28 Nisan 2024 Pazar

konum - on iki

"kenarın dilberi nazenin olmaz" ile "görgülü evden kız alırsan katır tırnağı kadar soğan doğrar" arasında bir yerlerde.

26 Nisan 2024 Cuma

güzel ihanet

meltem gürle, kırmızı kazak'ın önsözünde söze, "yazmaya o kadar geç başladım ki, hâlâ çok erkendi. yazmaktan korkan herkes gibi ben de önümde sonsuz zaman olduğunu düşünüyordum. bir gün elbette yazacaktım ama henüz gerekli olgunluğa ulaşamamıştım. sonunda küçük de olsa okunabilir bir metin çıkaracağıma inancım tamdı ama belli ki o zaman daha gelmemişti." diyerek başlar ve oradan arkadaşı selami ince'nin ihanetine geçer.

o sıralar birgün gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yapan selami ince bir akşam meltem gürle'yi aramış ve gazetede bir edebiyat köşesi hazırlanmayı önermiş. ikna olsun diye de, istediği her konuda yazabileceğini söylemiş.

yine de ikna olmaz meltem gürle. çünkü, düzenli yazma fikri gözünü korkutmuştur. ama arkadaşının ikna çabası bitmez. nihayet oğuz atay'ın ölüm yıl dönümü için, bir 'oğuz atay yazısı' ister.

endişe etmesine gerek yoktur meltem gürle'nin, nasıl olsa bir defalık bir şey olacaktır. "hadi artık," der. "oğuz atay ile ilgili bir şeyler yaz. sadece bir kereliğine yazacaksın. senin doktora tezi konun zaten."

zayıf noktasından yakalanan meltem gürle ufak bir yazı yazıp gönderir. yazısının yayımlandığı gün gazeteyi eline aldığında, bir de bakar ki, yakın arkadaşı selami ince yolladığı metni elden geçirip köşe yazısı formatına sokmuş, tepesine de internetten bulduğu bir fotoğrafını yerleştirmiş. köşenin üzerinde de "not defteri" yazıyormuş.

hain arkadaş, "artık bir köşen var," demiş. "bundan sonra her hafta yazacaksın."

*

o hain arkadaş olmasaymış, galiba kırmızı kazak da olmazmış.

ama bana blog yazıları, hatta onlar olmasa bile ayrıntı dergi, birinci sayıdaki ruh fakirliği üzerine bir deneme yeterdi.

beni bilirsiniz: içinde deneme geçen başlıkları severim. mesela, gün ortasında ellerin üzerine bir yorum denemesi...

22 Nisan 2024 Pazartesi

günün sorusu: tarafsızlık

her iki tarafın da sadece haksız yanlarını, hatalarını görmek değil midir tarafsızlık?

20 Nisan 2024 Cumartesi

bir film, çok hayat

perfect days (2023) filmini nihayet izledim ve "her popüler olandan uzak durmak gerekmediğini hatırlatan iyi bir örnek," dedim.

tıpkı nietzche ağladığında, kürk mantolu madonna, küçük prens, ismet özel, saramago, didem madak, eternal sunshine of the spotless mind (2004), breaking bad (2008-2013) gibi.

wim wenders, konusuyla, bu konuya çok yakışan anlatım, mekan, karakter ve görsel tercihleriyle mükemmele yakın, üzerine olumlu konuşmayı hak eden bir iş çıkartmış bence.

çok sevdiğim, günler arasında ayraç izlenimi bırakan rüya sahnelerine rağmen belgesel tadındaki film, yönetmenin yaklaşık kırk yıl önce çektiği tokyo-ga (1985) adlı ozu belgeselinin izinden gidiyor ve kahramanı hirayama'nın dünyayı seyretme şekliyle fena halde der himmel uber berlin (1987) şiirini hatırlatıyor.

/evet, film değil şiir. ilk seyredişimde, "ama bu bir şiir," demiştim ve fikrim hâlâ aynı./

hirayama, bile isteye, eksilte eksilte vardığı sade hayatını umumi tuvaletleri temizleyerek kazanan bir adam. ama bu kadar pis bir işi elinden gelenin en iyisini yaparak, keyif alarak yapıyor. işi bitince de kitap okuyor, altmışlı yetmişli yıllardan kalma rock klasiklerini dinliyor, fotoğraf çekiyor ve dünyayı seyrediyor.

yalnız bir adam değil. sadece insanlarla kısa ve öz muhatap oluyor. tıpkı maddesel eksilmede olduğu gibi yalnızlığı da seçmiş, yalnızlıkla baş edebilen, hatta bundan memnun olan biri. keyif aldığı şeyleri yapıyor. sadece bu 'şeyler' vasata keyif veren 'şeyler'e denk düşmüyor.

münzevi değil sade bir hayat onunki. insanlardan kaçmıyor, sadece az ilişki kuruyor. öğle molalarında denk geldiği uyuz kızı saymazsak ilişki kurmada sorun yaşadığı da yok. günahını almayalım ama. kız belki uyuz değil sağır ve dilsizdir.

belgesel gibi demiştim ya. bu, biraz yönetmenin bir el kamerası ile karakterin peşinde dolaşıyor hissi vermesinden biraz da mimari güzellemesi olan columbus (2017) filmini hatırlatmasından.

