe etmesine gerek yoktur meltem gürle'nin, nasıl olsa bir defalık bir şey olacaktır. "hadi artık," der. "oğuz atay ile ilgili bir şeyler yaz. sadece bir kereliğine yazacaksın. senin doktora tezi konun zaten."

zayıf noktasından yakalanan meltem gürle ufak bir yazı yazıp gönderir. yazısının yayımlandığı gün gazeteyi eline aldığında, bir de bakar ki, yakın arkadaşı selami ince yolladığı metni elden geçirip köşe yazısı formatına sokmuş, tepesine de internetten bulduğu bir fotoğrafını yerleştirmiş. köşenin üzerinde de "not defteri" yazıyormuş.

hain arkadaş, "artık bir köşen var," demiş. "bundan sonra her hafta yazacaksın."

*

o hain arkadaş olmasaymış, galiba kırmızı kazak da olmazmış.

ama bana blog yazıları, hatta onlar olmasa bile ayrıntı dergi, birinci sayıdaki ruh fakirliği üzerine bir deneme yeterdi.

beni bilirsiniz: içinde deneme geçen başlıkları severim. mesela, gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi...

22 Nisan 2024 Pazartesi

günün sorusu: tarafsızlık

her iki tarafın da sadece haksız yanlarını, hatalarını görmek değil midir tarafsızlık?

20 Nisan 2024 Cumartesi

bir film, çok hayat

perfect days (2023) filmini nihayet izledim ve "her popüler olandan uzak durmak gerekmediğini hatırlatan iyi bir örnek," dedim.

tıpkı nietzche ağladığında, kürk mantolu madonna, küçük prens, ismet özel, saramago, didem madak, eternal sunshine of the spotless mind (2004), breaking bad (2008-2013) gibi.

wim wenders, konusuyla, bu konuya çok yakışan anlatım, mekan, karakter ve görsel tercihleriyle mükemmele yakın, üzerine olumlu konuşmayı hak eden bir iş çıkartmış bence.

çok sevdiğim, günler arasında ayraç izlenimi bırakan rüya sahnelerine rağmen belgesel tadındaki film, yönetmenin yaklaşık kırk yıl önce çektiği tokyo-ga (1985) adlı ozu belgeselinin izinden gidiyor ve kahramanı hirayama'nın dünyayı seyretme şekliyle fena halde der himmel uber berlin (1987) şiirini hatırlatıyor.

/evet, film değil şiir. ilk seyredişimde, "ama bu bir şiir," demiştim ve fikrim hâlâ aynı./

hirayama, bile isteye, eksilte eksilte vardığı sade hayatını umumi tuvaletleri temizleyerek kazanan bir adam. ama bu kadar pis bir işi elinden gelenin en iyisini yaparak, keyif alarak yapıyor. işi bitince de kitap okuyor, altmışlı yetmişli yıllardan kalma rock klasiklerini dinliyor, fotoğraf çekiyor ve dünyayı seyrediyor.

yalnız bir adam değil. sadece insanlarla kısa ve öz muhatap oluyor. tıpkı maddesel eksilmede olduğu gibi yalnızlığı da seçmiş, yalnızlıkla baş edebilen, hatta bundan memnun olan biri. keyif aldığı şeyleri yapıyor. sadece bu 'şeyler' vasata keyif veren 'şeyler'e denk düşmüyor.

münzevi değil sade bir hayat onunki. insanlardan kaçmıyor, sadece az ilişki kuruyor. öğle molalarında denk geldiği uyuz kızı saymazsak ilişki kurmada sorun yaşadığı da yok. günahını almayalım ama. kız belki uyuz değil sağır ve dilsizdir.

belgesel gibi demiştim ya. bu, biraz yönetmenin bir el kamerası ile karakterin peşinde dolaşıyor hissi vermesinden biraz da mimari güzellemesi olan columbus (2017) filmini hatırlatmasından.

/columbus'un belgesel değil film olduğunu inkar etmiyorum elbette. kahramanların sanat galerisi ya da müzede gezercesine hakkında konuştuğu, yanında yöresinde sohbet ettiği ve görüntü yönetmeninin nefis karelerle kadraja dahil mimari eserleri saymazsak film iki farklı karakterin büyümesini anlatıyor aslında. ve bunu birinin giderek, diğerinin kalarak yapmasını. üstelik giden genç kız, kalan orta yaşa yaklaşmakta olan bir erkek. genç kız annesini ardında bırakıp hayallerinin peşi sıra gidiyor, adam ise babasının yanında kalmayı seçiyor./

hirayama'nın işi nedeniyle gördüğümüz -ya da ziyaret ettiğimiz- umumi tuvaletlerin hepsi tarzı olan, mimari ve malzeme seçimiyle bulunduğu çevreyle uyumlu sanat eserleri gibi.

/filmin sonunda tuvaletleri tasarlayan mimar/sanatçıların adı da jenerikte vardı diye hatırlıyorum./

yalnızca bulutlardan ibaret bir instagram hesabına sahip biri olarak ağaçları, rüzgârın yapraklara ettiğini, gölgeleri seyretmekten keyif alan hirayama'dan etkilenmemek elimde değildi. "idolümsün hirayama!" paylaşımları yapmadıysam her aklıma geleni sosyal medyaya malzeme yapmadığım içindir. yoksa ortalık "geri zekalı" ile dolardı.

beni en çok etkileyen, yakalayan yer ise yeğeninin hirayama'yı ziyareti oldu. orada iki şeyi anladım çünkü.

ilki, hirayama bu hâli mecbur olduğu için değil seçtiği için yaşıyordu. konforu ve o konforu devam ettirmek için gerekli sorumlulukları da terk etmişti hirayama. sorumluluğu az bir iş seçmiş, az kazansa da heveslerine yetiyor.

ikincisi de, seçimiyle aile içinde eleştirilen, anlaşılamayan, başarısız ve kendini ziyan ettiği düşünülen bir dayının yeğenine kahraman oluşu.

ben hirayama olsam, sadece bu kahramanlık için bile olsa değdiğini düşünür, yeğenimin de tıpkı benim gibi fotoğraflar -üstelik benim hediye ettiğim fotoğraf makinesiyle- çektiğini öğrenince mutlu olurdum.

*

evet, sosyal medyada çok konuşuluyor bu film. neredeyse hepsi övgü. katılıyorum.

ama saçma sapan yorumlar da yok değil. keşke, "filmi beğenmedim şekerim" tarzı olsa.

adamın biri çıkıp, "tuvalet temizlemek de sınıfsal" demiş. hirayama'yı anlamaktan uzak biri, "sosyal devlet sayesinde geçimini garantiye alınca bu tür artistlikleri yaparsın elbet" demeye getirmiş.

ben de, "yönetmen matematikçi. çünkü asal sayıda tuvalet temizliği söz konusu. erbabı bilir, bütün matematikçiler asal sayı sever," demek isterim. şakaydı...

