29 Kasım 2021 Pazartesi

dakika ve skor

"Sanırım bugüne kadar kurgu ile gerçeği birbirine karıştırdığım hiç olmadı, yine de ikisini birlikte harmanladığım zamanlar oldu, ki bu yalnız romancıların, yazarların değil, bilinen zamanımızın başlangıcından beri bir şeyler anlatan herkesin yaptığı şeydir; o bilinen zamanda herkes bir şeyler anlatıp durmuştur, yani öyküsünü hazırlamış, tasarlamış, düzenlemiş üzerinde kafayı olmuştur. Böylece, bir olayı anlatan herhangi biri yalnız o anlatışıyla onu bozup çarpmaktadır; söz, olayları yeniden aynen üretemez, o yüzden o işe hiç girişmemeli, (...)"*


*: javier marías, zamanın karanlık yüzü

26 Kasım 2021 Cuma

herkesin odası kendine

bazan olur. musa heykeli ve denizanaları bir blog yazısında bir araya gelir.

rivayet odur ki, michelangelo'nun "taştaki fazlalıkları atarak" hayat verdiği ve "musa heykeli" olarak bilinen musa'nın hükmü heykelinde tasvir edilen musa peygamber, -daha doğrusu heykel- o kadar gerçektir ki, tanrı ona can verir. gözlerini açan musa, dünyayı bulunduğu odadan ibaret sanır.

denizanalarına gelince... eğer denizanalarını bir fanusa koyarsanız okyanusta mı yoksa bir bardak suyun içinde mi anlayamaz. bulundukları yerin hacmini algılayamadıkları için dünya bu kadar zannedermiş.

benzer işler ya da paralel evrenler...

ama hem denizanaları hem musa heykeli, her ikisi de masum.

masum olmayan ise, bildiği hâlde kolayına öyle geldiği ve elde ettiği çıkar yüzünden öyleymiş gibi yapanlar. kurallar derler, toplum derler, aile derler, konfor alanlarının kapısını 'razılık' diyerek kilitlerler.

yaptıkları gönüllü bir çürümeye bırakmaktır kendilerini. o odada kalmaya devam etmek, hatta kalabilmek için bahaneler uydurmaktır.

biraz edebiyat yaparsak; bir bataklığın orta yerinde hiç kıpırdamadan durmaktır. çünkü hareket, kurtuluş kadar batma tehlikesi de içerir.

onlara, bir defa ölmektense azar azar, çürüye çürüye ölmek yeğdir.

hele de bunu erdem diye sunanlar yok mu?

23 Kasım 2021 Salı

dakika ve skor

"Kurt, ihtiyarın taşıma sopasını görünce bir adım geriledi, kurdun gözlerindeki öfkenin yeşili taşıp toprağa karıştı.
İhtiyar, gözlerini dikmiş kurda bakıyordu.
Kurt da gözlerini dikmiş ihtiyara bakıyordu.
Bakışları çarpıştı, parlak bakışlarından çıkan çatırtı ıssız vadide acı acı yankılandı. Damlayan suyun sesi kulakları sağır eden bir mavilikteydi. Güneş, dağın ardına düştü düşecekti. Zaman, ikisinin birbirine kenetlenmiş bakışları arasından bir at sürüsü gibi geçti. Önlerindeki uçurumun kan kırmızısı solarken, dağın tepesindeki soğuk hava eteklere doğru inmeye başladı."*


*: yan lianke, günler aylar yıllar

19 Kasım 2021 Cuma

kulüp (2021)

alt başlık olarak ise popüler bir dizinin düşündürdükleri...

*

ben bu diziyi çok sevdim. belki beş yıldız vermem ama daha azına da gönlüm razı olmaz.

temas ettiği konular, atmosfer, oyunculuk, hikâye ve karakterler, müzikler tam da beni yakalayan türden. teknik katkı da hakkını veriyor.

geri kalanlar ise eleştirmenlerin, tarihçilerin, cümle uzmanların işi.

yine de, bir başkadır(2020) günlerinde yapıldığı gibi bu dizinin belgesel değil kurmaca olduğunu unutmanın hata olacağını hatırlatmak isterim.

