28 Aralık 2017 Perşembe

tarihte bugün

ya da kahramanım.

ya da haberi ilk okuduğumda dediğim gibi: adamım!..

*

time dergisi'nin yirmi sekiz aralık bin dokuz yüz otuz altı tarihli nüshasına itimat edersek...

budapeşte'de, cerrahlar on yedi yaşındaki bir matbaacı çırağını ameliyat ettiler. sevgilisini kaybedince üzüntüden kendini kaybeden szabo, onun adını kurşun harflerle kalıba dizmiş ve yutmuştu.

27 Aralık 2017 Çarşamba

ikna kelimeleri

fernando pessoa'nın alvaro de campos kimliğini giyinerek yazdığı ünlü bir şiir vardır. orada söze, "bütün aşk mektupları/ gülünçtür," diyerek başlar.

bence "aşk mektupları"ndan daha gülünç şeyler de var. üstelik zavallılar da: ikna kelimeleri...

şehvet kokan o reklamdan sonra çağrışımın elini tutup bir kaç mahalle dolaştım. o mahallelerden biri de, out of sight (1998) oldu. pencerenin önüne karlar düşen sahneyi bir defa daha görmek istiyordum. ama o sahnenin biraz öncesine gittim.

jack foley'nin peşi sıra detroit'e gelen karen sisko, kaldığı otelin barında içki eşliğinde uykusunu bekliyordur. çekici ve yalnız karen bardaki bir kaç erkeğin ilgisini çeker. hatta ikisi şansını denemek ister. adamların sıradan olmadığını söylemeliyim. başarılı, yakışıklı, kararlı, özgüvenleri yerinde. kadınlarla ilgili sınavlardan da iyi notlarla geçtikleri belli.

ama yaklaşma vuruşu* olsun diye seçtikleri cümleleri duyunca önce onlar adına, sonra bütün erkekler adına utandım. başta kelimeler olmak üzere, her şey o kadar zavallıydı ki, fileye geldiğinde amansız bir passing shotla** geçilen onlar değil de bendim.

ve şunu anladım. kimsenin kimseyi ikna ettiği yok. ancak muhatabımız ikna olmak isterse oluyor. yeni öğrendiğimiz sosla yapacağımız makarnayı denemek için değil, bize gelmek istediği için evimize geliyor. eğer gelmek istemiyorsa zaten gelmiyor.

yani bütün ikna kelimeleri boş. gülünç ve zavallı...


*: tenisçilerin file önüne gelebilmek için orta korttan yaptığı forehand veya backhand vuruş
**: fileye gelmiş tenisçiyi geçebilmek için oyuncunun sağında veya solunda oluşan boşluktan topu rakibin ulaşamayacağı yere atmak

24 Aralık 2017 Pazar

dertler derya

prensip olarak çoluk çocukla muhatap olmuyorum. üniversite yaşlarından bu yana hem de.

bu iki cümle burada dursun.

artık başlayabiliriz.

*

baktım olmuyor, ne yapsam ne söylesem anlamıyor, "yirmi beş otuz beş yaş arası bir kızla olmaz," dedim ben de.

ama "zaman" bu. çabuk geçiyor. geçmeyen sadece "an". o da peşimizde sürüklediğimiz için. benim "yirmi beş otuz beş arası" dediğim, kişiden kişiye, iklim ve yöreye göre değişiklik gösteren kadınlığın büyük kara deliğinden bir gün çıktı.

rivayete göre, kırk gün kırk gece değilse de büyük bir kutlama olmuş. on tane deve kurban edilmiş, ajda pekkan sahne almış, yardıma muhtaç yüz çocuk sünnet edilmiş, toplanan bağışlarla kenar mahalle okullarından yedisine kütüphane kurulmuş.

asıl hikâye sonra başladı. hasta olduğunda, "otuz beşi devirdik, yaşlandık sayılır. hâliyle kolay hasta oluyoruz," diye yakınmalar mı istersiniz, işe yeni başlayan stajyer çocuk adıyla hitap etmiş de, "bak evladım, benim yaşım otuz altı. neredeyse annenle yaşıtım," demediği için pişmanlık yaşamalar mı dersiniz?

en son, annesi evden çıkarken zorla kürklü bir manto giydirmiş de ahu tuğba'ya benziyormuş onu anlatmak için aradı. lafı döndürüp dolaştırdıktan sonra, "otuz yedi yaşındayım annem hâlâ giyeceğime karışıyor" deyince dayanamadım, "bütün dertler seninki gibi olsa," dedim.

