tam on beş ay önce "devam edebilir" demiştim.
burada.
*
o gün, orada, bu masanın başına oturmuş,
değirmenler'i birsen tezer yorumuyla dinlerken, "bir yazar olsaydım," diye düşündüm. "ya da bir roman üzerine çalışıyor olsaydım, esas kızla esas oğlan şarkının, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" diyen yerinde gözgöze gelsinler, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktıklarını hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlasınlar isterdim."
yıldızlardan düştüklerine göre adları oraları hatırlatmalıydı: hilal ve ayhan...
*
ani bir firen yaptıktan sonra kornaya basan ve muhtemelen küfür etmekte olan taksi şoförü yalnız değildi. ben de küfür ediyordum. ama onun ilgisi birden bire aracının önüne atlayan adama yönelmişken ben çocukluğumdan bu yana peşimi bırakmayan ve böyle bir anda bile yakayı kurtaramadığım alman disiplinine saygılarımı sunuyordum.
ankara'ya elli iki kilometre kala meydana gelen bir kaza yüzünden kapanan ve ileri ya da geri hareket imkanı kalmayan ankara-istanbul karayolunda saatlerce beklemiştim. şoförü önüne çıkan bir yabani hayvanı ezmemek için fren yapan lüks otomobil yüklü bir tır, tıpkı engelli yarışlarda onca mesafeyi koşup geldikten sonra başını eğip bacaklarının arasına alan ve engelin üzerinden atlamamayı tercih eden atlar gibi devrilmiş, otomobiller de yola saçılmıştı. hesapta olmayan bu gecikmenin üzerine bir de başkentin akşam trafiği eklenince ancak sekizi beş geçe kızılay'a varabilmiştim.
zaman zaman saygıyla andığım prusya krallığı'ndan miras alman disiplini yüzünden arabayı mithatpaşa caddesi ile kurtuluş parkı arasındaki birbirini dik kesen sokaklara bırakmak içimden gelmemişti. oysa, yalnızca beş liraya değnekçilerin hükümranlığındaki o sokaklardan park yeri, değnekçilerden de koruma satın almak mümkündü. ama park yeri olarak kullanılan kaldırımlar insanların, koruma da kendi kendilerine karşı olunca, insana, ödediği bedel beş liradan daha fazlasıymış gibi geliyordu.
arabayı kocatepe camii'nin altındaki otoparka bıraktıktan sonra koşmaya başladım. bir yandan da konserin olduğu nefesbar'ın yerini kafamda canlandırmaya çabalıyordum. sakarya'dan gelip mithatpaşa caddesi'nin üzerinden atlayan üstgeçitin ayağında, yolun karşısındaydı. kendi kendime, başlatma şimdi üstgeçidine, deyip yola atladım.
bir yandan yokuş aşağı koşarken diğer yandan sağ elimi kaldırarak dilediğim özür ani bir fren yaptıktan sonra kornaya basan taksi şoförünün küfürlerini engellemekte işe yaradı mı bilmem ama benim susmam için bir kaçı çoktan ölmüş bir çok kişinin sağ elini kaldırması gerekiyordu.
nefesbar'ın önündeki kalabalığa ve sokağa taşan müziğe bakılırsa konser başlamıştı. kimi hülyalı gözlerle havaya savurduğu sigara dumanını izleyen, kimi bırakacak yer olmadığı için elinde tuttuğu içki bardağıyla beraber kendini müziğin kollarına bırakmış, kimi muhatabıyla sarmaş dolaş, kimi gözgöze her yaştan reşit kadın ve erkek barın kapısından dışarı taşıp alan açılsın diye masa ve sandalyeleri kaldırılan bahçeyi doldurmuş, bir o kadar insan da devrilen bir boya kutusundan yüzeye yayılan boya gibi bahçe kapısından sokağa taşmıştı.
dengesini bulmaya çalışırken sırtıma çarpan sırttan ve dikkatsiz bir elin parmakları arasında yüzüme yaklaşan içki bardağından kendimi kurtarıp, bahçe kapısının hemen önünde tek vücut olmuş genç çiften izin istedikten sonra kalabalığın geri kalanını ancak özgeçmişinde korumalık yazan birinin bilebileceği yöntemlerden musa'nın asasıyla kelimenin tam anlamıyla yararak kapıya yürüdüm. alkole bulanmış bir ses, "elvis nereye?" diyecek oldu. zaten geç kalmıştım, bir kaç yıllık küfür rezervini de son beş dakika içinde hem de nefes nefese koşarken tüketmiştim. sadece dönüp bakmakla yetindim. ama öyle bir baktım ki onun adına ben korktum. buharlaşıp yok olmayı başaramayınca çareyi elindeki bardağı kafasına dikmekte buldu. adam aniden bünyesine dahil olan alkol miktarı nedeniyle yüzünü ekşitirken ben de içeri girdim. ve girer girmez onu gördüm.