*

bir defasında, şairlerin ilk kitaplarını almaktan hoşlanan birinden bahsetmiştim. o bendim, itiraf ederim.

bunu yaparken iki tane motivasyonum oldu her zaman. ilki, kitaplarının satıldığını gören şairlerin mutlu olacağı ve şiir kitapları sattıkça yayınevlerinin şiir kitabı basmaya devam edeceğine dair safça olduğunu inkar edemeyeceğim romantik inanç. ikincisi de, edebiyata asıl katkının ilk kitapla olduğuna dair düşüncem. yazarının o vakte kadar biriktirdiği ya da özünde ne varsa o ilk kitaptadır bence. daha sonra belki kalem işlerlik kazanır, 'edebiyat'ı iyileşir ama okur ilk kitapta aldığının üstüne pek fazla bir şey koyamaz.

çoğu yazar kendini tekrar eder, alkışla karşılanan ilk hikâyesini ısıtıp ısıtıp okurun önüne koyarak sessiz sedasız unutuluşuna yol alır. ya da okurun, en çok da dahil olduğu edebi kanonun taleplerini karşılamaya yönelir. editör, "puşkin hakkında hafif bir yazı yaz, bitir artık hattat mı rasıt mı nedir o adamın hikâyesini," der mesela.

evet, geldik. varmaya çalıştığım yer tam da burası: netflix yaratıcılığı öldürüyor mu?

tamam, kullanıcıyım. üyesi olmaktan şikayetçi ya da pişman da değilim. ama netflixin bir politikası, amacı ya da felsefesi olduğunu da biliyorum. önayak olduğu bir çok proje pozitif ayrımcılık yapacağım diye ayrımcılığı insanın gözüne soktuğu yerle dolu. oraya iş yapmak için, projenizde iyi, güzel, akıllı, güçlü bir siyahi karakter olmak zorunda sözgelimi. o siyahi karakter kadın ise, üzerine... her neyse sanırım anladınız.

istanbul'da geçen her diziye konunun ne olduğundan bağımsız olarak oryantalist eklemlemeler ya da çıkmalar yapmak zorundasınız. lütfen, bir hikâyede de kahramanlar simit - çay olayına girmesin. bir bölümü iki buçuk saat süren bir dizi değil ki bu zaman doldurmaya ihtiyaç olsun. derdinizi anlatıp gidin.

kulüp'teki karakterlerden yana hiçbir sıkıntı yok benim için. dediğim gibi, sevdim. ama bir sorum var. şarkıcımız kadın, matilda'mız namus cinayeti yüzünden hapse düşmüş, afla hapisten çıkan orta yaşlı bir erkek ya da askerden dönen bir delikanlı olsaydı bu proje hayat bulur muydu?

ya da netflix'e proje hazırlayanlar hiç akıllarında yokken siyahi bir beden eğitimi öğretmenini hikâyelerine katmak zorunda kalıyor mu?

ya da proje dediğimiz şeyler, bazı anahtar kelimeleri kullanmak zorunda oldukları ve karşılığında para kazandıkları dönem ödevleri mi?

*

yine, buranın bir çeşit taşra olduğunu söyler dururum. bu yüzden, geçenlerde şehre giden bir arkadaşıma üç tane kitap ısmarlamak durumunda kaldım. çünkü kitap alışverişimi yapmıştım ve sonradan yayımlanan bu üç kitap yılın süprizi gibi bir şeydi.

bunlara bir dördüncü kitabı eklemediğim için pişmanım ama: karıncaların gün batımı. zaven biberyan'ın bu romanını ölesiye merak ediyorum. bu topraklarda yaşanmış büyük haksızlıklardan birini fon alan, aynı haksızlığın sebep olduğu acıları, yıkımları anlatan bir roman.

okuyanların övgülerine bakınca hem merakım hem okuma arzum artıyor ve biliyorum kendimi, ilk fırsatta okuyacağım.

tam burada beni tedirgin eden noktaya geliyoruz.

anlatmak içinse arkadaşa ısmarladığım kitaplardan birini yardıma çağrmalıyım; köken'i. daha doğrusu köken'in yazarı saša stanišić'i. onu yirmili yaşlarının başında yazdığı asker gramofonun nasıl tamir eder? adındaki romanıyla tanıdım. kitaptan aldığım keyif bir yana, yetenek böyle bir şey olmalı diye düşünmüştüm. daha önce okuduğum kitaplara benzemeyen, özden gelen bir etkiyle yazılmış başarılı bir edebiyat örneğiydi.

sırp baba ve boşnak annenin oğlu olarak mutlu mesut yaşarken balkanları ağulayan savaş yüzünden kendini almanya'da yaşarken bulmuş bir yugo. hamburg'ta yaşıyor ve son romanı köken iki bin on dokuzda almanya'da yılın kitabı seçildi. 

