26 Temmuz 2022 Salı

dakika ve skor

"Bir sürü şey yaptım.
   Çok başarılı oldum.
   Bok gibi başarılıydım.
   Yuvada başarılıydım. İlkokulda başarılıydım. Ortaokulda başarılıydım. Lisede iğrenç bir şekilde başarılıydım; yalnızca derslerde değil, sosyal olarak da. İneklemeden, bütün ders kitaplarını hatmetmeden başarılıydım; biraz isyankâr ve küstahtım, hocalara tavrım, izin verilenin sınırındaydı ama yine beni diğerlerinden daha çok severlerdi; bunu becerebilmenin şartı, insanın sevimsiz bir şekilde çok başarılı olmasıdır, diye düşünüyorum bugün. Başarılı bir öğrenciydim, süper başarılı bir sevgilim oldu, diğer bütün işlere on basan bir iş teklifi aldıktan sonra başarılı dostlarımın arasında, başarılı bir şekilde evlendim. Sonra başarıyla büyüttüğümüz çocuklarımız oldu, başarılı bir şekilde elden geçirdiğimiz bir ev aldık. Bütün bu başarıların ortasında yıllarca dolanıp durdum. Başarılarla yattım, başarılarla kalktım. Başarılarla uyudum. Başarı soludum ve yavaş yavaş yaşamımı yitirdim. Şimdilerde olan bitene böyle bakıyorum. Allah çocuklarımı benim kadar başarılı olmaktan korusun."*


*: erlend loe, doppler

24 Temmuz 2022 Pazar

fark

"ama" üzerine daha önce de konuştuğumuzu hatırlıyorum. silgi olarak kullanabileceğimizi, dikkatli bakarsak kendisinden önce söylenenleri nasıl da silip attığını falan.

mesela, "tutkulu biri ama nerede duracağını bilmiyor," dediğimizde, duyguların en cazibelisi "tutku" buhar olup uçar ve geriye "nerede duracağını bilmeyen" biri kalır.

şimdi cümleciklerin yerini değiştirelim. hayata, olaylara, insanlara bakışımız da değişiyor değil mi? hem cümleyi hem bizi nasıl da kötümserlikten iyimserliğe taşıyor.

"bardak dolu" diyerek kendimizi kandırmadıktan sonra, bardağın yarısı boş değil dolu olsun artık. kaldı ki yanlış değil bu. boş bir iyimserlik de...

açıkçası, bu iyimserliğe ihtiyacımız olduğunu da düşünüyorum. "ama"ları doğru yere koymak da olayları, insanları, hayatı daha güzel görmeyi sağlayacak bence.

"nerede duracağını bilmiyor ama tutkulu biri," mesela.

biliyorum, "al başına belayı" vak'ası aynı zamanda. ama "hayat ne getirirse getirsin üstesinden gelecek kadar güçlüyüm" diyorsanız o kadarcık da olsun.

22 Temmuz 2022 Cuma

romantik komedileri neden izlemeliyiz?

size de olur mu? bana zaman zaman dünyanın bütün romantik komedilerini izleme isteği gelir.

biliyorum, hepsini izlemeye gerek yok. bu filmler hep birbirine benzer, belli bir aritmetiği var. hikâyeler farklı başlasa da çok geçmeden karakterlerin birbirini görür, bir kaç güzel andan sonra iyi giden her şey bir yanlış anlama ile bozulur, mutlu son için seyircinin bir süre daha beklemesi gerekir falan.

izlediğim son iki filmde 'yanlış anlama' erkeğin tesadüfen duyduğu ve kadının erkeği "o kadar önemli biri değil" diye anlatmak zorunda kaldığı durumdu.

ikisinde de erkekler "anlamadan, dinlemeden" ama soylu bir davranışla hikâyeden çekildiler.

hani hep anlatılır ya, filmlerin üzerimizdeki büyük etkisi, bizleri yoldan çıkarttığı, batı hayranı ve modernite düşkünü yaptığı, daha büyük laflar edecek olursak kültür emperyalizmi diye.

peki insanlar bunları niye öğrenmez filmlerden? gitmeyi, ikna etme çabalarının boşunalığını, muhatabına saygı duymayı, istenmediğini kabullenmeyi, yeni bir başlangıç için cesur olmayı...

o seviyordur ama henüz bilmiyordur. o da istiyordur ama kafası karışıktır. istemem ama yan cebime koy diyordur. rehberinden silmiş, numaramızı engellemiştir ama instagram hesabı hâlâ herkese açıktır. bir gün o da bizi anlayacaktır.

hayır. hayır... insanlar, "hayır" demeyi biliyor. sorun bizde. biz duymayı bilmiyoruz. ya da duyduğumuzu anlamayı.

