28 Kasım 2018 Çarşamba

dua

"Tanrım affet ben sözcüklere ve şeylere inanıyorum."*

*: aslı serin, dünyada ne çok hallaç memuru var

25 Kasım 2018 Pazar

bir yazarın portresi*

hayatımın neredeyse yarısı kasım ayında dostoyevski okuyarak geçti. kasım ki, "dostoyevski okumadan geçmeyen günler"dir benim için. sanki aralık ayına, başka bir deyişle nergislere ulaşmak ancak bu şekilde mümkündür.

bir çok kitabını birden fazla okudum. hatta karamazov kardeşler, küçük prens ve gulliver'in seyahatleri'nden sonra en çok "bir defa daha" okuduğum kitap olabilir. olabilir diyorum, çünkü bu rekabette fransız teğmenin kadını ve tatar çölü gibi çok güçlü iki rakibi var.

konusu değil ama üç aylık ömrüm kaldığını öğrensem, yeni, okumadığım, merak ettiğim kitaplar yerine geçmişte bana haz bahşetmiş bazı kitapları yeniden okumayı tercih ederim. mesela, kara kitap. ya da kar...

gerçi son iki yıldır kasım ayında dostoyevski okumuyorum. hatta bu kasım hiç kitap okumadım. tutkularımı değilse de ritüellerimi terk ettiğimi hissediyorum. belki büyümek, belki yaşlanmak. bilmiyorum.

okumuyorum ama dostoyevski üzerine düşünmekten, o var diye herhangi bir partiden kaçmıyorum. bu günlerde onun çok bildik bir portresini seyrediyorum meselâ. evet, dostoyevski denilince akla gelen ilk tablo.

yarı karanlık bir odada oturan, bekleyişine sakince eşlik eden adam. ellerini dizlerinde bağlamış ve kendi içine yolculuğa çıkmış. kim olduğunu bilmesem dostoyevski kahramanlarından biri olmalı derdim hiç düşünmeden. neyi, niçin bekliyor bilmiyorum. ama aniden kalkıp gidecekmişçesine bir tedirginlik içinde olduğu hissediliyor. zamanın donmuş bir anını bize gösteren bir tablo değil de bir kaç saniyelik video olsaydı dudaklarının birileriyle konuşuyormuş gibi kıpırdayacağına eminim. baktığı yerde ne görüyor bilmiyorum ama bir kelime, cümle ya da cevap arıyor gibi. sanki onu bulunca kendini dışarıya atacak, st. petersburg sokaklarında hızlı adımlarla bir yerlere gidecek.

bu portreyi, turgenyev'in de bir portresini yapan ünlü ressam vasily perov yapmış. bin sekiz yüz yetmiş iki kışında moskova'dan özellikle bu iş için gelen perov'a dostoyevski'nin poz vermesinde moskova resim galerisinin sahibi tretyakov etkili olmuş. anna dostoyevski anılarında, "perov çalışmaya başlamadan önce bir hafta boyunca her gün ziyaretimize geldi," diye anlatır o günleri.

"her gelişinde kocamı farklı düşünsel ve ruhsal durumlarda buluyor, onunla konuşuyor, tartışmalar açıyor, bu sırada yazarın yüzündeki en belirleyici ifadeleri, özellikle kocamın sanat[ı] üzerine düşünürken yüzünün aldığı ifadeyi yakalamasını biliyordu. denebilir ki perov, dostoyevski'nin yaratıcı anını yakalamayı ve portresinden yansıtmayı başarmıştır. çalışma odasına girdiğimde, fiyodor mihayloviç'in yüzünde hep perov'un portresindeki ifadeyi görmüşümdür: sanki kendi içine bakar gibidir; o zaman hiçbir şey söylemeden çıkmışımdır. düşüncelerinin içine öylesine gömülmüştür ki hiçbir şey görmez, işitmez, sanki odasına girildiğine inanmak istemez."

okuyunca, "evet, bir kelime, cümle ya da cevap arıyormuş gerçekten de," dedim. "bulunca dışarı çıkmayacakmış ama. masasına oturup zamanın ötesine mektuplar yazacakmış."

* yine dostoyevski'den, bir yazarın günlüğü'nden mülhem

19 Kasım 2018 Pazartesi

psikanaliz, yazmak, okumak, kelimeler ve diğerleri

belki hatırlayanlar vardır, bu oyunu daha önce de oynadık.