kitabı türkçeye çeviren gülçin wilhelm'in onunla yaptığı röportajda* şöyle bir cevap var:

"iyi edebiyat bir yazarın aidiyeti yüzünden değil, aidiyetine rağmen iyi olan edebiyattır. sonuçta söz konusu olan bir satıra başka bir satır eklemek. kitapta yazılandan daha fazlasını okumak, üstüne bir de yazarın kimliğini "okumak" isteyenler bir dahaki sefere kitap değil, peynir alsınlar, daha iyi olur."

sanırım anladınız. kitabı okuduğumda -ki muhakkak okuyacağım- sadece yok sayıldığı, büyük acılar gördüğü için şefkat duyulan, biraz da bu yüzden yüceltilen bir yazar görmekten korkuyorum.

*

"sadakatsiz'deki cansu dere"ciler bağışlasın ama gökçe bahadır'ın mathilda hâlini on defa tercih ederim. evet, perçemlerine rağmen.

daha önce de dediğim gibi,  sadakatsiz namlı dizide güzellik diye övülen şey ne kadar yapay ve sağlıksız geliyorsa bana, bu dizideki gökçe bahadır o kadar gerçek ve kadın. zayıf ile çelimsiz arasında fark var çünkü. derinin altını doldurup kırışıkları yok edince de güzel değil plastik ördek gibi oluyor kadın yüzü.

ama isteyen istediğini yapsın. bana ne.

*

hazır buraya kadar gelmişken, bir o sahne yapalım mı? hayır, selim'in matilda icrası değil. ama çok güzeldi.

şüphesiz dizinin en sevdiğim sahnesi. sadece oyunculuk ve diyaloglar değil, ülke ve toplum olarak ders çıkarmamız gereken o sahne

kulübün sahibi orhan, tam sahneye çıkacakken korkup kaçan, kelimenin tam anlamıyla sırra kadem basan selim'i saklandığı yerde bulur ve onunla bir ikna konuşması yapar. ama suskunluğu bozan, söze başlayan ise selim olur.

"- hayal etmek yapmaktan daha kolaymış.

- aksine... hayal etmek daha zordur. hayal eden insanlar başarısızlık ihtimalinin kapısını açar. fırın yanına fırın yapanlardan olmak isteseydim o gün balkona geldiğinde dönüp bakmazdım sana.

- keşke bakmasaydın... en azından birimizin işleri yolunda giderdi.

- işler yolunda gitsin isteseydim, alırdım hükümetten bir yol ihalesi, devrederdim bir taşerona, londra, paris gezerdim... üç tane mühendis diploması, bir maden imtiyazına bakar milyonluk olmak.

- yapsaydın.

- aynı şarkıları söyleseydin. siyah bir takım elbise giyseydin. evlenseydin. çoluğa çocuğa karışsaydın. hayalleri iğdiş edilmiş, hevesleri terbiye edilmiş sıkıcı bir şarkıcı istemiyorum. ben sendeki aşkı gördüm. inandım sana. bir kumar oynadım.

- seni de hayal kırıklığına uğratırım.

- beni o sahnede, kanınla, terinle, göz yaşınla hayal kırıklığına uğrat o zaman... yenileceksek de öyle bir yenilelim ki herkes gülsün. ama biz hayal kurmaya devam edelim."**


*bu röportaj...

**senaryo: aysin akbulut, rana denizer, necati şahin

16 Kasım 2021 Salı

dünya sürgünü bitti

bugün on altı kasım. günlerden salı. iki binli yılların yirmi birincisi...

şair sezai karakoç'un ohepvarolan'a el açıp, "uzatma," diye dualar ettiği "dünya sürgünü" bugün bitti. 

tivitler yolladım internetin sonsuz çölüne, yakari'ye "bu gece sezai karakoç oku" dedim, havuzdan sonra buluşup kahve içecek whatsapp grubuna, "engin size mona roza okusun, şairini anın," diye mesaj attım.

ama buraya ne yazağımı bilmiyorum, "haberi aldığımda mutfaktaydım"dan başka.

belki bir hatıra...

sezai karakoç'a geç kalmış kuşaktan olduğumu biliyorum. ya da onun tadını asıl çıkaranların bizden önceki kuşak(lar) olduğunu. bu, bunu nasıl anladığımın hikâyesi biraz da.