/columbus'un belgesel değil film olduğunu inkar etmiyorum elbette. kahramanların sanat galerisi ya da müzede gezercesine hakkında konuştuğu, yanında yöresinde sohbet ettiği ve görüntü yönetmeninin nefis karelerle kadraja dahil mimari eserleri saymazsak film iki farklı karakterin büyümesini anlatıyor aslında. ve bunu birinin giderek, diğerinin kalarak yapmasını. üstelik giden genç kız, kalan orta yaşa yaklaşmakta olan bir erkek. genç kız annesini ardında bırakıp hayallerinin peşi sıra gidiyor, adam ise babasının yanında kalmayı seçiyor./

hirayama'nın işi nedeniyle gördüğümüz -ya da ziyaret ettiğimiz- umumi tuvaletlerin hepsi tarzı olan, mimari ve malzeme seçimiyle bulunduğu çevreyle uyumlu sanat eserleri gibi.

/filmin sonunda tuvaletleri tasarlayan mimar/sanatçıların adı da jenerikte vardı diye hatırlıyorum./

yalnızca bulutlardan ibaret bir instagram hesabına sahip biri olarak ağaçları, rüzgârın yapraklara ettiğini, gölgeleri seyretmekten keyif alan hirayama'dan etkilenmemek elimde değildi. "idolümsün hirayama!" paylaşımları yapmadıysam her aklıma geleni sosyal medyaya malzeme yapmadığım içindir. yoksa ortalık "geri zekalı" ile dolardı.

beni en çok etkileyen, yakalayan yer ise yeğeninin hirayama'yı ziyareti oldu. orada iki şeyi anladım çünkü.

ilki, hirayama bu hâli mecbur olduğu için değil seçtiği için yaşıyordu. konforu ve o konforu devam ettirmek için gerekli sorumlulukları da terk etmişti hirayama. sorumluluğu az bir iş seçmiş, az kazansa da heveslerine yetiyor.

ikincisi de, seçimiyle aile içinde eleştirilen, anlaşılamayan, başarısız ve kendini ziyan ettiği düşünülen bir dayının yeğenine kahraman oluşu.

ben hirayama olsam, sadece bu kahramanlık için bile olsa değdiğini düşünür, yeğenimin de tıpkı benim gibi fotoğraflar -üstelik benim hediye ettiğim fotoğraf makinesiyle- çektiğini öğrenince mutlu olurdum.

*

evet, sosyal medyada çok konuşuluyor bu film. neredeyse hepsi övgü. katılıyorum.

ama saçma sapan yorumlar da yok değil. keşke, "filmi beğenmedim şekerim" tarzı olsa.

adamın biri çıkıp, "tuvalet temizlemek de sınıfsal" demiş. hirayama'yı anlamaktan uzak biri, "sosyal devlet sayesinde geçimini garantiye alınca bu tür artistlikleri yaparsın elbet" demeye getirmiş.

ben de, "yönetmen matematikçi. çünkü asal sayıda tuvalet temizliği söz konusu. erbabı bilir, bütün matematikçiler asal sayı sever," demek isterim. şakaydı...

*

benim düşündüğüm ise bambaşka bir şey oldu. hani, filmi ve film kahramanı olarak hirayama'yı çok sevdik, hirayama'yı övdük, övüp duruyoruz ya...

gündelik hayatta karşılaşsak n'olurdu?

içten içe onu takdir eder, onun yerinde olmak ister ama başkalarıyla konuşurken kendisine yazık ettiğini, hayatını ziyan ettiğini söylerdik.

bir hayatı toplumun öğütlediği, hatta emrettiği şekilde değil kendimizi mutlu edecek şekilde yaşamak ne demek anlar mıydık?

çünkü bizler üniversite okumalı, diplomalı meslekler edinmeli, belli bir yaşa gelmeden evi, arabayı almış olmalı, peşi sıra da ikinci eve ya da sene de bir kaç gün kullanacağımız yazlık için banka kredisine başvurmalıyız. bir de dara düşsek bile elimizi sürmeyip başka şekilde darlıktan çıkmaya çalışacağımız banka hesaplarımız olmalı.

ya da hayranlıkla izlediğimiz, seçimlerini övdüğümüz bu adamla evlenmek ister miydik? yoksa 'banyosu olmayan bir evde olmaz' mı derdik? ya da üç aylığına hindistan'a gitmiş gibi sevgili olup üç ay sonunda bol stresli, bol kazançlı, bol etiketli işimize geri döner gibi sağlam bir işi, aileden gelme parası, arabası olan biriyle mi ciddi düşünürdük?

siz cevabınızı düşünün. benimki belli.

ne de olsa, bu dünyada en çok sevdiğim insanın yaptığı sıralamaya göre en sevdiğim ikinci şey bulutlar...