*

geçenlerde bu coğrafyanın vicdanı olarak gördüğüm ercan kesal'la yapılmış tadından yenmez bir röportaj okudum.

içinde psikoterapi geçen bir soruya, "psikanaliz eğri büğrü bir duvarı yıkıp, aynı taşlarla yeniden ve daha düzgün bir duvar örmektir. yazmak da okumak da benzer sonuçlara yol açar. çünkü, "kelimeler sizi bu dünyadan geçici olarak çeker alır, sonra daha iyileşmiş olarak geri verir!" öncelikle duvarınızı yıkıp yeniden yola çıkma cesaretiniz olmalı ama. ortaya çıkacak sonuç beklentinizi karşılamasa da yolculuğun bizatihi kendisi yetmez mi zaten!"

şimdi, italik metinde yer alan, başlıkta da işaret ettiğim kelimelerin yerine 'aşk' yazıp yeniden okuyalım. değişen bir şey yok değil mi? güçlü, kimseciklerin itiraz edemeyeceği bir kaç cümle. ben de aynı fikirdeyim.

ama "iyileşmiş olarak geri vermek" noktasında şüphelerim var.

18 Kasım 2018 Pazar

günün sorusu: sorular

bütün bu kırık dökük kelimeler cevabını hiçbir zaman duyamayacağımız sorular sormak değil mi?

14 Kasım 2018 Çarşamba

aşk aptallığı*

size verdiğim süre doldu.

'siz' derken 'saygı değer sen'i kastetmiyorum. bu bloga gözleri değen bir kaç okuru da...

siz, aşk aptallığı'nı okuyanlar. size, aşk aptallığı üzerine yazmasını beklediklerim.

ki aşk aptallığı üzerine bir çoğu reklam ya da tanıtım olsun diye yazılmış profesyonel, yarı profesyonel, amatör onlarca yazı okudum. youtube videosu bile izledim. ya adına aldanıp pencere önünde akıp giden sokak misali, akıp giden hikâyeye takılıp kalmışlar ya da yazarın felsefik birikimi ve gözlem yeteneğini bahane ederek genazino övgüsüne kapılmışlardı.

kıyamet uzmanı, ellisini aşmış bir adam. biri kendi yaşında diğeri kendinden genç iki sevgilisi vardır ve bunlardan birini seçmek zorunda olduğu düşüncesine sahiptir. artık zamanı gelmiştir.

ne büyük "aptallık"! ben ikisini de seçerdim. evet, burada bir gülümseme ikonu var. burada da... ama "akıllı okur" bilecektir; ikisini birden seçmekten daha büyük bir "aptallık" zor bulunur. çünkü, her tercih bir kaybediştir ama birini seçmezseniz ikisini de kaybedersiniz. bir de, "iki tane kadın mı? allah korusun!" bahsi var ki, o bambaşka bir yazının konusu.

aşk aptallığı, tembellik hakkı ya da odamda seyahat gibi isminin okuru ters köşe yaptığı kitaplardan değilse de tıpkı bizim büyük çaresizliğimiz gibi okurken/seyrederken, hatta okuduktan/seyrettikten sonra yanılsamaya sebep olan kitaplardan. aşk aptallığı'nı okurken barış bıçakcı'nın en sevdiğim ikinci kitabını hatırlamam tam da bu yüzden.

çünkü her iki kitap da adından dolayı yanlış anlamaya sebebiyet veriyor. nasıl kitabı okuyan/filmi seyreden insanların çoğu çok ama çok yakın iki arkadaş olan 'ender ve çetin'in büyük çaresizliğinin aynı kadına, nihal'e aşık olmak olduğu hatasına düşüyorsa aşk aptallığı'nı okuyanlar da iki kadından birine karar veremeyen bir erkeğin kararsızlığını "aşk aptallığı" olarak okumuş.

bıçakçı'nın kitabında, ender'in, "bizim büyük çaresizliğimiz, nihal'e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk sesleri arasında olmayışıydı," diye itiraf ettiği, artık büyümek zorunda olduklarını fark etmekti "büyük çaresizlik".

genazino'nun iki kadın arasında kalmış gibi yapan kıyamet profesörünün aptallığı da iki aşk arasında kalmakla düştüğü aptallık falan değil. kaldı ki, iki aşk arasında kalmış da değil. o sadece bedeninin verdiği yaşlılık işaretlerini görmemek ve bu konuda düşünmemek için öyleymiş gibi yapıyor. kaldı ki iki kadın da onun için vaz geçilmez değil. hatta romanın sonunda jenerik akarken üçüncü bir kadınla mutlu fotoğraflar beklemedim değil. yani ortada "aptallık" falan yok.