yakın, çok yakın dostlarımdan birinin dayısını ziyarete gitmiştik. kaldı ki, kendisini ben de çok severim ve aramızdaki yaş farkına rağmen ona ismiyle hitap etmekten çekinmem. gençtir çünkü. hepimizden gençtir. hayata geç kalmaktan korkmayacak, aşık olduğu kızın peşi sıra japonyalara gidecek kadar da gözü karadır.

sohbetin hafiflediği anların birinde kitaplığa yürüdüm. kitaplıkta alelusul ciltlendiği belli, sararmış dosya kağıtları. kapağında daktilo harfleri ile 'mona roza' yazıyordu.

evet, elimde tuttuğum mona roza'nın daktiloyla çoğaltılmış bir örneğiydi. efsane doğruymuş. şiirin ve kitabın baskısının olmadığı, sahip olanların da kıskançlıkla kendine sakladığı zamanlardan kalmıştı.

çocuk gibi kıskandım. yanımda olsa bendeki diriliş yayınlarından çıkma beyaz kitabı çöpe atardım.

hayır, çalmadım.
  

13 Kasım 2021 Cumartesi

ellerin

bilirim, bulutlardan daha çok kandırır beni.

yine de ellerine inanıyorum. parmak uçlarına, içlerine yazılmış kadere.

hem ateş hem şifa oluşuna. bazan gölge bazan güneş. bir ahter-suhte, hû ve lâle mührü bileğinde bezm-i elesten kalan.

"kar" yerine "gül" dediğini öğrendiğimde vaz geçtim senden. hava soğuktu, yara sıcak.

seni o gün unuttum. ellerin aklımda.

10 Kasım 2021 Çarşamba

kapak

mevzuyu biliyorduk. yani, borgeslerin telif hakkının iletişim'den can'a geçtiğini.

can yayınları'da fırsat bu fırsat diyerek, türk okurun neredeyse tamamını ingilizceden çevrilmiş bir türkçe ile okuduğu kitapları orijinal dili olan ispanyolcadan direk çeviri ile yayına hazırlamış.

ne güzel değil mi? dünyanın en büyük yalancısının yalanlarını çeviride daha az şey kaybetmiş haliyle, "aşk ile bir dahi" okuyası gelmiyor mu insanın?

ama, hayır... kapaklar çok kötüymüş, insanın aklı eski kapaklarda kalıyormuş falan. kabul, "zarfa değil mazrûfa bak"çılardan sayılmam. ama şu durumda kitabın kapağını sorun etmek kabul edilir bir durum değil. tabiî, kitapları yayınevlerine, renklerine, boylarına göre dizip, onlara dekoratif unsur muamelesi yapanlardan değilseniz.

öylelerine tam takım saramago tavsiye ederim. kırmızı kedi'den, sarı. beyaz renk ikea kitaplıklarla muhteşem bir uyumu var. belki canınız çeker, arada bir kaç satır has edebiyat da okursunuz.

buradan tam tersi bir yere geçmek isterim. kapaklarıyla ünlü jaguar'a. son yıllarda en çok sevdiğim yayınevi olur kendisi. yine son yıllarda en çok onların emeği kitaplar okudum. içerikler mükemmel, yazar ve edebi tercihleri harika, kapakları muhteşem.

ama... evet, ama... insanların 'jaguar kitap kapakları'nı övmesinden, kelimenin tam anlamıyla orada takılıp kalmalarından sıkıldım. kapaklar güzel, hatta muhteşem. itiraz etmiyor, emeği geçenlerin ellerinden öpüyorum ama içerikleri de muhteşem.

aşın o kapağı, içine girin kitabın. biraz da onlardan konuşun. aşk romanıymış gibi yapan ama aşk hakkında değil hayat hakkında konuşan mektupların romanı'ndan konuşalım mesela. buzda yürüyüş'ün diğer kitapların yanında nasıl da hafif kaldığından, prospero kitaplığına seçilen kitapların neredeyse bir klasik mertebesinde olduğundan, soğuk deri ile bayan caliban arasındaki akrabalık bağlarından, estetiği yeniden inşa eden gölgeye övgü'den, kısacık bir romana kocaman bir yalnızlık sığdıran hızlandıkça azalıyorum'dan...

hadi!.. 

7 Kasım 2021 Pazar

günün sorusu: ruh eşi

ruh eşi nedir? nesneye bakınca aynı şeyleri gören, birbirinin benzeri mi? yoksa biri diğerini tamamlayan, bir çarkın dişleri diğerinin boşluğuna denk gelen iki dişlisi mi?

