29 Temmuz 2020 Çarşamba

geveze değil konuşkan

farkındayım, yakında bu sayfanın başlığı -ya da en azından alt başlığı- "javier marías üzerine bir blog denemesi" gibi bir şeye dönüşecek. içinde "deneme" geçen başlıklara zaafımı ise duymayan kalmadı nasıl olsa. evet, tıpkı "gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi" örneğinde olduğu gibi.

ama devam edeceğim. çünkü birinin bu durumu düzeltmesi gerek. en azından itiraz etmesi. çünkü, bir deli bir kuyuya bir taş atmış, bir araya gelen kırk akıllı ise taşı çıkarmak yerine taşın yankılana yankılana kuyuda büyüyen sesini sevmiş de birer taş da onlar atmış gibi bir durum var ortada.

kaldı ki, sevdikleri söz konusu olunca hem kalkan hem mızrak olanlara akraba bir yan var bende.



ilk javier marías kitabını, şimdi durup geriye bakınca üzerinden yüz yıl geçmiş gibi hissettiğim iki bin on yedi ilkbaharında okudum. peşi sıra ikincisini. sonra üçüncüyü. bugün, türkçeye çevrilmiş ama okumadığım herhangi bir kitabı yok.

son yıllardaki en büyük iki keşfimden biri. diğeri de, genazino elbette. aralarındaki bariz farka rağmen üstelik. iki farklı keyif. kaldı ki, "ya/ ya da" yerine "hem/ hem de" olabileceğini çoktandır biliyorum.

*

doğal olarak ikisi üzerine konuşmayı, yazmayı, dinlemeyi, okumayı da seviyorum. tanıl bora'nın yazısına da yolum bu sebeple çıktı. yoksa, kendisini sevmeyi bıraktığımı ve okuruna ihanetten ceza alması gerektiğini burada bile söylemiştim. ama iyi yazar, seçtiği konular, kelime tercihleri ve onlara verdiği nizam tam da bana göre.  

tanıl bora bu yazısında hem javier marías'ın bilmediğim hem de asla tahmin edemeyeceğim bir yanına pencere açıyor. futbol ilgisini tahmin etsem de asla ve asla real madrid taraftarı olabileceğini tahmin edemezdim marías'ın. faşist lider franco'ya nefretini saklamayan bir adamın "franco'nun takımı" olarak bilinen real madrid'i tutmasını beklemezdim doğrusu. ama haklı olan o,  belki de "franco rejiminin real madrid'i ancak sonraları, elliler ve altmışlardaki muazzam avrupa başarıları üzerine sahiplenmeye yöneldiği"dir doğru olan.  kaldı ki, dünya muktedirlerinin real madrid'in karşısına koyduğu barcelona belki de dünyanın en faşist takımıdır.

ama konuyu güzel özetlemiş marías: "nefret kolay kazanılmaz".

*

o güzel özetlemiş ama ben "konu"dan uzaklaştım. dönelim... 

bu yazıda da, "konuşkan" şerhine rağmen marías'ın "geveze"liğine rastladım. üstelik, bu vesileyle işaret ettiği behçet çelik yazısını daha önce okumuş, herhangi bir yazar üzerine söylenebilecek, ortalama sözlerin çokluğu yüzünden pek üzerinde durmamıştım. kaldı ki, bu tarz yazıların sipariş üzerine,  reklam olsun diye hazır edildiğini çocuklar bile biliyor artık.

sonra seda ersavcı'nın bile bu "gevezelik"ten dem vurduğunu hatırladım. sosyal medyada bir eleştirmen- okur yorumlaşmasında "geveze" yorumunu "konuşkanlık demek daha doğru" minvalinde düzeltmeye çalıştığımı da. 

yaklaşık on yıl önce, yarınki yüzün vesilesiyle yazdığı yazıda onur caymaz da benzer bir ifade kullanıyordu yanılmıyorsam. 

ben bunları düşünürken, aniden yataktan kalktım ve kitaplığa gittim. çünkü saat gece iki buçuktu ve herkes gibi ben de geç kalan uykuya kadar bir şeyler düşünüyorum. birden bire "evet, ben marías'ı iki bin on yedide keşfettim ve o yıl okumaya başladım ama onunla daha önce karşılaştık" hissine kapıldım. yanılmamışım. esra yalazan, kelimeler ve kader'de sonradan çok seveceğim bu yazara dolu dolu bir kaç sayfa ayırmış.*

hatta, behçet çelik yazısını, neredeyse bu sayfalar üzerine inşa etmiş. yine bu vesileyle fark ettim ki, bahsettiğim üç yazı da yarınki yüzün'ün başlangıcında yer alan, süslü, anlatmak üzerine bir kaç cümleden öteye gidememiş. 

bu durumu fark edince, sanki ezberlemiş ya da tek tornadan çıkmış gibi "geveze" deyişleri beni şaşırtmaz oldu.  