gençken yaşlı gibi davranmak, söz gelimi "saçlarım biraz beyazlasa," demek kolaydır. "bakmayın genç göründüğüme aslında ruhum yaşlı," demek de. ama yaşlılık gerçekten geldiğinde bıyıklarınızı keser, spor salonuna koşar, gömlek yerine tişört giymeye başlarsınız. ya da ayakkabılığı bez ayakkabılarla doldurursunuz.

"aslında çocukluğumdan itibaren yaşlanmayı bekledim, bana benzediği için," diyen bir adamın yaşlılığın ayak seslerini duyduğunda hissettiği korku, iki aşk arasında kalmış, birini seçmek zorundaymış, aksi takdirde ayıp olacakmış ya da ikisini birden kaybedecekmiş gibi yapması da bu yüzden. çünkü o, hiçbir zaman seçim yapmamıştır. hayatının merkezinde duran kıyamet uzmanlığı bile onun seçimi değil, ayaklarının "kayması" sonucu içine düştüğü bir durumdur. üstelik, bu tesadüf oldukça işine yaramış, "çocukluğumdan itibaren yaşlanmayı bekledim," dese de, baktığı her yerde kıyamet belirtisi görmek o günleri görmeyeceğine dair iç rahatlığı da vermiş olmalıdır.

yani mesele, aşk değil yaşlanmak. belki korku ama aptallık değil.

hem de hiç değil.


*: wilhelm genazino, jaguar kitap

8 Kasım 2018 Perşembe

ikemeso

bundan bir kaç yıl önce "el yazısı"ndan bahsetmiş, "el yazısı çirkin bir kızla asla olmaz" demeden önce pastane camekanlarında "pasta üzerine kremayla yazı yazabilecek eleman aranıyor" tarzı ilanların olduğu bir gelecek öngörüsünde bulunmuştum.

bu 'öngörü'ye daha geniş bir açıdan yaklaşalım. eleştiri hakkımızı saklı tutmak koşuluyla, ama anlamaya da çalışan bir yaklaşımla.

her şey gibi meslekler de evriliyor, kayboluyor, yenileri ortaya çıkıyor. artık televizyon tamircileri yok mesela. onların yerini bilgisayarcı çocuklar almış durumda. saat tamircileri sadece saat pili satıyor artık. tamiriyle uğraşmak yerine yenisini almak daha kolay. yanındaki adama, "sen tanksın," dediği için para alan, kendine yaşam koçu diyenler var.

tıpkı bilimler gibi meslekler de alt kollara ayrılıyor. geçmişte hekimler bütün bir bedenle ilgilenirken bugün her organa bir doktor düşüyor. yoğurt, süt satan, kış akşamlarını "booza" nidalarıyla renklendiren insanlar yok oldu ama her köşede telefonlarımızı hızlıca şarj eden aletler var.

evet, yeni meslekler ortaya çıkıyor. bunlardan biri de ikemeso.

modern zamanların dayattığı bir meslek. japoncada "çekici erkek" anlamına gelen "ikeme" ile "ağlamak" demek olan "mesomeso" sözcüklerinin birleşmesinden meydana geliyor. karşılığı da, "gözyaşını silen yakışıklı erkek". yaptıkları iş de, ağlayan kadınların gözyaşlarını silmek. hepsi bu.

müşteri şirketi arıyor ve belli bir ücret karşılığında bu hizmeti talep ediyor. ikemeso geldiğinde ağlıyorsa, "yakışıklı erkek" yumuşak bir mendille gözyaşlarını siliyor ve nazik kelimelerle onu rahatlatıyor. müşterinin içinde bulunduğu hâl henüz ağlamaya neden olmamışsa "gözyaşı silici" ona duygusal bir film izlettiriyor ve film bittikten sonra da gözyaşlarını siliyor.