*

benim düşündüğüm ise bambaşka bir şey oldu. hani, filmi ve film kahramanı olarak hirayama'yı çok sevdik, hirayama'yı övdük, övüp duruyoruz ya...

gündelik hayatta karşılaşsak n'olurdu?

içten içe onu takdir eder, onun yerinde olmak ister ama başkalarıyla konuşurken kendisine yazık ettiğini, hayatını ziyan ettiğini söylerdik.

bir hayatı toplumun öğütlediği, hatta emrettiği şekilde değil kendimizi mutlu edecek şekilde yaşamak ne demek anlar mıydık?

çünkü bizler üniversite okumalı, diplomalı meslekler edinmeli, belli bir yaşa gelmeden evi, arabayı almış olmalı, peşi sıra da ikinci eve ya da sene de bir kaç gün kullanacağımız yazlık için banka kredisine başvurmalıyız. bir de dara düşsek bile elimizi sürmeyip başka şekilde darlıktan çıkmaya çalışacağımız banka hesaplarımız olmalı.

ya da hayranlıkla izlediğimiz, seçimlerini övdüğümüz bu adamla evlenmek ister miydik? yoksa 'banyosu olmayan bir evde olmaz' mı derdik? ya da üç aylığına hindistan'a gitmiş gibi sevgili olup üç ay sonunda bol stresli, bol kazançlı, bol etiketli işimize geri döner gibi sağlam bir işi, aileden gelme parası, arabası olan biriyle mi ciddi düşünürdük?

siz cevabınızı düşünün. benimki belli.

ne de olsa, bu dünyada en çok sevdiğim insanın yaptığı sıralamaya göre en sevdiğim ikinci şey bulutlar...

"ben, bulutlar, deniz fenerleri, kitap okumak, koşmak/yüzmek, film izlemek, yemek yemek."

13 Nisan 2024 Cumartesi

alıntının alıntısı

"durgun bir su kadar
güzel bir yüzle durduruldum
duruldum"

diye bir mısra çok okumuştum
çok uzun zaman önce
kime aittir hala bilmem...

9 Nisan 2024 Salı

yeniden okumalar

"hoşlandığımız eserleri mutlaka tekrar okumak gerekir. ikinci, hatta üçüncü okuyuşumuzda evvelce dikkat etmediğimiz güzellikler bulacağız. çünkü bir kitap da bir şehir gibidir: onu anlamak için, turistler gibi içinden otomobille geçmek, hatta sokaklarından bir defa ağır ağır yürüyerek geçmek elvermez. dikkate lâyık yerlerde tekrar tekrar dolaşmak, şehrin içinde bir müddet yaşamak lâzımdır."*


*:andré maurois

6 Nisan 2024 Cumartesi

adalet

her şey, "korkma yaklaş" notuna eklenmiş, o çok bilinen siteyi işaret eden bir linkle başladı.

şarkının bu hâlini beğendim dersem yalan olmaz. mustafa sandal'ın ispanyolca zırvalamaları olmasa 'çok' bile beğenebilirdim.

bahsi geçen şarkıyı çok dinlemiş olmalıyım ki, eskilerden bir şarkıyı da sıraya koydu o ünlü site: gidenlerden...

bir çeşit özlem ve nostalji duygusuyla dinlemeye koyulmuştum ki, "gidenlerden bir tek seni bana ekledim," dediği yerde ben durdum, şarkı devam etti.

bazan artistlik olsun diye "yorgun ve kirli" dediğim geçmişimde şarkıda bahsi geçen "bir tek"ten yoktu benim. hayır, elbette hüzünle ya da acıyla fark etmedim bunu. aksine kendimle gurur bile duydum.

bitenler bitme zamanı geldiği için bitmiş, gidenler gitmesi gerektiği için gitmişti. sebebi ister ben olayım isterse muhatabım, aklımda, fikrimde en ufak bir şey kalmamıştı gidenlerden. ya da bitenlerden.

her şey olup bittiğinde de bir tekini bile kendime eklemeden yola devam etmişim tabula rasa misali. kaldı ki, "üzmem, çünkü ben yarıştırmam".

"adalet, dediğin budur işte." diyerek kendimi alkışladım. kimseye haksızlık etmemişim. vakti geldiğinde hepsini de unutmuşum. "aferin," dedim, hatta klişe olduğunu bile bile uzandım, kendi yanaklarımdan öptüm.

şimdi, "hadi oradan," deyip, nefes dahi almadan, "senelerdir a mıdır, be midir nedir? anlatıp durduğun neydi?" diyecekler çıkabilir.

verip cevabımızı, ufka doğru yürüyelim peşi sıra.

verdiğim kıymeti inkar edecek değilim. ama bizden olmazdı. olmadı da. o gemiye kendi ellerimle bindirdim sandığım, onu ona hiç de uygun olmayan bir hikâyeye ittim diye kendi yolumda biraz mahçup, biraz üzgün, biraz kızgın, yani kısaca kırık yürümekti benimkisi.

ama gün gelip de, o gemiye onu bindirenin ben olmadığımı, bile isteye içine balıklama daldığı hikâyede tam da hayata bakışına ve kimliğine uygun davrandığını, başka bir deyişle masum olduğumu ve onu aslında hiç mi hiç tanımadığımı, hatta uydurduğumu anlayınca geçti gitti.

3 Nisan 2024 Çarşamba

paralel evrenler: on yedi

iki şarkıcı. ikisi de söz yazarı.

biri türk, diğeri amerikalı.

türk olan "bizim mahalle"den. o kadar çok severim yani. amerikalı olansa "gavur dostlarım"dan, yani "öteki çarşı"dan. ikisinin de emeği çoktur bende. hayatıma temasları 'beni ben yapan' şeylerdendir. tıpkı sinema dergisi ya da atilla atalay gibi.

benzerlikleri benim için 'en' olmalarıyla değil sadece, şarkılarından ilk akla gelenlerin vardıkları noktadan çok uzaktaki kaynaklarıyla da içimdeki dostluklarına dostluk katıyorlar.

*

sene iki bin. ya da iki bin bir... bursa karacabey'deki bir konser sonrası, dinleyiciler arasındaki veteriner çiftin davetiyle karacabey harasına giden feridun düzağac orada bir tayla karşılaşır ve sevmek için şefkatle ona yaklaşırken ağzında o ünlü nakarat dökülür: gel tanışalım önce...

kalp kırıklığı ya da sevgilinin olmaması gereken bir yerdeki mevcudiyeti falan değildir sebep. sadece ve sadece bir market alısverişi sırasında bir annesinin küçük kızına söylediklerini duymuştur chris isaak: baby did a bad bad thing.