*

kabul, marías eksilte eksilte yazanlardan değil. konuyu dallandırıp budaklandırmayı, olaylara farklı farklı yönlerden bakmayı, en önemlisi anlatmayı seviyor. yaptığı, bir durumun olası bütün sebeplerini ya da sonuçlarını ihmal etmemekten başka bir şey değil. insana dair ezberlerden uzak durarak onları kalıplara sokmak yerine olası ihtimallerin sonsuzluğunda kalem oynatıyor.

mesela, iki hafta olmuş kız sizi aramıyor. evet, ölmüş olabilir. ama başka başka onlarca sebep de olabilir. marías'ın yaptığı, "kız ölmüş ama" dedikten sonra diğer ihtimalleri göz önünde bulundurmak. ve bu, okumayı hobi olarak görenlerin, okuyunca iyi birisi olacağını düşünenlerin, skoru yükseltmek için ince, hatta çocuk kitabı okuyanların değil ancak keyif aldığı için okuyanların anlayabileceği bir şey.

o ünlü benzetmeyi buraya uyarlarsak; canınız nakavtla biten bir boks maçı izlemek istiyorsa gidin genazino okuyun. ama ne sayıyla biten maçlara ne de o tarz maçların tutkunlarına laf edin. üstelik sayıyla biten maçlar çoğu zaman denk cenkleşmeleri işaret eder. ve ne güzellikler ihtiva eder.

*

sonuç olarak: marías söz konusu olduğunda, "gevezelik değil konuşkanlık diyoruz biz barbarlar buna".**


notgibi:

*: kelimeler ve kader'i iki bin on üç yılında okumuşum. üstelik, kendi ıstırabına dönüşenlerin anlatıcısı: javier marías başlıklı yazıyı da keyifle, bir çok yerin altını çizerek okumuşum. ama iki şeyi çok net hatırlıyorum; esra yalazan'ın ahmet altan etkisindeki cümlelerinin (tersi de ihtimal dahilinde) benim dünyamda ters tepki doğurduğunu ve kendimi yaşlanıyor hissettiğim için yeni yazar keşfetmek yerine içimde büyüyen eskileri tamam etmek ve yeniden okumak arzusu. böyle olmasa,belki de dört yıl erken kendimi javier marías'ın kapısında bulacaktım. kim bilir?

**: birhan keskin, "her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni/ yoluna baş koymak diyoruz/ biz barbarlar buna" dizelerinden mülhem.


26 Temmuz 2020 Pazar

dakika ve skor

"<<Ateşten el, seninle ilgili, biliyorsun, o sensin.>> Bir süre sessiz kalıyor, sanırım gözleri yaşlı. Derken birdenbire önüme geçip âdeta beni durduruyor, o olağanüstü sesleniş tarzıyla, boş bir şatoda salondan salona birini çağırır gibi: <<André? André?.. Benim hakkımda bir roman yazacaksın. Buna eminim. Hiç hayır deme. Dikkatli ol: Her şey zayıflıyor, her şey kayboluyor. Bizden bir şeyin kalması lazım... Ama zararı yok, bir başka kullanırsın. Hangi ad, ister misin söyleyeyim, çok önemli çünkü... Biraz ateşin adı olmalı, çünkü sen söz konusu olduğunda hep ateş çıkageliyor. El de var tabii, ama ateş kadar hayati değil. Benim gördüğüm, bilekten çıkan bir alev, şöyle (bir kartı yok etme jestiyle), ve hemen eli de yakan ve göz açıp kapayıncaya kadar kaybolan... Latince veya Arapça bir "nam-ı müstear" bulursun artık. Söz ver. Gerekli bu. Nasıl yaşadığını bana anlatmak için yeni bir benzetme kullanıyor: Sabah banyo yaparken, kendisi gözlerini suyun yüzeyine diktiği sırada bedeni uzaklaşırken olduğu gibi... <<Ben aynasız odada, banyo üstündeki düşünceyim.>>"