"ben, bulutlar, deniz fenerleri, kitap okumak, koşmak/yüzmek, film izlemek, yemek yemek."

13 Nisan 2024 Cumartesi

alıntının alıntısı

"durgun bir su kadar
güzel bir yüzle durduruldum
duruldum"

diye bir mısra çok okumuştum
çok uzun zaman önce
kime aittir hala bilmem...

9 Nisan 2024 Salı

yeniden okumalar

"hoşlandığımız eserleri mutlaka tekrar okumak gerekir. ikinci, hatta üçüncü okuyuşumuzda evvelce dikkat etmediğimiz güzellikler bulacağız. çünkü bir kitap da bir şehir gibidir: onu anlamak için, turistler gibi içinden otomobille geçmek, hatta sokaklarından bir defa ağır ağır yürüyerek geçmek elvermez. dikkate lâyık yerlerde tekrar tekrar dolaşmak, şehrin içinde bir müddet yaşamak lâzımdır."*


*:andré maurois

6 Nisan 2024 Cumartesi

adalet

her şey, "korkma yaklaş" notuna eklenmiş, o çok bilinen siteyi işaret eden bir linkle başladı.

şarkının bu hâlini beğendim dersem yalan olmaz. mustafa sandal'ın ispanyolca zırvalamaları olmasa 'çok' bile beğenebilirdim.

bahsi geçen şarkıyı çok dinlemiş olmalıyım ki, eskilerden bir şarkıyı da sıraya koydu o ünlü site: gidenlerden...

bir çeşit özlem ve nostalji duygusuyla dinlemeye koyulmuştum ki, "gidenlerden bir tek seni bana ekledim," dediği yerde ben durdum, şarkı devam etti.

bazan artistlik olsun diye "yorgun ve kirli" dediğim geçmişimde şarkıda bahsi geçen "bir tek"ten yoktu benim. hayır, elbette hüzünle ya da acıyla fark etmedim bunu. aksine kendimle gurur bile duydum.

bitenler bitme zamanı geldiği için bitmiş, gidenler gitmesi gerektiği için gitmişti. sebebi ister ben olayım isterse muhatabım, aklımda, fikrimde en ufak bir şey kalmamıştı gidenlerden. ya da bitenlerden.

her şey olup bittiğinde de bir tekini bile kendime eklemeden yola devam etmişim tabula rasa misali. kaldı ki, "üzmem, çünkü ben yarıştırmam".

"adalet, dediğin budur işte." diyerek kendimi alkışladım. kimseye haksızlık etmemişim. vakti geldiğinde hepsini de unutmuşum. "aferin," dedim, hatta klişe olduğunu bile bile uzandım, kendi yanaklarımdan öptüm.

şimdi, "hadi oradan," deyip, nefes dahi almadan, "senelerdir a mıdır, be midir nedir? anlatıp durduğun neydi?" diyecekler çıkabilir.

verip cevabımızı, ufka doğru yürüyelim peşi sıra.

verdiğim kıymeti inkar edecek değilim. ama bizden olmazdı. olmadı da. o gemiye kendi ellerimle bindirdim sandığım, onu ona hiç de uygun olmayan bir hikâyeye ittim diye kendi yolumda biraz mahçup, biraz üzgün, biraz kızgın, yani kısaca kırık yürümekti benimkisi.

ama gün gelip de, o gemiye onu bindirenin ben olmadığımı, bile isteye içine balıklama daldığı hikâyede tam da hayata bakışına ve kimliğine uygun davrandığını, başka bir deyişle masum olduğumu ve onu aslında hiç mi hiç tanımadığımı, hatta uydurduğumu anlayınca geçti gitti.

3 Nisan 2024 Çarşamba

paralel evrenler: on yedi

iki şarkıcı. ikisi de söz yazarı.

biri türk, diğeri amerikalı.

türk olan "bizim mahalle"den. o kadar çok severim yani. amerikalı olansa "gavur dostlarım"dan, yani "öteki çarşı"dan. ikisinin de emeği çoktur bende. hayatıma temasları 'beni ben yapan' şeylerdendir. tıpkı sinema dergisi ya da atilla atalay gibi.

benzerlikleri benim için 'en' olmalarıyla değil sadece, şarkılarından ilk akla gelenlerin vardıkları noktadan çok uzaktaki kaynaklarıyla da içimdeki dostluklarına dostluk katıyorlar.

*

sene iki bin. ya da iki bin bir... bursa karacabey'deki bir konser sonrası, dinleyiciler arasındaki veteriner çiftin davetiyle karacabey harasına giden feridun düzağac orada bir tayla karşılaşır ve sevmek için şefkatle ona yaklaşırken ağzında o ünlü nakarat dökülür: gel tanışalım önce...

kalp kırıklığı ya da sevgilinin olmaması gereken bir yerdeki mevcudiyeti falan değildir sebep. sadece ve sadece bir market alısverişi sırasında bir annesinin küçük kızına söylediklerini duymuştur chris isaak: baby did a bad bad thing.