30 Mart 2024 Cumartesi

üç roman, bir arka kapak yazısı

şu an dag solstad reisin 17. roman adını verdiği romanı okuyorum. bundan önce de son adım'ı okumuştum.

son adım, günümüz türk edebiyatından bir şeyler okumak niyetiyle listeye aldığım romanlardan biriydi. aynı niyetle okuma listesine dahil ettiğim iki romandan, hem istasyon hem de tehdit mektupları'ndan daha iyi olduğunu düşünüyorum. ayhan geçgin'in kalemi de hem birgül oğuz hem de aslı biçen'den daha güçlü geldi bana.

kitapları, herhangi bir bilgiden yoksun, sadece sosyal medya rastlantıları ve övgüleri yüzünden aldım. bir tek aslı biçen hakkında bir fikrim vardı: fransız teğmenin kadını gibi muhteşem bir çevirinin sahibi.

hem istasyon hem tehdit mektupları olmamışlık hissiyle aklımda. yazarlarının da, daha iyi yazabilirdim, diye düşündüğüne eminim.

bu açıdan bakınca, son adım'ın daha olgun bir roman olduğunu, zaman zaman yüksek edebiyat tadı verdiğini söyleyebilirim. kitabı biraz da ali ihsan'ın yolu nereye çıkacak merakıyla okudum.

cevabını aldım. son satırların altındaki boşluğa tarihi not düştüm. peşi sıra kitabı kapatınca arka kapak yazısıyla burun buruna geldim. okudum haliyle. okudukça da başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

/merak eden bulup okuyabilir ama kitabın konusunu açık etmeden bir örnekle açıklamayı isterim: örnek romanımızda kahramanımız liseyi yeni bitirmiş ve ne olacağına karar verememiş amerikalı bir genç olsun. bir yılı dinlenmeye ve düşünmeye ayırmak, peşi sıra karar vermek istiyor.

dinleniyor. düşünüyor da. bir kaç ay sonra ailesine yolculuğa çıkmak istediğini söylüyor. çıkıyor da.

yolu türkiye'ye, ege sahillerine düşüyor. gün batımını seyretmek için sahile indiği bir akşam balık ağlarına dolanmış ölü bir yunus görüyor ve diyor ki, "dünyada en az bizim kadar hakkı olan bu canlıların yaşam alanlarını gasp ettiğimiz yetmezmiş gibi bir de dikkatsiz ve bencil davranışlarla ölümlerine neden oluyoruz."

huzur versin düşüncesiyle, ölmüş de olsa yunusu ağlardan kurtarıyor ve kaldığı pansiyona doğru yürüyor. arka kapak yazısı da, kahramanın arayışı, düşünsel serüveni ve sorgulamaları değil yukarıdaki cümle, editör yorumu da, "çevre bilinci, hayvan hakları ve çevre kirliliğinin doğal yaşama etkileri üzerine derinlikli bir roman."

ne olsa küresel ısınma, çevre bilinci, karbon salınımı, hayvan hakları çağındayız./

ne kadar alçakça değil mi? insan elinde olmadan öfkeleniyor. kişiyi yanlış yönlendiriyor çünkü. alenen arka kapak yazısından dolayı kitabı alacakları da kandırıyor.

son adım, özetle, varoluşun boş ve kasvetli uğultusuna ya da müzmin kayıtsızlığına karşı kendi cevabını arayan otuzlu yaşlardaki bir adamın hikâyesi. sorunun da cevabın da içimizde olduğunu, cehenneme dahi gitse insanın kendinden kurtulamayacağını anlatıyor. 

ve arka kapak yazısının bununla bir ilgisi yok. evet, hiç yok.

/birileri çıkıp, "yanlış anlamışsın şekerim" derse, kendilerine sadece okur- yazar olmadığımı hatırlatmak isterim./

arka kapak yazısının mantığını anlayamadığım için içgüdüsel olarak yayın yılına baktım: iki bin on bir. her şeyi konuşabiliriz diye umutlandığımız tarihler...

metis de bu havadan faydalanmak istemiş anlaşılan. ticari niyetle yapılmış olsa romana haksızlık eden soysuz bir tavır bu. demek ki para söz konusu olunca metis de bir kitapları yalnızca marketlerde, kasaya yakın raflarda satılan yayınevleri de.

en kötüsü de şu. belki de en acısı. kahramanı aylak adam'ın c.'si, anayurt oteli'nin zebercet'i, hatta yabancı'nın meursault'uyla ruhdaş bir roman yazan bir yazar eserini genel geçer bir politik gündeme alet etmeyi göze alabilir?

kahramanına bunu nasıl yapar?

27 Mart 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Hatalarını düşünmeye çalışıyorsun. Belki, diyorsun, içten içe ben istemişimdir böyle olmasını, ya da bendeki bir şey, yaşamım bu biçime bürünsün diye kendimden bile gizli çalışmış, elinden geleni yapıp durmuştur. Küçümseme kılığında elimdekileri geri teptim. Elimde kalanlarlaysa hiçbir şey yapmadım.
Başka bir yaşam olanağını hiçbir zaman düşünmedim, gerçekleşir gibi olduğunda ise gerekli adımı, o son adımı atmadım. Aksine kaçtım bundan. Hiçbir şeye gereksinimim yok dedim. Ama gelmesi gerekenin gelip önüme serileceğine de inandım. Belki talihime anlamsızca, körü körüne inandım."*


*:ayhan geçgin, son adım

25 Mart 2024 Pazartesi

seçim vaatleri

çok sevdiğim bir fıkra var. izin verirseniz konuya onunla girmek isterim. ama biraz edepsiz. "yine mi edepsiz!" diyecekleri ise buraya alayım.

adam. karşısında doktor. konuya nasıl gireceğini bilmiyor. sonunda derin bir nefes alıp, olsun n'olacaksa, diyor.

"arkadaşlarla ne zaman bir araya gelsek konu oraya geliyor, bir gecede beş diyor biri. sonra sayılar uçuşuyor havada. altı, yedi, on, yüz bin beş. böyle olunca susup kalıyorum. çünkü benim sayım bir, hadi olsun iki. nedir bunun çaresi?"

"siz de söyleyin," demiş doktor. "siz de söyleyin." 

seçim vaatlerine bakıyor musunuz? tıpkı doktordan, "siz de söyleyin," tavsiyesi almış ve alır almaz sokağa fırlamış gibi bütün adaylar.

saydıkça sayıyor, upuzun listeler uzatıyorlar okuyalım diye. ne kadar çok madde sunarsak, ne kadar farklı şey söylersem o kadar iyi diye düşünüyorlar.

ya da kimselerin bu vaatleri sorgulamayacağını biliyorlar. hatta yapılacaklar listesine bile bakmadıklarını.

seçmen bütün vaatlerin yalan olduğunu biliyor, siyasetçi de seçmenin bildiğini.

plana ya da programa, yapılacak listesinin mümkünlüğüne, en önemli konuda en doğru çözüme değil isme verilecek oylar çünkü.

en kötüsü, hatta en rezili de oy verenler x'e verdikleri oyu x güzel diye değil, çirkin olduğunu düşündükleri y'ye oy vermemek için verecekler.