*: andré breton, nadja

23 Temmuz 2020 Perşembe

turist ile seyyah*

bazan yazmak istediğinizi hazır bulursunuz. üzerine ne söylerseniz fazla gelir. 

o yüzden, yalnızca, selâm olsun seyyahlara. gördüklerini bir daha bakmayacağı fotoğraflara hapsetmeyenlere, o fotoğrafı sosyal medya hesabında paylaşma arzusu hissetmeyenlere...

*

"seyyahla turist arasında fark var. seyyah gittiği yere ruhunu da götürür, yeni yaşantılara açıktır, seyahat onun için ruhu zenginleştirici bir deneyim, bir içe dönme hamlesidir. öte yanda, turist sadece tüketir. şehirlere, insanlara, seslere ve yüzlere nüfuz etmez. beş yıldızlı otellerde konaklar, şehri en güvenli yerlerinden dolaşarak tanımaya çalışır, rahatından asla ödün vermek istemez. seyahat eden kişi ise hayatın bildik konforundan vazgeçerek çıplak benliğini yeni deneyimlere açar. bilinmedik bir dilin, aşinası olmadığı olmadığı sokakların ortasında kendi ruhunu arayan kişidir o. seyyah gittiği yerlerden kartpostallar göndermez, gördüğü yerleri video kameraya kaydedip eşe dosta göndermez, çantasında filmler yoktur. ama dilinde, her yolculuğun sonunda anlatabileceği hikâyeler vardır. bu hikayeler çoğu zaman insan hikâyeleridir. gördüklerinizi kamera veya fotoğraf makinesi görüntülerine hapsetmekle tüketiciliğinizi tescil etmiş oluyorsunuz. sizin görmüş olduklarınızı göremeyen bir başkası size sahip olduğunuz bu ayrıcalıktan dolayı imrensin istersiniz. kapitalizmin hiç bıkmadan dürttüğü de, işte bu duygudur. başkalarında haset uyandırma arzusu. tüketici kültürü, başkalarının sahip olamadıklarına sizin sahip olduğunuz yanılsaması yaşamak hayatınıza geçici bir anlam duygusu, uçucu bir neşe sağlar.

tunus'ta veya yeryüzünün bir başka yerinde sadece binalara bakarak, görülmesi gereken yerleri görerek, steril restoranlarda yiyip içerek, yolların kirine tozuna bulanmadan yapılmış bir gezi, gerçek bir yolculuk olmasa gerektir. yol belirsizliklerle dolu bir güzergâhtır. eskilerin güzel bir sözü var, "zafer değil, sefer" derler. önemli olan varmak değil, yolda olmaktır. yolu yaşamaktır. yolun getirdiklerini eşsiz bir tecrübe olarak ciğerlerine çekmektir. arka sokaklara girebilmek, mabedleri soluyabilmek, halkın kahvehanelerinde onlarla sohbet edebilmek, nargile içebilmek, onların yedikleriyle karnını doyurabilmek demektir. seyyah orada olan adamdır. turist bedenen orada olsa bile ruhen burada, evin konforundadır, zihni ise ayarlıdır, dönüşte taşıyacağı hediye ve resimlerle ancak vardır."*

*: kemal sayar, kalbin direnişi - tunus'ta seyyah

19 Temmuz 2020 Pazar

konum - yedi

mümtaz ile galip arasında değil ama huzur'un nuran'ı ile kara kitap'ın rüya'sı arasında bir yerlerde.

17 Temmuz 2020 Cuma

onunla konuşurken

geçmişin üzerinden çok zaman geçti. bazı şeyler değişti, bazıları aynı hâlâ. alıntıdaki "-di'li geçmiş zaman"a aldırmayın, bu da aynı kalanlardan.

zamanın geçmişe ekli uzantısı yani...