"çünkü," diyor bu mesleğin fikir babası terai: "günümüzde, profesyonel işlerde çalışan kadınların sayısı her geçen gün artıyor. ancak erkeklerin dominant ve işkolik olmaları bu kadınların işlerini zorlaştırıyor. biz de ezilen kadınların rahatlamasını ve kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak için onlara güzel şeyler söylüyor ve gözyaşlarını siliyoruz."

bunları okuyunca, cameron crowe'un yönettiği elizabethtown(2005)u hatırladım. daha doğrusu claire'in, "ikimiz de yedek insanlarız... insanların ihtiyaç duydukları zaman aradıkları... onları mutlu eder, onlara iyi geliriz. isteklerini yerine getirir, sorunlarını çözeriz. sonra da yeniden çağrılmayı beklemek için kenara çekiliriz," dediği yeri.

sonra "ufak tefek montréalli yahudi delikanlısı"nı. yani "ladies man" leonard cohen'i. "kadın olsam onu arardım," dedim. "parasıyla değil mi?"

5 Kasım 2018 Pazartesi

tehlikeli şiirler - otuz yedi

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
aslı serin'den hayat işte* mesela
"mevsim gereği yağan yağmurdan etkilenme.
aya uzun bakınca gördüğün renkler, aslında yok.
Azmak'taki balıklar vücuduna ilk temas ettiğinde
ölmemişiz ya dediğin o ânı, çocukluk işte diye anlatma.
bütün kışlar ellerini ısıtabileceğini söyleyenler; gitti; kızma.
bunu elllerine bakıp söyle... Ellerine bunu söyle.

her şeyi değiştirebileceğine karar verdiğim bir ân
evet demek için bindiğin arabadan- çalan müzik yüzünden
hayır diyerek çıkma, kaldığında sokak ortasında
kahkahalar patlatma. Kararlar verme, bunu:
bir daha dinlemem dediğin o müziğe
yazdığın son şiirden sonra yazmam daha demene ve
bir türlü uzatamadığın saçlarına bakarak söyle
sen, söyleyebilen bir şey olarak çok güzelsin.

en büyük tesellin ve tesellicin sensin artık
diyelim herkes beceriyor kendi sonsuz düzenini, becersinler
kimileri de becermekle görevlidir bu hayatta
yeni odalarda ve arttıkça kalabalık ve arttıkça sesler
insan da neticede insandır aslında, abartma
olduğun ve olmadığın yerler biraz da bu yüzden yalnız.

bu yüzden varsa masada bir bıçak, bir matkap sana
ister tozunu al masanın, istersen attır
ödenecek o son hesaba hiç karışma ama
çünkü her hikâyeye bir mutlu gerekir "Mutlu ol yeter" sadece bir burjuva geleneğidir
dişlerin görülmediği bir tebessümle söylenir.

kötülük karşına farklı kılık ve kiyafetlerde çıkabilir
yanında durabilir, senle takılabilir
sağ gösterip hep sağ vurabilir, o kadar da kötüdür yani
oran mı acıyor oraya
muhteşem görev duygusuyla, oraya
sanki ömrünce bu âna çalışmış, hah tam oraya...

bak bunları bir daha hiç tekrarlamam:
bir olayı madde madde anlatanlardan ve
hayatını tik atarak geçirmişlerden uzak dur
çünkü sen markete alışveriş listesiyle hiç gitmedin.
gördün, biber bile çiçekleniyor önce
hava birden değişiyor ve yağmur yağıyor
hava birden değişiyor ve güneş açıyor.

merhaba, günaydın, ben Aslı, yapmamam gerekenleri
yaptıklarımdan öğrendim."

*:değil- sayfa:30-31, 160.Kilometre

1 Kasım 2018 Perşembe

meğer

sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...

bu cümle melih cevdet anday'ın bir romanından, raziye'den. bu hâliyle içinizde bir anlam buldu mu bilmiyorum. ama bitmedi.

raziye romanı bu bir cümlelik paragrafla başlıyor ve "bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar," diyen ikinci paragrafla devam ediyor dersem, eminim işin rengi değişir.

*

yine olmadıysa bir de şu şekilde deneyelim:
"Sevdalanmaya gidiyormuşum meğer...

Bunu daha önce bir kâhin bana söyleseydi, kuşkusuz geri dönmeye kalkmazdım, ama bu sevdanın nerede, nasıl karşıma çıkacağını düşünmekten belki de olayların sırasını bozardım, zamanı altüst ederdim. Geleceğimizi bilmemektir bizi zamanın içine sokan. Yoksa bir gün dizlerine dokunur dokunmaz onun soyunuvereceğini bilip de beklemek, bir ölümlünün sabrını aşar."