20 Temmuz 2022 Çarşamba

tehlikeli şiirler - elli dokuz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
süleyman çobanoğlu'ndan vatan* mesela

Fatmaca'yı tanırsın, kırkaltı kıtlığında
Hayvan tersi içinden arpaları toplamış
Oğlunu paraşütle Kıbrıs'a bırakmışlar
Alıcı bir kuş gibi bütün göğü kaplamış

Özlem, o kasatura boğazına batınca
Bilmezdik katarakt mı gözleri çürümüş mü
"Girne ne yanda" diye fısıldardı muhtara
"Kıran giresi gavur Beşparmak'tan düşmüş mü?"

Sonra döndü de geldi oğulcuğu bir akşam
Berber kalfası oldu uzun uzun susardı
Fatmaca hiç yakmazdı bayraklı gazeteyi
Mushaf'ın alt yanına Rauf Denktaş asardı

Ne yaşadı ne öldü: var mıydı kimse bilmez
Ablasından kalmışmış kafa kâğıdı bile
Şimdi temmuz sonu akşam alacasında
Fatmaca'yı andırır harmanlıkta bir gölge

Yalnız o kadınlardı köyünden hiç çıkmadan
Koca denizi aşıp adayı vatan yapan

*: tamgalar, ötüken yayınları (sayfa:82)

15 Temmuz 2022 Cuma

muhafazakârlar, muhafazakârlarımız

jürgen habermas beyefendiye, "muhafazakârlar, ekonomik modernleşmeyi kabullenirken kültürel-toplumsal modernleşmeyi reddetmekte, kapitalizmin suçlarını kültürel-toplumsal modernleşmenin üzerine atmaktadır," derken rastladım ve itiraz etmek istedim.

itirazdan daha çok konuyu köpürtmek arzusuyla çıktığım bu yolda ilk olarak ismet özel'i andım: "teknoloji benden aldıklarını bana geri versin, ben teknolojinin bana verdiklerini geri vermeye hazırım," dediği yeri.

sonra da klişeye uğradım, doğru da olsa klişelerin sıkıcı olduğunu bilerek: batılılılar, "batı ve çevresi" merkezli saptamaların, sonuçların ve çözümlerin geriye kalan coğrafyalarda da geçerli olduğunu varsaymaktan ne zaman vazgeçecek, dedim.

ve "keşke bu soru olumlu mana içerseydi" diyerek devam ettim.

şüphesiz, batılı muhafazakâr ile bizim muhafazakârımız bir değil. batıda muhafazakârlık liberal olmayan her şeyi işaret ederken bizim coğrafyada muhafazakârlık son peygamberin (bütün müslümanların dediği gibi "allah'ın selamı üzerine olsun") yolundan gittiğini iddia etmek demek.

az önce sorduğum sorunun olumlu mana içermeyişi de tam bu olarak bundan: ben, muhafazakârların para ve iktidarla imtihanlarından sınıfta kaldığını düşünüyorum çünkü. üstelik bu düşünce son yılların değil iki binlerin başında, ankara'da geçirdiğim yıllarda gördüklerimin, duyduklarımın bir sonucu.

olayın "iktidar" yanını bir kenara bırakırsak, o günlerden bugüne muhafazakârlar sadece paraya değil paranın getirdiği her şeye talip oldular. lüks tüketim ürünlerine, pahallı evlere, gösterişli arabalara, imtiyazlara vs.

bunu yaparken de "defans"lar geliştirmeyi ihmal etmediler. normalde "israf" olarak tanımlanması gereken her şeyi "müslüman her şeyin en iyisine layıktır" diye savunur oldular mesela. "çok paran olacak abi. çünkü, allahın bize emaneti olan bedenimizi korumak için sağlıklı beslenmek farz. sağlıklı ve doğal olan her şey ise çok pahallı," diyerek, şükretmesi gereken hâlini beğenmeyip sahip olduğundan fazlasını isteyenleri gördü bu gözler.

"komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallesine taşınan"lar edebi bir cümle olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştü. reklamlara, sosyal medyalara bakın. diyetisyenler, psikologlar, astrologlar, modalar, turlar hep onlar için. arz var, çünkü talep var.

müslümanca bir yaşama talip olduğu hâlde çocuğunu tenis, gitar, bale gibi modern(!) dünyanın işaret ettiği ne varsa onların kursuna gönderenler, amerikan karşıtı bir yaşam sürdükten sonra çocuğu amerikan pasaportu sahibi olsun diye oralarda doğum yapanlar, evliliğin ilk şartını dubai'de balayı koyanlar, partilemek ve kutlamak için her fırsatı kullananlar mı sosyal, kültürel modernleşmeyi inkar etmekteler?

elbette, tenis ya da gitar ya da bale kursları karşı olduğum bir şey değil. (hatta oğlumun veya kızımın tenisçi, olmadı tenissever olmasını isterim.) ama müslümanca bir yaşama talip olan birinin önceliğinin kur'an kursu olması gerekmez mi? boğaziçi veya odtü zihniyetinden(!) nefret et ama çocuğun oralarda eğitim alsın diye özel dersler, kolejler falan. evet, yüzmek muhteşem bir şey. yine de yüzebilmek için taklalar atma. her tercihin bir ölçek kaybediş ihtiva ettiğini kabul et.

ama hepimiz insanız değil mi? muhafazakârlar da....

11 Temmuz 2022 Pazartesi

siyah tişörtlü erkekler

bu defa sözüm erkek tayfaya.

/evet, erkek. çünkü ben hâlâ cinsiyet farkına inanıyorum. kadın ve erkek kanunlar, hukuksal alan ve sosyal hayatta tartışılmaz bir şekilde eşit olsa da ruhsal, fiziksel, kısaca yaradılış farkı hep var olacak.

açıkçası bu farklılıklardan keyif alıyor, biz erkekler gibi olmadıkları için nisa tayfasına teşekkür ediyorum. kadınların da erkekler gibi odun olduğu bir dünya aklıma geliyor da: kabus...

yeni modayı da sevmiyorum ayrıca. 'bolu beyi'nin 'bolu insanı'na evriliyor olması, levent yüksel harikası 'kadınım'ın olası bir yeniden yorumda 'insanım söyle beni unuttun mu?' diyerek söylenme ihtimali beni ürpertiyor./

ne diyordum? erkekler... gerçi, "kızım sana söylüyorum gelinim sen anla" atalar sözü mucibince kadınlar da üzerine alınabilir ama sözüm erkeklere.

siyah giymek bir çeşit illüzyona sebep olduğu için ince insanı olduğundan zayıf ya da olduğundan daha ince gösterebilir ama zayıf ya da daha ince yapmıyor. 

o yüzden polo, bisiklet, v yaka tişörtlerinizi, kısa ya da uzun kol bilumum gömleklerinizi bir küçük beden almayın. aksi takdirde can simidini denizden çıkarken unutmuş da gömleği, tişörtü onun üzerine giymiş gibi duruyorsunuz.

5 Temmuz 2022 Salı

altı çizili satırlar: leziz kadavralar

okuduğum en rahatsız edici roman belki de. özellikle sonu. şok oldum. kitabı elimden bıraktım. bir süre sonra yeniden okudum. yanılmamışım, roman boyunca anladığımı sandığım, yanında durduğum, zaman zaman kendimden bir şeyler gördüğüm "o" gerçekten yapmıştı az önce okuduklarımı.

*

bu kitabı seda ersavcı çevirdiği için okudum. tıpkı raydan çıkan trenler (hernán ronsino) ve geber aşkım (ariana harwicz) okurken olduğu gibi.

kitap ya da yazarı hakkında en küçük bir bilgim yoktu okumadan önce. kapağı veya ismi de dikkatimi çekmezdi. çınar yayınları derseniz, bedia ceylan 'daha' güzelce atağına ve rıfat ılgaz faktörüne rağmen kendimi yakın hissettiğim bir yayınevi olmadı hiçbir zaman. anlayacağınız, kitapçıda rastlasam merak etmez, elimi uzatmazdım.