"onunlayken kendimi bütünüyle rahatlamış hissediyordum. zihnimdeki her şeyden kurtulabiliyordum; yapmak istemediğim tüm işlerden, başkalarının anlamsız düşüncelerinden. üzerimde böyle bir etkisi vardı. konuştuklarında özel bir şey yoktu. söylediklerinin ruhunu gerçekten anlamadan kafamı sallayıp dururdum. ama onu dinlemek bana iyi geliyordu, tıpkı uzaklarda yer değiştiren bulutlara bakmak gibiydi."*


*: ahır yakmak, haruki murakami - çeviri: onur çalı

15 Temmuz 2020 Çarşamba

soru

anlatmayı severim. ve bu bahiste iyiyim galiba.. 

nihayetinde, "ilk hecedeki uzadıkça uzayan 'a' sesini normalden kısa söylerken geriye kalan ne varsa aynı bırakarak, "benim için bir macera oldu," diyen bir adam"ın oğluyum. bunu daha önce anlatmış ve sözü, "sizi bilmem ama ben, hayata dair bütün cesaretimi ilk hecedeki 'a' sesi normalden kısa söylenen bir 'macera'dan alıyorum," diye bağlamıştım.

o babadan, onu kahramanı olarak gören oğluna bir şeyler tevarüs etmiş olmalı ki, cesaretimin "kaynak"ını keşfetmeden yıllar önce bile bir seferden yenilgiyle de dönsem zaferle de, "en azından anlatacak bir hikâyem oldu" derdim. neden çok okuduğum ya da seyrettiğim sorulduğunda ise, "kadınlara anlatacak hikâyem olsun diye"... 

çünkü sıkıcı bir hayatım vardı. çünkü daha kara kitap'ı okumamıştım. çünkü, "hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz," bilmiyordum.

anlatırken, ipler elimde olsun isterim. kelimeleri istediğim gibi eğip bükmeyi, konuyla oyun hamuru gibi oynayıp bir yerini uzatmayı ya da koparıp atmayı severim. bu, belki burcumla, "kocaman kediler" familyasına dahil olmakla ilgilidir. bilmiyorum...

ama şunu biliyorum. yani en başından bu yana farkındayım. ben röportaj verecek biri değilim. bana soru sorulmasından hiç mi hiç hoşlanmıyorum. rahatsız oluyorum hatta. kabuğuma çekiliyor, içime kapanıyorum. 

ama geçen gün fark ettim ki, bu bir kaplumbağanın ya da salyangozun kabuğuna çekilmesi gibi değil. daha çok bir kirpinin içine kapanması gibi. sadece korunmuyorum. muhatabımı bu hatası yüzünden cezalandırıyorum da.

bir de "buz gibi soğumak" var. o ise başka bir hikâye.

12 Temmuz 2020 Pazar

leyla

evet, mecnun'un leylası.

leyla ile mecnun'un...

*

rüknettin'in kalbi için kehanetler adlı nehir şiiri okuduğumda çarpılmış ve "evet," demiştim. "kemal sayar benim şairim olabilir". ama erken karar vermişim.

şairliği inişe geçerken kariyeri yükseldikçe yükseldi kemal sayar'ın. neredeyse herkesin sevdiği bir psikolog, iyi bir hatip, kalp yanı eksik olmayan bir sürü kitap çıktı ortaya. bir kişi bile çıkıp, başarısız ya da başardıklarını hak etmiyor diyemez. belki yakından bakınca... kim ve ne yakından bakılınca kusursuz ki?

bu bilinçle, takip etmekten hiç vazgeçmedim onu. artık şair değilse de işaret ettikleri arasında kıymetler mevcut çünkü. kitaplarını, denemelerini, makalelerini, hatta verdiği röportajları okudum, konuşmalarını dinledim. zaman zaman hikmet, zaman zaman bilgi devşirdim. öğrendim, aydınlandım, ferah hissettim.

ya da okuduğum son röpotajında olduğu gibi fark ettim.

mesela, o ünlü hikâyede leyla'yı görmezden geldiğimi... kolaya kaçarak, erkek olmanın da etkisiyle mecnun'la empati kurduğumu, olaylara onun tarafından bakmayı seçmekle de 'asıl' kahraman olanın leyla olduğunu ıskaladığımı fark ettim. tıpkı, yûsuf ile züleyha bahsinde asıl kahraman olanın züleyha olduğunu ıskaladığım gibi.