19 Mart 2024 Salı

eskiden, çok eskiden

aslı biçen'in tehdit mektupları'nda dedikleri:

"sana sevgilim diyorum ama o muhteşem 'm' ne kadar benim yapıyor seni? nana ait misin gerçekten? bu sevmecilik işleri tapusuz olmuyor. ama sen asla tapu istemez, tapu vermezsin. bütün herkes senin kadar kendine yetse devrim mevrim olmazdı. seninle örgütlenmek dünyanın en zor şeyi. ben ki dünyanın en örgütsüz adamıyım başımı altına sokmak istediğim yegâne çatı sensin."

*

tam burada hayatın cahili, yolun başındaki acemi çocuğu anıyorum. o dost meclisinde nasıl da heyecanlı, nasıl da umutluydu.

"sahip olmayı hayal ettiğim şey ev, araba, aile vesaire değil," demişti.

"sevgili, sevgilim olsun yeter."

17 Mart 2024 Pazar

dakika ve skor

"O gece lilith'le kabil son kez birlikte yattılar. Lilith ağladı, kabil ona sarıldı ve o da ağladı, ama gözyaşları uzun sürmedi; bir süre sonra, onları sarıp sarmalayan aşk tutkusunun hâkimiyeti ve yönetimi altında çabucak zincirlerinden boşanıverdiler; çılgınlığa, mutlağa, varana dek, sanki dünya bundan başka bir şey değilmiş gibi, iki âşık birbirlerini sonsuzca yiyip yuttular ve sonunda lilith kabil'e, Öldür beni, dedi. Evet, belki de kabil'le lilith'in hikâyesinin mantıki sonucu bu olmalıydı ama kabil onu öldürmedi. Dudaklarından uzun uzun öptü, sonra ayağa kalktı, son bir kez baktı ve gidip geceyi kapıcı yatağında geçirdi."*


*: josé saramago, kabil

13 Mart 2024 Çarşamba

günün sorusu: alışveriş

"alışverişe çıkmak mutluluk verir" iddiası gerçek değil de kapitalist sistemin ve onun büyüttüğü tüketim çağının ihtiyaç duyulduğu her yere payanda olan psikoloji sayesinde insanlara dayattığı bir şey olabilir mi?

11 Mart 2024 Pazartesi

kuyruk

kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk uzun bir kuyrukta bekliyorduk. upuzun bir kuyruk. uzun kuyrukların doğası gereği de yavaş ilerliyorduk.

amerikayı yeniden keşfetmişçesine, "kuyruk ne kadar uzunsa ilerlemek o kadar yavaş olur," diyeceklere de, bunun aklıma geldiğini ama yazmak istemediğimi söylemek isterim.

neyse... kuyruk o kadar yavaştı ki, bu durumlarda kitap okuyan biri olsam harp ve sulh bahsini kapatabilirdim.

aynı şakayı bir defa yapmıştım biliyorum. rolland garros finallerinden birinde nadal ve 'küstah sırp' djokovic arka çizgide bekleyip topu sadece karşı tarafa atmakla meşgulken. allahım!.. nasıl da sıkılmıştım. gerçi iyi aile çocuğu federer'i de özlemiş olabilirim. en azından şimdi özledim. en iyisi burada ara verip david foster wallece'ın tenis yazılarından mürekkeb sicim teorisi'ni kitaplıktan alayım, inan özdemir'in çevirdiği kutsal bir deneyim olarak federer başlıklı denemeyi okuyayım. hayır, youtube olmaz, oraya dalınca bir daha çıkamıyorum.

derken tanıdık bir melodi duydum. popüler olmayan ama benim sevdiğim, roman yazsam "iki yanıma dizilen sargant fury'nin gençleri safları sıklaştırmıştı" diyeceğim, film yapsam o sahnede çalacağım türden bir parça. yani çok kişisel. tıpkı bir küçük aşk gibi. son bir kaç yıldır doksanlar deyince aklıma gelen, muhtemelen benden ve yakari'nin küçük erkek kardeşinden başka kimsenin bilmediği bir parça bu. kaldı ki ben de onun sayesinde haberdar oldum.

kişisel, kişisel olduğu kadar dinlemeyi de çok sevdiğim bu parçayı duyunca ister istemez meraklandım. tamam, itiraf ediyorum; benimle aynı anda, aynı kitabı okuyan birine denk gelmişim gibi heyecanlandım da.

yanımda yöremde müzik dinleyen birilerini aradı gözlerim. çünkü müzik kulaklıktan taşıyordu muhtemelen. ne de olsa sert müzikler 'son ses' dinlenir.

sesin nereden geldiğini anlayamadığım yetmezmiş gibi bir de kablosuz kulaklarıyla sıranın ilerlemesini bekleyen bir kaç kişi fark ettim. elimde olmadan kuruldum fark ettiklerime.

çünkü, kulaklarım içine tıkaç gibi sokulan o cihazların düşmanıyım. adam benimle konuşuyor sanıyorum ama kulak kabartınca, "çık o hisseden, olduğu gibi işceye gir," dediğini duyuyorum. "efendim," diyorum bana yönelen hanım efendiye, "diyo ki, rejime başladım. ayol sen önce iki kat için asansör kullanmayı bırak" diyo. bu diyo da nerden çıktı diyosanız, başlayınca bırakamıyosunuz, bırakabilmek için paragrafı bitirmeniz gerekiyo.

diyeceğim o ki, günün birinde "vnf. sokak kavgasına karıştı" diye bir haber duyarsanız sebebi budur. kız mevzuu, alacak verecek meselesi diyenlere kesinlikle kulak asmayın.

baktım olmuyor hafifçe eğilip öndeki hanımefendinin sırt çantasına bile kulak kabarttım. iyiki de eğilmişim. böylece sesin benden, sol pantolon cebimden geldiğini fark ediverdim.

meğer tuş kilidi aktifleşmeden telefonu cebime koymuşum. ihtimaller ard arda gerçek olmuş, üzerine müzik dosyam da bana oyun etmiş.

bir süre ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilemedim. merakımı gidermiş olmanın rahatlığı, bir ruhdaş olasılığının ortadan kalkmasının verdiği hüzne karıştı. 

sonra da yanıma harp ve sulh'ü almadığıma pişman oldum.

şarkı mı? burada. paha biçilemez olan.