5 Kasım 2021 Cuma

karşı

geçen gün de yakalandım. bu defa bir şarkıya değil kendime ama. "yaptığım son iki yemek, karnıbahar ve pırasa. allah vere de vejetaryen olmasam," diyordum. akşamına kuzulu rezene yaptım. aslında ciğer sote yapardım ama annem kadar başarılı sayılmam o konuda.

hayır, tabiî ki insanların vejetaryen olmasına karşı değilim. tıpkı, 'kurtlarla koşan kadınlar'a ya da gece gündüz yoga yapan insanlara karşı olmadığım gibi.

inanır mısınız, bilmem? ben her tanıştığı insana doğum saatini soran insanlara bile karşı değilim. hatta bu konuda anlatmayı sevdiğim bir fıkra bile var. aslında iki mesajdan oluşan bir mesajlaşmanın ekran görüntüsü: oğlan annesine doğum saatini soruyor. annenin cevabı çok net. "hemen oradan uzaklaş".

benim sevmediğim şey de çok net. ben bu tarz insanlardaki kibre bulanmış misyoner ruhunu sevmiyorum. dünyanın tek gerçeğini onlar keşfetmiş, hayatı en doğru yaşamanın yolunu onlar bulmuşlardır. hele de "su çok güzel, gelsenize" yapmıyorlar mı? suya atlayıp boğuluyorum bahanesiyle boyunlarına sarılasım geliyor.

ama şiddetten uzak duran bir insan olarak, "az önce yüzdüm canım, sağol!" diyerek olay yerini terk ediyorum. "senin dinin sana, benim dinim bana" demişliğim de var gerçi.

mesela, greta garbo'yla adaş bir kız var. insanları iklim ve çevre konusunda duyarlılığa çağıran bir android ya da robotmuş gibi gelir bana. ne zaman karşıma çıksa azot salınımını artıracak icatlar yapasım geliyor.

onun yerine yaşlı ve yorgun adamlar gibi kafamı iki yana sallıyor, "şımarık zamaneler"* gibi "kibritin var mı tanrım yakasım var dünyayı" diyorum.


*: süleyman çobanoğlu, yılkı

3 Kasım 2021 Çarşamba

kovdum*

bu sabah bir şarkıya yakalandım ve ceylan ertem, "yıldız tilbe harikası el adamı'nı mükemmel yorumlayan kadın şarkıcı"dan çok daha fazlasına dönüştü benim için.


notgibi: el adamı bugünlerde görücüye çıksaydı, "adam değil insan," diyen aklı evveller meydana hücum eder, dünya güzeli yıldız tilbe de inadına 'adam'lı şarkılar saçardı ortalığa. ne güzel olurdu.

1 Kasım 2021 Pazartesi

nereye kadar?

modern zamanlarda bilgiye ulaşmanın kolaylığını kimse inkar edemez. bu yüzden internete, başta gugılın cengaverlerine, sonra da sözlüklerin ekşisine, ansiklopedilerin vikisine ve diğerlerine teşekkür ederim.

bu durumun bilgi kirliliğine sebep olduğu da gerçek. yalan bilgi de çok ama bu yazının derdi onlar değil yanlış ve kirli olanlar.

mesela, tarkovski'ye mal edilen, neredeyse herkesin ona ait sandığı söz: "bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez."

oysa bu iki cümle büyük yönetmenin değil, ona leningrad'dan yazan bir işçinin sözleridir.*

ama olaylar burada bitmez. bu sözler yazdıklarında tarkovski sevgisini saklamayan ünlü bir yazarın olur. internet sayesinde bu yanlış da yayılır. öyle ki, "kendisinin izni ve bilgisi dahilinde" başkası tarafından yönetilen hesabında, o "başkası", yazara aitmiş gibi paylaşmakta sakınca görmez: "bir kez olsun aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır."**

çok merak ediyorum. o leningradlı işçi benim desem ne olur acaba?


*: "mektubumun sebebi, ayna. hakkında söz söylemeye bile cüret edemediğim, ama içinde yaşadığım bir film bu. dinleme ve anlama yeteneği çok değerlidir ... bir kez olsun, aynı şeyleri hissetmeyi başarabilen iki insan birbirini hep anlayacaktır. bunlardan biri buzul, diğeri isterse atom çağında yaşamış olsun fark etmez. tanrım, insanların hiç değilse en temel insani dürtülerini -hem kendilerinin hem ele başkalarının- anlayıp duyabilmelerini sağla! (mühürlenmiş zaman, giriş-xiii)"