"leyla, mecnun'un naifliğinden farklı olarak ser verse de sır vermeyecek dirayete sahip bir karakter. bu açıdan leyla mecnun'dan daha bahtsız çünkü mecnun gibi aşkı dile getirebilmenin iyileştirici, denge kuran devasına sahip değil. sevdiğini diyemediği için sevmek derdi leyla'yı boğar."

sonra geri zekalının biri geldi aklıma. yıllar öncesine gittim. ben yakari'ye anlatıyordum. selçuk'un, hatta öykücü'nün haberi vardı. az mı kahrımı çektiler? yeri geldi bu sayfaları işgal ettim. bazan anıları birleştirdim, bazan başka bir şeye dönüştürdüm. ama anlattım.

biraz yeteneğim olsaydı şiirini, öyküsünü, hatta "ve bu anlattıklarımın hayal olmasından ölesiye korkuyorum," son cümlesiyle biten romanını yazardım.

oysa o sadece sustu. ki, birilerine anlatsa, "aklını başına topla," derlerdi. "manyak mısın sen?"

manyak olduğunu biliyoruz, o ayrı.

10 Temmuz 2020 Cuma

can't get you out of my head*

tıpkı, "iki dağdan iki ırmak kopar, gelir birleşir bir vadide" gibi. sonra da miley cyrus icrası jolene ile aynı denize dökülür.

özetle bu. fazlası içinse beni takip etmeniz gerekiyor. 

iki binli yılların başıydı galiba. galiba diyorum, çünkü yıllar geçtikçe belleğimizde ne varsa o çekmeceye atıyoruz gibi geliyor bana. size de öyle gelmiyor mu?

o sıralar her yerde çalan bir şarkı vardı. kylie minogue adında avustralyalı bir kadın söylüyordu. nicole kidman, naomi watts falan... galiba o sıra avutralyalı kadın modası vardı. pardon "avustralyalı insan"(!)...

bir anda ünlü olan şarkılardandı ama bir farkla; sanki tükenmesi biraz uzun sürmüştü. sözleri ankara'nın bağları tarzı bir hüzne sahip olmasına rağmen hâlâ disko ve barlarda insanlar dans etsin diye çalındığına eminim hatta. ırmaklardan biri bu olsun. dağ da iki binlerin başı.

ikinci dağ ise sosyal medya. ırmak ise hurra, die welt geht unter. oldukça geç keşfetmiştim ama çok sevdim. muhtemelen vokalist henning may'ın performansı ile popüler olmuştu o sokaklarda. henning may'a haksızlık etmek istemem, kaldı ki edemem de, ama asıl güzellik rapçi arkadaşların söylediklerinde. şiir demek isterdim ama şiir az gelir; destan...

işte o vokalist çocuk rapçi arkadaşlarından müsade istemiş, yanına asıl grubunu da alarak bir kış bahçesinde parcels'le buluşmuş ve muhabbetin arasında can't get you out of my head'i coverlamışlar. parcels'in avustralyalı bir grup olmasının şarkı tercihinde etkisi var mıdır bilemem ama klavyeci çocuklardan birinin üzerindeki avustralya yazılı tişört boşuna değilmiş.

ortaya çıkan yorumu da jolene'i hatırlatan klibini de çok sevdim. yorum, durakta beklerken sallanmanıza sebep olacak türden. video ise sade, gençlik dolu, hafif, sevimli. yani dinlemekle yetinmeyip seyredilmesi gerekenlerden. bu defa rol çalanın, üzerinde çok şık duran yetmişler ruhu ile parcels'in vokalisti jules crommelin olduğunu söylemeliyim.

kış bahçesi ise sevmek zamanı'ndaki limonluğu hatırlatıyor bana. bir de, bir botanik bahçesinin tropikal bitkilere ayrılan serasını. ki orada hayatımın en büyük travmalarından birini aşmıştım.

7 Temmuz 2020 Salı

günün sorusu: suçlama

yaptıklarımız için başkalarını suçlamak, cezalandırılmaktan korktuğumuz için değil de masumiyetimizi hâlâ koruduğumuza inanmak ve yaptığımız ya da sebep olduğumuz kötülüğün ağırlığından kurtulmak için bir yöntem değil midir?