6 Mart 2024 Çarşamba

yaz geçer

kış da...

bütün ilgiler, sonsuza kadar sürecek sandığımız ilişkiler gibi "bu, 'hiçbir zaman tükenmeyecek bir aşk' dualarının cevabı" dediğimiz aşklar da bitiyormuş meğer.

siz de, bırakın o ağacın altında durup pencereden ışık eksilene kadar çok katlı bir binayı seyretmeyi, mutfağın yanan ışığına bakıp, "başka bir hayatta olsa da hayatta" diye sevinmeyi, belki rastlaşırız umuduyla türlü bahanelerle gittiğiniz eski mahalleye uğramaz oluyormuşsunuz.

babalar ölüyor, çocuklar büyüyormuş.

o 'boşluk' nihayetinde doluyormuş. üstelik dolduran da, 'eksilmeniz' falan değilmiş.

4 Mart 2024 Pazartesi

cioran sokakta

cioran’ın sokakta tanınmaktan çekindiği için televizyona çıkmak istemediği bir şehir efsanesi değildi. onun istediği, rahatsız edilmeden sokakta dolaşmak, kafelerde oturmak, parklarda gezebilmekti.

bir keresinde, g. matzneff'in figaro magazine'e cioran hakkında yazdığı bir yazı fotoğrafla yayınlanır ve cioran birkaç gün sonra sokağa çıktığında okurlardan biri onu tanır ve durdurur.

soru bellidir: "siz cioran mısınız?"

cevap da: "hayır."

*

biraz hüzünlüdür ama cevabının dünyanın en iyi yalancısı borges'i, daha doğrusu sokaktaki borges'i hatırlattığı zamanlar da vardır. 

hastalığı yüzünden artık pek iyi değilken, yani hafızasında boşluklar olmaya başladığında, sokakta biri onu durdurup "siz cioran mısınız?” diye sorar. o da, "idim" diye cevap verir.

1 Mart 2024 Cuma

tehlikeli şiirler - altmış sekiz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
cemal süreya'dan özür* mesela

Sen akışkan ayna dertli böcek
Çamaşırımda besleyici leke

Alınyazımın tek okunaklı yeri
Bıçkın sevinç kunt öfke

Küçük dilini yutmuş kırmızı soğan
Yüce gönüllü akasya

Havı çıkmış eteklik
Hafifçe karnı olan

Sen elisürencil
Öyle bir laf varsa işte o

Dün için özür dilerim
Şimdi çıktın işten Beşiktaş’tasın

Kim istemez mutlu olmayı
Mutsuzluğa da var mısın?

*:yusufçuk, sayı:15- mart 1980

27 Şubat 2024 Salı

değil

"illa her buhranlı dönememizden bir verim mi almamız gerekecek? bir kere de karakter acılar içinde süründüğü, hiçbir şeyin onu teselli edemediği yıllar yaşasın.

sürekli umut yeşertmeye çabalama, insanları yaşadıklarından olumlu sonuçlar çıkarmaya teşvik etme... mal yerine koyuyorlar bizi.

bizim toplumun illeti bu. ajda pekkan sendromu...

yaşlandığın halde hayatın zevklerinden vaz geçmemek. çalışmaya devam etmek. her derdimizin üstesinden pozitif düşünme yöntemleriyle mi geleceğiz?

hayatta sorun diye bir şey var, her şeyin çözümü olmak zorunda değil."

*

bornova bornova (2009) filmiyle tanıştığımız, 'çukur selim' namlı öner erkan'ın ama (2022) filmindeki nefis tiradı bu.

x'de denk geldim.

ve, altına imzamı atarım. dedim.

*

bu da seyretmeyi sevenler için: link

25 Şubat 2024 Pazar

mutluluk budalalığı

budalalık. çünkü, sürekli bir mutluluk hâli tek notadan ibaret senfoni gibi geliyor bana.

/alın size bir 'oxymoron' örneği daha. ya da benzetmenin garabeti: dümdüz bir korna sesi nasıl senfoni olabilirse artık./

bu konuda nefis bir fıkra var. "dünyanın en güzel kadınının" diye başlıyor. ama biraz edepsiz. o yüzden örnek olsun diye ingiltereye gidelim.

andrew park adındaki bir ingiliz, bin dokuz doksan üç yılının her gününü noel olarak kutlamaya karar verir. ne yaz ne kış, bir gün bile bu kuralı çiğnemez. her akşam noel süsleriyle donattığı bir çamın altına kendisi için üç hediye koyar ve ertesi sabah bu hediyeleri büyük bir heyecanla açar. her gün noel sonunda sıkıntı yaratır. her akşam yediği noel yemeği, zengin ama monoton bir menüye dönüşür. her gün hediye aldıkça heyecan duymaz olur. sonuçta her günü mutlu bir gün olarak yaşamak arzusu kabusa dönüşür.

bu sebeple, istediğimiz şeyler olmuyor diye üzülmek yerine olanlara sevinmek en doğrusu belki.

ne de olsa, "onsuz bir gün daha geçirmek istemiyorum" motivasyonuyla evlendiğiniz adam eve biraz geç gelsin diye dua etmiyor musunuz? ya da o kadını daha az görmek için dışarıda sudan bahanelerle oyalanmıyor musunuz?

21 Şubat 2024 Çarşamba

dakika ve skor

"Hüngür hüngür ağlayan, ölüme tapan kız kıpkırmızı olmuş gözlerini Genji'den saklayıp burnunu mendile silerken, ne olmuş yani, diye geçirdi içinden. Her şeyi başka türlü yazarım günlüğüme. Aptal gibi görünmemek için. Örneğin şöyle; "Colombina'nın gözlerinde kristal gözyaşları parıldadı, ancak uçarı kız başını salladı ve gözyaşları uçup gitti. Hayatta bir dakikadan daha fazla üzülmeye değecek hiçbir şey yoktur. Ophelia, doğru olduğuna inandığı şeyi yaptı. Kristal gözyaşları da ona değil, zavallı ihtiyar kadına adanmıştı." Bir şiir de yazabilirdi sonuna. İlk mısra kendi kendine oluşmuştu bile:

Kristal gözyaşını kirpiklerinden silerek"*


*: boris akunin, ölümün gözdesi

18 Şubat 2024 Pazar

hatıralar

hatıraların bir daha yaşanamayacak olduğunu biliriz de nasıl ve ne zaman çıkagelip yaşamımızdan arda kalan bir geçmişle bizi kuşatacağını bilemeyiz.

ama hatıralar öyledir işte. belleğin alacakaranlığından çıkagelirler: sessiz ve uysal...

şimdi, bu pazar sabahında o alacakaranlığı yokluyorum.

ya da o beni yokluyor.

13 Şubat 2024 Salı

ölüm ve başarı

insanoğlu söz konusu olunca "eşref-i mahlukat" ile "human beings are a disease, a cancer of this planet"* arasındaki bin bir ihtimal arasında salınıp duruyorum.

karar veremem. ne söylesem diğerleri eksik kalmış hissederim.

ama insanoğlunun en büyük başarısı kesindir: bir gün öleceğini bilen tek canlı olan insanın bu durumu bildiği hâlde yaşamaya devam edebilmesi.

ben bundan daha büyük bir başarı bilmiyorum.