sahneyi aydınlatan hafif bir ışığın dışında geriye kalan bütün lambalar kapalıydı. sahnenin önünde oturan bir kaç sıra insanı sandalyelerden bir sıra çepeçevre sarıyordu. bu sıranın arkasında, pencere önünde ayakta duran kalabalık bir grup daha vardı. bütün bu insanlar mekanı boşluk bırakmadan doldurmuştu. usul usul şehrin batı kapısına yürüyen bozkır güneşinden arda kalan son ışıkları da pencere önündeki dinleyiciler dışarıda bıraktığı için içerisi oldukça karanlıktı. ama onu gördüm.
sanki sadece onu aydınlatan bir ışık vardı. tiyatro sahnesinin karanlığında sırası gelmiş oyuncuyu aydınlatan lamba gibi diyeceğim ama yeterince şiirsel olmayacak. oysa, tam da hikâyenin şiire en çok ihtiyaç duyduğumuz yerindeyiz. o yüzden gökten yağan bir ışık seli altındaydı diyelim. tıpkı yağmur sonrası bulutları arasında bulduğu her boşluktan yere düşen güneş ışığı gibi.
koyu mavi, uzun dışarı elbisesini giymiş, saçlarını altın sarısı bir eşarpla örtmüştü. daha sonra, biraz da o anı anarak, sarı rengin kendisine çok yakıştığını söylediğimde, sıradan bir sarı değil o mevlana'nın sanduka örtüsünün rengi diyecekti. dirseğini diğerinin üzerine attığı bacağına koymuş ve çenesini avucuna yaslamıştı. diğer eli ise bileğinden itibaren serbest düşüşe geçmiş, gül rengi tırnağı derin kesilmiş zarif parmakları ise sanki kendini suya emanet etmiş bir beden gibi boşluğa asılı kalmıştı. ucuna minik yapraklar asılı altın zincirden bilekliği de parıltısını içinde saklayarak eline eşlik ediyordu. sarı çantasını hemen yanındaki sandalyenin üzerine koymuştu. bir yandan sahnedeki uzun saçlı sarışın kadının söylediği şarkıyı dinliyor bir yandan da işaret parmağını burnunun ucuna vuruyordu. sanki bir yerlere mesaj yolluyordu ya da o anı sonsuza saklamak için görünmez bir günlüğe mors alfabesi ile not alıyordu. o an orada gerçekliğin ayrıntıları önemini kaybetmiş ve sanki etrafındaki her şey silinip gitmişti.
tam o güzel şarkıcı kadın, "ve sen ben/ değirmenlere karşı bile bile/ birer yitik savaşçı" derken bakışlarını bana çevirdi. ilk önce beni göremediğini sandım. ya da başka bir zaman olsa göremeyeceği bir şey görmüştü ve yüzündeki herhangi bir anlamdan yoksun ifade bunun sonucuydu. o an aynı şeyleri düşündüğümüze eminim: hangi yıldızdan düşüp birbirimizi bulduk biz? işte o kısacık anda ikimiz de aynı şeyi hissetmiş, yıldızlardan dünyaya düşen ve bu düşüşün izlerini dizlerinde hâlâ taşıyan birinin gözlerine baktığımızı hiçbir söze ve kanıta ihtiyaç duymadan anlamıştık.
o kısacık an geldiği gibi gittiğinde her defasında kendiliğinden nar rengi giyinmiş olarak karşıma çıkan dudakları, "merhaba," dedi. sonra aynı dudaklar kocaman bir gülümsemeyi çevrelediler. bir defa daha gamzelerini gördüm. bir defa daha aynı şeyi hissettim. keşke ölsem. ölsem ve beni o dudakların bitimindeki halk arasında gamze olarak bilinen o çukurlardan birine gömseler.
yeniden mekanın gerçekliğine döndüğümde yanındaydım. şarkının bitmesini bekleyememiş, alacağım herhangi bir tepkiyi umursamadan özürler eşliğinde yanına yürümüştüm. en azından öyle yaptığımı umuyorum. bilmiyorum. çantasını kucağına aldı. boşalan sandalyeye oturdum. yerleşmeye çalışırken omuzlarımız bir anlığına birbirine dokundu. aynı koku.
şarkıyı dinledik. sonra şarkıcı kadın sahneye sakallı bir adamı davet etti. adam, oturanların arasından alkışlar eşliğinde sahneye doğru yürürken, hilal kulağıma eğildi ve "hadi, gidelim buradan," dedi. ayağa kalktık ve kapıya doğru yürüdük. en son, güzel şarkıcı kadın ve o sakallı adamın beraberce, "sen bana yangın ol efendim/ ben sana rüzgâr" dediğini duydum.
*
ben tam burada hayal etmeyi terk kettim. ama içimden bir ses, artık bugün olmayan akman bozacısı'na gideceklerini söylüyor. orada çay ve sütlaç eşliğinde vaktin nasıl geçtiğini anlamadan pastane kapanana kadar sohbet edecekler. zamanın farkına vardıklarında vakit geç olduğu için kocatepe camii'nin altındaki otoparka gidip arabayı almak yerine atatürk bulvarına inip bir taksiye binecekler.
ve gecenin sonunda, ayhan hilal'i,"iyi akşamlar," dedikten sonra, sağında ve solunda birer parça çimenlikle apartman kapısına yürüyen beton yolu sokaktan ayıran demir kapının önünde bırakacak.
sanırım...