5 Temmuz 2020 Pazar

gece yarısı mesajı

dün gece nasıl olduysa erkenden uyumuşum. oysa internette tanımadığım insanlarla king oynayabilir, ağzımın suyu aka aka macbeth okumaya devam edebilir, ferdi'nin gollerini ellinci kez izleyebilir ya da onuncu dakikasında sıkılacağım bir netflix filmine başlayabilirdim.

bir ara uyandım. telefonun ekranındaki konuşma balonunu görünce heyecanla tuş kilidi vs. işlemleri hallettim. 

/evet, hâlâ bekliyorum./

mesajlar beklediğim yerden değildi ama gece gece beni çok güldürdü.

toplam dört mesaj söz konusuydu ve her şey bir fotoğrafla başlıyordu. ikinci mesaj ise, "sen hayatın boyunca böyle bir iltifat aldın mı hiç? o zaman konuşma!" üçüncü mesaj ise gülücükler, gülücükler...

hemen fotoğrafa baktım. cem adrian, aynadaki yansımasını fotoğraflamış sonra da sosyal medyanın resimli olanında paylaşmıştı. altında ise bir yorum: "cem bey yakışıklı olduğunuz kadar 'vay anasını avradını'sınız da"

bir yandan gülüp, "ah, ulan! böyle bir iltifatımız olmadı şu hayatta," derken son mesajı okudum ve, "cem bey" gelsin de iltifat görsün, dedim.

"yuh!! saati farketmemişim. içip içip kapına dayansaymışım tam olurmuş."

3 Temmuz 2020 Cuma

sen sus, javier marías konuşsun!

"yuvarlak kare yuvarlak" ya da "yeşil kırmızı yeşil" yayınevi, muhtemelen yazarın yeni romanına hazırlık olsun diye sosyal medya hesaplarına javier marías'ı konuk etti.

[duygusal adam belki yky'de yeni ama daha önce *sel yayıncılık tarafından basılmıştı. ben de o çeviriden okudum. dürüst olmak gerekirse memnun kalmadım. giderek javier marías çevirmenine dönüşen (ben seda ersavcı'yı tercih etsem de bu ifadeyi olumsuz manada kullanmıyorum) neyyire gül ışık'ın çevirisi ile yeniden okumak iyi olacak.]

ben de, bir yandan whatsappten mesaj beklerken (bence, e-posta adreslerinin de anlık mesajlaşma programlarının da bir "gelmeyen kutusu" olmalı) diğer yandan yapı kredi yayınları'nın sosyal medya hesaplarında video olarak paylaşılan söyleşiyi metne döktüm. 

bizzat yeni kitap için mi yapıldı? yoksa eski bir röportajdan alıntı ya da yazarın eski röportajlarından bir kolaj mı bilmiyorum. ama şu kesin: yanıtlar kesinlikle marías'a ait.


- çevirmen olarak yaptığınız çalışmalar yazınınızı nasıl etkiledi?
eğer bir çevirmen ve aynı zamanda bir yazarsanız ve çok iyi şeyler çevirdiyseniz -ki benim neredeyse çevirdiğim bütün kitaplar mükemmeldi; browne'dan sterne'e, conrad'dan thomas hardy'ye, faulkner, nabokov, stevens, auden, ashbery ve stevenson'ın şiirlerinden, yeats ve tennyson'ın düzyazılarına büyük yazarlar- isteseniz de istemeseniz de çevirdiklerinizden etkilenmemeniz mümkün değil... yaptığınız büyük bir yazar tarafından yazılan bir şeyi tamamen başka bir dilde yeniden yazmak. kelimeler sizin -tabiî ki metne sadık kalmaya çabalıyorsunuz- ama her zaman bir seçim yapmanız gerekiyor.

- romanlarınızı olay örgüsüne dayanarak hazırlanmadığınızı söylediniz, ancak her biri için önceden planlanmış farklı bir tarzınız var mı?
bir konu aramak anlamsız. ben her zaman kendi hayatında önemli olan, düşündüğüm, endişelendiğim, evrensel diyebileceğim şeyler hakkında yazdım, gizlilik, güven, ihanet, şüphe, aşk, arkadaşlık, ölüm ve evlilik -edebi konular olarak değil genel olarak hayatta endişelendiğim şeyler... yazma yöntemim için bir harita yerine bir pusula ile çalıştığımı söylediğimi birkaç yerde okumuşsunuzdur.