*: matrix (1999), the wachowskis

11 Şubat 2024 Pazar

sahil yolu

sahil yolu boyunca sıralanan sokak lambalarından dökülen ışık, kar da getiren fırtınayı akşam üzerine bıraktıktan sonra usul usul uysallaşıp törpülenen ve gecenin karanlığında siyah bir yağ gibi salınan dalgaların üzerinde altın sarısı yılanlar gibi kıvrılıyordu.

8 Şubat 2024 Perşembe

gelecekler

bazan geleceğin iki türlü olduğunu düşünüyorum. schrödinger'in kedisi misali değil ama.

davranışlarımıza göre şekil alıyor, karşımıza çıkıyor ya da bizi kuşatıyor. başka bir deyişle, ya biz ona doğru gidiyoruz ya da o bize doğru geliyor.

eğer iradesiz, kararsız ve şaşkın davranırsak gelecek bize doğru gelir ve kontrol bizde olmadığı için de ezip geçer mi, duvara çarpmış gibi durdurur mu belli olmaz. belki de elimizden tutup gül kokan bahçelere götürür. artık ne çıkarsa bahtımıza.

ama hayatımızın iplerini elimizde tutar, başka bir deyişle geleceğe doğru kendimiz yürürsek seçmiş, hatta yaratmış oluruz.

bir ihtimal...

6 Şubat 2024 Salı

son mektup

alev alatlı hanımefendi,

adınıza yazıyorum. çünkü, inancınızın cennetinde, etrafı seyretmekten ve keşfetmekten fırsat buldukça bizden yana baktığınıza eminim.

sizi ilk duyduğumda 'doksanlar'dı. övülüyordunuz. bir büyüğümüzün kitaplığında kitaplarınızı görmüş, nedense henüz vaktin gelmediğini -hadi cesur olayım: anlayamayacağımı- hissetmiştim. elime aldığım kitapları da bir kaç sayfanın peşi sıra yerine koymuştum.

dergilerde adınıza denk geldikçe yazılarınızı okudumsa da işaret ettiğiniz dünyaya ilk adımı schrödinger'in kedisi/kabus ile attım. aldığım keyfi hiç unutmadım. bir de 'bir duygu'yu.

o yaşlarımda dahi bir kadının ilk olarak ellerine bakan, beğenmediği ellerin ötesine dahi geçmeyen ben, zekaya aşık olmanın mümkün olduğunu hissetmiştim. zekanın cazibesini, baş döndürebildiğini.

sonra iktidar değişti, dünya değişti ve söylediklerinizin teması evrenselden yerele döndü. bu, ihmal ya da çerçevenin daralması değil, herkes kendi kapısının önünü temiz tutarsa sokak kendiliğinden temiz olur hamlesiydi.

bu sırada iki şey daha öğrendim sizden. ilki, devlet ile iktidar aynı şey değildi; ülkemizi sevmek iktidarı/muhalefeti sevmek manasına gelmiyordu. ikincisi de, asla ve asla "kestane çıkmış da tabağını beğenmemiş tayfası"ndan olmayacaktım. sayenizde bunun ne büyük bir ayıp olduğunu öğrendim. elbette bu, hataları görmezden gelmek, yanlışlıklara çanak tutmak değildi. sadece, günahıyla sevabıyla doğduğumuz evi unutmamak, sırtımıza yük olmasına müsade etmeden bir şükran duygusunu içimizde taşımaktı.

anarşist olmayı beceremese de hayatı boyunca muhalif olmayı seçmiş biri olarak, sizin gibi başının üzerinde düşünen bir kafa taşıyan bir entelektüelin iktidara yakın olmayı seçmesini başta yadırgadığımı saklayamam. sonradan bu durumun benim için ne kadar öğretici olduğunu da.

iktidar tarafını seçen bir şeyleri satıyordu da diğer tarafta olanlar ne yapıyordu? bilmem ne gazetesi satılmış gazete, kabul. peki berlin'de yaşayıp ülkenin gidişatı üzerine internet üzerinden yayın yapanlar ne?

kaldı ki, siz "her yasal hak helal değildir" derken, muhalif kalmakta ısrar eden muhalefetin bunca yıldır yapamadığı muhalefeti, eleştiriyi yaptınız. günahı anlamayanların boynuna.

sizden geriye hiçbir şey kalmasa bile bu kalırdı: her yasal hak helal değildir... ingiltere oturum için yasal zemin araştıran, oğlanı tenise, kızı ingilizce kursuna gönderen, devlet okulları yerine özel okulları dolduran 'modern müslümanlar'a duyurulur.

ama bana bir şey daha kalacak sizden. yaşamınızın son demlerinde dilinize persenk olan "yavrum" hitabı.

onu ne zaman duysam/okusam her defasında bana da deyin istedim: "vnf. yavrum, sen zamanda ve mekanda kaybolmayacaksın."

sözler düğüm. başladığımız yere dönelim.

çünkü orada da meraklı olacağınızı, öğrenmek ve keşfetmek için etrafa dikkatle bakacağınızı biliyorum. ve gözünüz üzerimizde olacak, tıpkı müdahale edebilecek uzaklıkta olmasa bile çocuğundan gözünü ayırmayan anneler gibi.

selam ile

vnf.

1 Şubat 2024 Perşembe

top-ten

bu yaşa geldim hâlâ öğreniyorum. hâlâ şaşırtıyor beni insanoğlu.

mesela, listeleri olduğunu görüyorum etrafımdaki insanların. ama alışveriş, alacak- verecek listesi gibi değil bu liste. daha çok top-ten listesi gibi bir şey.

öyle ki, biri ya da bir şey (çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...) gün geliyor ve 'bir numara' oluyor. bir süre ilk sırayı işgal ettikten sonra aşağıya ivmeleniyor. bir gün bir de bakmışsınız liste dışı kalmış. 'bir numara'da ise o vakte kadar ismi geçmeyen, adı duyulmadık biri, çiçek, kitap, dizi, yazar vesaire...

nitelik olarak bir öncekine benzemiyor bile. bir gün nergis ise, öteki gün sardunya. başka bir gün aslanağzı.

işte o zaman sormak istiyorum. o bir numara tam da kendi boyutlarında bir boşluğu doldurmuyor muydu?

şimdi ise bambaşka biri kankanız, ahretliğiniz, sevgiliniz, dostunuz...

en büyük aşkınız. favori meyveniz, olmazsa olmazınız.

aynı sözcüklerle seviyor, aynı şakaları yapıyor, aynı şarkılardan, aynı filmlerden benzer performans bekliyorsunuz.

tıpkı, bir mısra için tek bir şey feda etmeyen şairler, uyanışını sürdürmek yerine diğer tarafa dönüp uyumaya devam edenler gibi.

hayır, tüketim çağı ile açıklamayın bunu. bir defa da aynaya bakın.