oysa jose saramago romanlarına kardeş bir anlatı bu. çünkü saramago romanlarında olduğu gibi bir soru/fikir ile başlıyor. "ölüm görevini yapmayı bıraksa ne olur?", "iber yarımadası yaşlı kıtadan kopup amerika kıtasına yol almaya başlasa ne olur?", "tesadüfen bir benzeriniz olduğunu öğrenseniz ne yaparsınız?", "birden herkes kör olmaya başlasa ne olur?" tarzı bir soru/fikir.

arada bir kaç fark elbette var. tıpkı kardeşler arasındaki fark gibi. ilki kalem farkı. her yiğidin bir yoğurt yiyişi var ne de olsa. sonra, saramago ne kadar naif ise agustina bazterrica o kadar sert. saramago kitapları kurtuluşa yürüdüğümüzü telkin edercesine umut dolu, tünelin sonundaki ışık imgesi ile yüklüyken, lezzetli kadavralar tünelde değil mağarada olduğumuz, üstelik girişten giderek uzaklaştığımız hissi veriyor. öyle ki, gölgemiz yolu daha da karartıyor. ve bunu, bizi tertemiz mekanlarda, bembeyaz giysilerle dolaştırırken yapıyor.

en büyük fark ise, saramago kitapları yeni durumun gelişimi adım adım anlatırken bazterrica sonucu, başka bir deyişle, kurulan yeni düzende olup biteni anlatmayı seçmiş.

yeni gerçeklikte yaşanan distopik bir öykü anlatmış.

*

kitabın korona salgınından üç yıl önce yayınlandığını belirterek sorduğu soru ya da ortaya attığı fikir nedir söyleyelim: hayvanlarda bir virüs ortaya çıkar ve bu virüs insanlar için ölümcüldür.

hemen evcil hayvanlardan başlayarak bütün hayvanlar yok ediliyor. doğal olarak menüden et çıkıyor. ama insanların canı bir süre sonra et çekmeye başlıyor. ve insanların ortadan kaybolduğu fark ediliyor: marijinaller, göçmenler, fakirler... afrika'dan insanlar avlanıp getiriliyor yamyamlar için.

kuşkucular, "yalan!" diyorlar hemen ve hep olduğu gibi. virüs diye bir şey yoktur onlara göre. artan nüfusu azaltmak ve nüfus artış hızını durdurmak için devletlerin ortak olduğu bir yalan vardır sadece.

din adamları ve siyasetçiler bir araya gelip bu iş için insanların kullanılabileceğine karar veriyorlar. hastalar, yaşlılar, fakirler derken sıra et için beslenip büyütülen insanlara kadar geliyor. insanlar kendisini kötü hissetmesin diye yeni kavramlar üretiliyor. ete et denilmiyor mesela. mezbahalar buna göre yeniden düzenleniyor. bilim insanları en iyi, en besleyici, en leziz ete varmak için araştırmalar, deneyler yapıyor. yemek için insan beslemek imtiyaz hâline dönüşüyor. "bin kesikle ölüm" yöntemini anlatan, onları öldürmeden parça parça yemenin mümkünlüğü üzerine kitaplar best-seller oluyor. insanlar borçlarından kurtulmak için av partilerinde av oluyor. altına imza attıkları şartlar bir bölgede vahşi hayvanlar gibi saklanmak ve belli bir süre dolana kadar hayatta kalmaktır. mesela, eski bir rock yıldızı özgürlüğe ve zenginliğe bir gün kala vuruluyor. yeterince paranız varsa cinselliğini para karşılığı satın aldığınız birini yiyebilirsiniz de.

galiba beni hem rahatsız eden hem de korkutan aynı şeylerdi: kurgu olsa da gerçekleşmesi ihtimal dahilinde olan dönüşümlerdi okuduklarım. en kötüsü de buna engel olacak güçten yoksun olduğumu bilmekti. ne de olsa, petrole bulanmış deniz kuşlarından savaşa bahane çıkarıldığını gördü bu gözler.

*

okudukça, iktidarların bize başka neleri benimsetmiş olabileceği geliyor insanın aklına. düşünün, doğar doğmaz ses telleri kesiliyor ve kendini ifade etme olanağından yoksun bırakılıyor bu yenilmek için labaratuvarlarda üretilen bu yeni tür. böylece insanlıktan çıkıp hayvana indirgendiği için diğer insanların onlar üzerinde tasarrufta bulunma hakkı doğuyor.