- eserlerinizde ki ayırt edici özelliklerden biri zamanı yavaşlatma, kısa anları uzatma eğilimi, bunun ardındaki itici güç nedir?
bir romanda zamanı yaratabilirsiniz ancak zamanın kendisi aslında yoktur. gerçek bir zaman var -bir dakika altmış saniye- ama bizim için hayatta her şeyin farklı bir süresi olduğu açık, ve bu bir şeyleri hatırlarken daha da belirgin oluyor. hayatta belirli bir süresi olan şeylerin belleğimizdeki süresi farklıdır ve gerçek ya da önemli olan süre size sizin belleğinizde kalandır. bir romanda bu anlar gerçek süreleriyle var olabilir. ben bu anı durduracağım diyebilirim, çünkü bu zamanda önemli bir an, buna önem vereceğim, okur bunu hatırlayacak.

- eserleriniz de resimlerin rolü nedir? nesnelere mi yoksa hikâyeye mi yakınlar?
başlıca sebebi basit. erwin panofsky ve diğer sana tarihçilerini, sanat teorisyenleri okurken bir resme bakmanın ve aynı zamanda o resmi okumanın zevkini keşfettim. panofsky bir şeyi tarif ettiğinde resme siz de bakıp "evet görüyorum, bu benim aklıma gelmezdi ama bahsettiği şeyi anlıyorum" diyebilirsiniz. eğer bir romanda biri bir resim ya da fotoğraf hakkında konuşuyorsa bunu okura da göstermek mantıklıdır. asıl sebebi bu. gizli bir sebep ya da bir şeylerin güçlendirilmesi gibi bir amacı yok- bir resim hakkında konuşuyorum, resmi gösterelim, okurun görmesine de izin verelim.

- sigara içmek yazma alışkanlığının önemli bir parçası mı?
muhtemelen sigara içmeseydin yazmazdım çünkü yazarken elimde bir sigara olmasına alışkınım. ama gerçeği söylemek gerekirse yazarken içtiğim sigaralar muhtemelen en az içtiğim sigaralar. ağzımda ya da ciğerlerimde değil elimde tükeniyorlar.

merkez üs: https://twitter.com/YKYHaber/status/1278382255019298817?s=09

1 Temmuz 2020 Çarşamba

özür

arkadaşlık, evlilik, doktor hasta ilişkisi, iş arkadaşlığı, takım sporları fark etmez... her türden ilişkide sevgisizliğe tahammül edebilirim ama saygısızlığa asla. bir soru sormuşsanız cevaba, bir fikir danışmışsanız söylenene inanacaksınız.

o ise tam tersini yapmıştı. yorumumun kendisinden bağımsız olduğunu söylediğim hâlde buna inanmayıp kendini anlatmaya çabaladı. üstelik sözümü defalarca kesmeyi göze alarak. üstelik uyarmama rağmen.

insanların benden özür dilemesini sevmem. özür dileyecek bir şey yapmamalarını tercih ederim. üstelik bir işe de yaramaz. daima, halledebilirsem kendi kendime hallederim. 

bir de, "bu bana göre çok normal"ciler ve "kötü niyetle yapmadım"cılar var ki kendilerinin sadece geleceklerini değil geçmişlerini de unutmayı tercih ediyorum. yani, yoklar. aslında hiçbir zaman da olmamışlardı.

bir kaç gündür aramalarını duymazdan. mesajlarını görmezden geldikten sonra nihayet dün attığı mesajlara kayıtsız kalamadım. ilk kullandığı andan itibaren bin şekle soktuğumuz ve yeniden yeniden esprisini yaptığımız bir cümleyi bir defa daha dönüştürüp kullanmıştı çünkü: "bu dünyada herkese saygısızlık yaparım ama sana yapmam". 

peşi sıra da "hadi, gel de kahve içelim," diyordu. bir yandan sohbet edermişiz. cevap vermeyince devam etti. "başkalarıyla seninle içmek gibi olmuyor". ve o son cümle, "seninle içiyormuş gibi yaptım ama olmadı".

tebessüm ettim. hiç olmazsa tavsiye ettiğim kitapları okuyor, dedim.

sonra mı? koşmaya gittim. ona doğru değil elbette. bulutlara doğru.