29 Ocak 2024 Pazartesi

yürüyüş

zaman zaman nehrin üstünde yansıyan görüntüleri kavuşup birleşse de nehri nehir yapan güçlü akıntının farkında, her biri farklı kıyıda, denize yürüdüler.

tıpkı nehir gibi. bir nehir denize ölmeye gider gibi.


26 Ocak 2024 Cuma

günün sorusu: kutlama

otuz bir aralık akşam üzeri başlayan, saatler dört tane sıfırı işaret ederken doruğa ulaşan kutlamalarda insanlar neyi kutlar? eski yılın bitişini mi, yeni yılın gelişini mi?

23 Ocak 2024 Salı

kübra (2024)

kübra'yı okumadım ama hayal gücüne ve yeteneğine itimat ettiğim afşin kum'un iyi bir iş çıkarttığından şüphem yok.

herhangi bir sanat eserinde gündelik hayatın mantığını aramam. kurgunun kendi içinde mantıklı olması benim için yeterlidir. aksi takdirde bilim-kurgu okuyamazdık, seyredemezdik. hatta polisiye...

bunlar burada dursun.

*

başlayalım.

kübra'yı sevmedim. bir süredir merakla beklediğim hâlde son dönemde izlediğim en vasat seyirlik olduğunu söyleyebilirim.

bu bekleyişte sıcak kafa (2022) tecrübesinin etkisini inkar edemem. sonrasında yaşadığım hayal kırıklığında da.

olumlu cümleler kurabileceğim tek şey çağatay ulusoy'un oyunculuğu. bunun dışında başka da bir şey gelmiyor aklıma.

gökhan şahinoğlu/semavi karakterini kılık kıyafetinden, vücut diline, yüz ifadesinden konuşmasına, yalnızlığından suskunluğuna kadar iyi canlandırmıştı. "tanrım, beni neden terk ettin?" dercesine göklerden işaret bekleyişi nadir iyi anlar olarak belleğimde yerini aldı.

bir de, belki salih karakteri. onun da, oto kaportacıdan yoldaş müride evrilişi ve bu yolculukta tökezlemeyişi iyiydi.

bu tür hikâyelerin en büyük kozu olan yan karakterler ise bırakın anlatıya destek çıkmayı vasata bile yaklaşamıyordu. vakitsiz bir ölümle kaybedilmiş evladın suçunu tanrıya çıkarıp inançtan vazgeçmek ne kadar inandırıcı olsa da organ bağışı, organın yeni sahibinin hayat kadını oluşu klişe kere klişe tadı verdi.

yeni bir şey söylemeyen karanlık tipler, anarşist gençler, yoldan çıkmış akrabalar, "diziler biter sen kuş uçuşu'nu hatırla" dercesine sahne alan televizyoncu abla, karton emniyet müdürü hikâyeye süre doldurmak dışında katkı vermeyen rollerdi. sahi ne oldu da, acılı annenin çakraları açıldı?

bir de olayın siyasi yanı var tabiî... iyi oyunculuğa gerek yok. siyasetin ve siyasetçi tayfasının bayağılığı o kadar aşikar ki bu denli kötü anlatılmış bir hikâyede bile midenizi bulandırmaya yetiyor.

en kötüsü de finaldi. keşke sekizinci bölüm olmasaydı da böylesi 'ucuz' bir sona maruz kalmasaydık. her şeyi yapay zekayla açıklamak sadece kolaycılık değil 'ucuz' da.

keşke hiçbir açıklama yapılmasaydı, karakol baskını sırasında görülmüş bir rüya olsaydı her şey. daha kabul edilebilir olurdu.

hem de klişenin klişesi programcı çocuğa, onun her yerden fırlayan ingilizcesine katlanmak zorunda kalmazdık. bir netflix geleneği olarak "cinsel ve duygusal eğilimlerini hem cinsine yöneltmiş erkek birey" şartı yüzünden hikâyeye girmişse eğer salih bir kaç hülyalı gözlerle hayran hayran semavi'ye bakar sorun çözülürdü.

dilerim bu dizi, içi iyice çürümüş "taylan biraderler" putunun yıkılmasına da vesile olsun. vavien (2009) sıradışı bir başarı, güzel bir rüyaydı. sabah güne başlarken umut verdi ama bitti, gitti.

geriye, hâlâ o filmin ekmeğini yiyen, netflix'e sırtını dayayıp onların beklentilerine cevap vermekten başka bir yapmayan iki sinemacı kaldı.

21 Ocak 2024 Pazar

zamanımızın zenon paradoksu

erbabı zenon'u da, onun zenon paradoksu nam tagannilerini de bilir.

bazan "hedefe atılan bir ok hedefe ulaşamaz," der, bazan da "bir tavşan önündeki kaplumbağayı geçemez".

matematikten anlayan bir kızın bu tarz şeylerden habersiz bir şapşala, "beni asla dansa kaldıramazsın," dediğini de yazar gayriresmi tarih kitapları.

"çünkü, ilk önce aramızdaki mesafenin yarısını katedersin. sonra kalan yolun yarısını. sonra da kalanın yarısını... yani, bu 'yarı'lar hiç bitmez."

ama o dansın gerçekleşeceğini herkes bilir. paradoks olması da bundandır. ya da fiziğin geometriye galebesi...

geçen gün, "elealı zenon," dedim kendi kendime. "günümüzde yaşasa, şarj hâlindeki cep telefonlarını da katardı paradoks sepetine."

telefonlar şarj olurken bazı programlar çalışmaya ve enerji harcamaya devam etmiyor mu? şarj cihazı yüzde yüze tamam edecek enerjiyi cep telefonun bünyesine zerk edene kadar cep telefonu istese de istemese de bir miktar enerjiyi harcar. o miktarı halledinceye kadar biraz daha enerji harcanır. o azıcık miktar dolana kadar bir miktar daha harcanır ve hikâye uzar gider.

yine de, önünde sonunda ekranda 'yüzde yüz' belirir.

alın size paradoks.

13 Ocak 2024 Cumartesi

iyilik güzellik

"Beni sorarsan,
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi, içlere
Sarı yaseminle gül arasında
Dağların mor baharıyla
Sis arasında
Denizle gül arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrinden dolaşıyor"*


*:gülten akın, kitap-lık, mart-nisan: 2003

11 Ocak 2024 Perşembe

teşekkürler, geç de olsa

"ilginize teşekkür ederim."

(bu geç 'teşekkür'ü sonra konuşacağız. ya da aradakileri atlayıp sona gidebilirsiniz.)