"ya," dedim tam burada. "ya insan eşref-i mahlûkat değil de hayvanlar ses tellerinden mahrum insanlarsa?"

*

bütün bunları "o"nun peşinde dolaşırken öğreniyoruz. "o", anlatının merkezinde bulunan, ruhuyla, düşünceleriyle ve vücudunun her zerresiyle nefret ettiği çağdan babasıyla geçirdiği günleri düşünerek kaçan bir adam. virüsten önce mezbahaları olduğu için yeni düzenden kaçması mümkün olmamış, hatta kendini olan bitenin tam orta yerinde bulmuştur "o". işinde iyi olduğu için değerli bir elemandır. değerli olduğu de her yere girip çıkar ve bir manada bize her şeyi gösterir.

babası bir bakım evinde ölümü beklemektedir. annesi kaybetmiştir ama bir kız kardeşi vardır. kardeştirler ama ayrı dünyaların insanı oldukları kesindir. bir süredir annesinde yaşayan, bebeklerini kaybettikleri için dünyadan elini ayağını çeken, dolayısıyla iletişim kurmakta zorlandığı bir karısı vardır.

vaktidir tam o soruyu sormanın. tamam, seda ersavcı yüzünden bulaştım bu kitaba. neden devam ettim peki?

saramago romanlarıyla kardeşliği, prens mişkinvari kahramanı "o" (marcos tejo.),"o"nun duyduğu her sesi bir şeye benzetmesi (mesela, bir adam var: urlet, "hani ezelden beri var olan, ama aynı zamanda onu genç gösteren bir zindeliğe sahip insanlardan biri". her karşılaştığı insan gibi onun sesini de bir şeylere benzetiyor: "her bir sözcüğü, sanki rüzgâr onları alıp götürmüyormuş, sanki cümleler havada cama dönüşüyormuş ve onları tek tek toplayıp bir mobilyanın, ama öyle sıradan bir mobilyanın da değil, cam kapaklı, antika bir art nouveau mobilyanın içine yerleştirip kilit altında tutabilirmiş gibi seçiyor"), bir bakım evinde kalan babasına sadakati, ne zaman sıkışsa(!) babasıyla geçirdiği güzel anları düşünüp kendini yenilemesi beni son-uç'a götürdü.

*

bu yüzden altı çizili satırları o anlardan birinden seçmekte sakınca görmedim.

"Bir gün annesiyle babasını Armstrong'un trompeti eşliğinde dans ederken görmüştü. İçerisi loştu, bir süre durup sessizce onları izlemişti. Babası annesinin yanağını okşamıştı ve henüz küçücük bir çocuk olan o bunun aşk olduğunu hissetmişti. Kelimelere dökemiyordu, o an yapamıyordu bunu ama gerçekliğini hissettiği her şeyde olduğu gibi tıpkı, tüm benliğinde duyumsamıştı.

Ona ıslık çalmayı öğretmeye niyetlenen kişi annesiydi ama o bir türlü beceremiyordu işte. Bir gün babasıyla yürüyüşe çıkmışlardı ve o zaman babasından öğrenivermişti ıslık çalmayı. Annesinin tekrar öğretmeye çalışacağı zaman bildiğini belli etmemesini, sanki zorlanıyormuş gibi numara yapmasını ve ancak sonrasında düzgünce çalmasını salık vermişti babası. Annesinin yanında ıslık çalabildiğinde annesi neşe içinde zıplamış, onu alkışlamıştı. O günden sonra sefil ama mutlu bir trio misali hep beraber ıslık çaldıklarını hatırlıyor. Henüz bir bebek olan kız kardeşi onlara ışıl ışıl gözlerle bakar ve gülümserdi."*


*: çınar yayınları, mart 2020 (2.baskı)

1 Temmuz 2022 Cuma

tehlikeli şiirler - elli sekiz

tehlikeli şiirler okuyalım leyla
yannis ritsos'tan yalınlığın anlamı* mesela

Yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın diye;
beni bulamazsan, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.

Ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim
                                   yüzünden öyle görünüyor),
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor –
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor.

Her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük: buluşmakta direttiği zaman.

çeviri: cevat çapan