*

alper canıgüz'ün çok sevdiğim ve zaman zaman tekrar ettiğim cümlesini bozarak söylersem; tutkularım da güçlü benim, iradem de.

babamdan bana tevarüs eden özelliklerden biri de irade bence. babam bir konuda karar alır, sonuna kadar arkasında dururdu. galiba ben de öyleyim.

hayır, bu değil. aynı şeyi başka söylemek istiyorum: ben babamın oğluyum.

belki de bunun güveniyle doğal sınırlarım dışında kendime kural koymam. çünkü, üstesinden gelirim. "hayat ne getirirse getirsin üstesinden gelirim" diyecek kadar hem de.

iki şey müstesna: bilgisayar oyunları ve plak koleksiyonu.

çünkü ikisinin de sınırı olmadığını, olur da bu iki kuyudan birine düşersem kişilik özelliklerimden dolayı ikisinden de çıkamayacağımı biliyorum. bu nedenle başlayıp da bırakmaya çabalamak yerine elimi bile sürmedim. yani en başta sahip olmakla övündüğüm iradeyi bırakmak yerine başlamamakta gösterdim.

evet, anladınız. neşet ertaş'ın öldürme beni 45liğine duyduğum ilgi koleksiyonu genişletme ya da tamamlama arzusu değildi. o plağa sahip bir kadının vaadettiği manzarada başım dönsün istedim.

kaldı ki, sadece düğmeler ve kopçalar bahsinde değil uçuruma düşmekte de mahirim ben.

gördünüz: bir baş dönmesi için ne yiğitler diz çöküyor ya rab!

*

'teşekkür'e gelince.

zaman zaman burada bazı şeylerin reklamını yapıp karşılığında yüz dolar aldığımı biliyorsunuz. sabit fiyat bu. ürünün ne olduğuna bakmıyorum.

karbon salınımı, doğal ürün kullanılması, çevre kirliliği, az gelişmiş bir ülkedeki çocuk işçinin aylık ücreti, o ürünü alacak banka hesabı kabarık az gelişmişin kimliği ya da parasını helal yoldan kazanıp kazanmadığı, o haram paranın hangi aşağılık insan grubuna fayda sağlayacağı umrumda bile değil.

önemli olan yüz dolar. ne eksik ne fazla. yüz.

sahaf bir arkadaşım... ki, kendisi bir eşi öykücüde olan (evet, ben hediye etmiştim) korsan yayından çıkma bir yağmur köpeği- tom waits'i kişisel kütüphanesinden çıkarıp bana hediye etmiştir. şikayet olmasın da'yı bana ilk o dinletmiştir. nurullah abiyi tanımama vesile olmuştur.

ne diyordum? sahaf bir arkadaşım nereden bulduysa eline bir tır dolusu öldürme beni 45liği geçmiş. b yüzünde, sen benimsin ben senin ile komple.

"duruma bi' el atar mısın?" dedi. sonra da olaylar gelişti. yirmi dört saat içinde bütün plaklar satın alınmış ve imha edilmiş.

dükkanı açar açmaz iyi giyimli, zarafetini doğduğu günden bu yana kendisiyleymiş gibi yanında taşıyan bir kadın gelmiş ve imha edilmek koşuluyla bütün plakları satın almış. üstelik bunu kendisi için yapmıyormuş.

"hiç mi kalmadı?" diye sordum.

hiç kalmamış...

9 Ocak 2024 Salı

sağ sol belirsizliği

"sağı solu belli olmaz insan"lardan konuşalım istiyorum. adamın dengesini bozan, endişeye boğan insanlardan...

/elbette ruhu hastalar, bir satranç oyuncusu gibi ölçüp biçerek oradan oraya savruluyormuş gibi yapanlar konu dışı. allah ilk gruba ferahlık, ikinci gruba ise beterini versin./

"sağı solu belli olmaz"ların yanlış anlaşıldığını düşünüyorum çünkü. onların bu hâllerinin anlaşılmadığını, çoğu zaman da "dengesiz" sıfatıyla aşağılayan, ayıplayan nazarlara maruz kaldıklarını görüyorum.

oysa görüp görebileceğiniz en samimi insanlardır onlar. çünkü içlerinden geldiği, o an hissettikleri gibi davranıyorlardır sadece. onlara güvenebilir, bluzunuzun kilolarınızı saklayıp saklamadığını sorabilir, "o yavşak tıraşı"nın size gidip gitmediğini öğrenebilirsiniz.

doğrudur, bu halleriyle bir anı diğerine uymayan, nerde nasıl davranacağını bilmeyen küçük çocukları hatırlatabilirler. doğrudur, toplumun ahlâksız saygı kurallarını, birlikte yaşamanın temel kaidelerini bilmiyor görünebilirler. ama en azından dürüsttürler.

davranışlarını çıkarları, kâr zarar hesapları belirlemez. hisleri harita, kalpleri pusuladır.

7 Ocak 2024 Pazar

zeyl ya da iki hırka daha

bir oğlunu daha toprağa veren ciritçi abdullah, evladından uzun yaşamış bir babanın tartıya gelmez acısıyla bozkırı aşmaya, kendini unutmaya çalışırken hatırlamıştım mecnun'un ev içlerinde giydiği hırkayı.

*
ama iki hırka daha var ki, bahsetmeden olmaz.

itiraf ediyorum: ikisi de kendini dayattı. belki de hırka bahsi eksik kalmasın diye zihnimin kapısından, kalbimin pencere önünden ayrılmadılar.

*

ilki, kült ne demekse onun içimdeki karşılığı olan filmden, the big lebowski (1998) filminden.

kendi hâlinde takılmaktan başka bir iş yapmayan, her şeyin başlangıcında, olayların merkezinde olmasına rağmen sanılanın aksine filme adını bile vermeyen 'the dude' jeffrey lebowski'nin hırkası.

bir sürü lebowskifest'ten sonra en son iki bin on yedi martında, john goodman şöhretler kaldırımında yerini alırken görüldü. jeff bridges, the big lebowski'de walter sobchak karakterini de canlandıran john goodman'ı üzerinde ikonik hırkası ile onurlandırdı.

ikincisi ise, babamın montu kadar olmasa da kişisel bir hikâye.

hiçbir zaman saklamadığım bir hayalde adı gibi dergâh yayınevinin cümle kapısından girip mustafa kutlu'nun elini öpmek, çayını içmek isterim. bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. ne onun -artık hacı- ellerini öptüm ne çayını içtim. biraz yolum oraya düşmediği biraz da okuru olmak yettiği için hayal olarak kaldı.

başkasının yalancısı olduğum bir hikâyede, eskimeye yüz tutmuş bir hırka sadece onun oturduğu koltuğu değil yayınevini ve bütün bir coğrafyayı koruyup kolluyor.

ben de, o hırkanın hayatımızdan eksilmeyen varlığıyla ve belki de gerçekleşmeyecek bir hayalle avunuyorum.

3 Ocak 2024 Çarşamba

konum - on bir

mecnun'un hırkası* ile ciritçi abdullah'ın hırkası** arasında bir yerlerde.

*:leyla ile mecnun (2011-2023)
**:gönül dağı (2020- )