"benim de yirmili yaşlardaki kızlarla takılma yaşım geldi. çoluk çocukla ne yapacağız bilmiyorum."

telefonu kapatması gerekiyormuş. "olur," dedim. o günden sonra bir daha aramadı. ona da, "olur".

20 Aralık 2017 Çarşamba

akçasazın ağaları

olayları olup biterken değerlendirmek zor. üzerinden zaman geçmesi, tıpkı ayrıntılarını görebilmek için gözlerimizden uzaklaştırdığımız nesneler gibi arada mesafe olması gerekiyor.

tıpkı, kaynaklarda "üçleme" olarak geçen ama yaşar kemal üçüncü kitabı yazmadığı/ yayınlamadığı için "iki"de kalan akçasazın ağaları gibi. rivayete göre yazarın üçleme olarak düşündüğü bu kitaplar, demirciler çarşısı cinayeti ve yusufçuk yusuf'tan öteye geçememiş, anavarza gün ışığını hiç görmemiştir.

kaynaklara ve kayıtlara düşülen notlara rağmen ben durumun daha farklı olduğunu, yaşar kemal'in başlangıçta "üçleme" gibi bir planı olmadığını düşünüyorum. kaldı ki, şu an kendi içinde bütünlüğü olan iki roman söz konusudur.

*

ilk kitap olduğu iddia edilen akçasazın ağaları'nın aynı cümle ile paranteze alınması biraz da bundan.

"parantez" ve "paranteze almak" ifadelerini özellikle seçtim. çünkü, demirciler çarşısı cinayeti'nin ünlü ilk cümlesini herkes bilir: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.*


bu güzel cümle tek başına bile her şeye yetse de roman orada başlamaz bence. çünkü epigraf gibidir. "bu hikâye başladığında ben yoktum. muhtemelen siz de." ya da "her şey geçtiğimiz yaz başladı. geçen yaz." gibidir.

roman aslında bir sonraki paragrafla başlar. dinleyiciler o paragrafla anlatıcıya sokulur, dizlerinin dibine oturur. okur yavaşça romana girer.

"derviş bey bir ağıt tutturmuştu. yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu: 'o iyi, o iyi insanlar...'"

anlatıcı hikâyesini tamam edip dinleyenlerin üzerinde bıraktığı etkiyi seyrederken ya da okur okumayı bitirip kitabın kapağını kapatırken çember başladığı yere dönmüş gibi aynı cümleyi bir daha duyarız: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.

*

yusufçuk yusuf'un yazarın aklına daha sonra düştüğünü, derdinin üçleme olmadığını yine ilk cümleden anlıyoruz: o iyi insanlar, o güzel atlara bindiler gittiler.*"

sanki, bir köy kahvehanesinde dinleyiciler yavaş yavaş kendisini çevrelerken "nerede kalmıştık?" diyen anlatıcılar gibidir.

kaynaklar ve kayıtlar "üçleme" diye dursun. o bir defa daha anlatacağını anlatacak, hikâyesini bu defa son dercesine bitirecektir: "o iyi atlar, o iyi insanları aldılar çektiler gittiler."

*

anavarza ise hiçbir zaman başlamaz. bana kalırsa zaten hiç olmamıştır.




*: cem yayınevi, 1977
**: yapı kredi yayınları, 2012

15 Aralık 2017 Cuma

benzerlik

bu ara, karşıdan gelen ve kendisine dikkatle baktığını fark ettiği iki kızdan birinin diğerine tam da yanından geçerken "yakından o kadar da güzel değil" dediğini duyunca kendini mutsuz ve yapayalnız hisseden ve bunu bana ne zaman anlatsa aynı mutsuzluğu ve yalnızlığı giyinen kızı anıp duruyorum.

hayır, onu özlediğim ya da hatıraya dönüşmesinin sebep olduğu üzüntüden değil. kaldı ki, onu iten bendim. araya biraz zaman girmiş, ricası üzerine 'müsait olunca' onu aramıştım. sözü, "özlemek"e, peşi sıra "aklına geliyor muyum?" bahsine getirince de aradığım fırsatı bulmuş, "seni düşünmediğim tek bir an bile yok," demiştim. çünkü bunu alıp gideceğini iyi biliyordum. yoksa, "bu soru dünyanın en saçma sorusu," derdim.

evet, onu anıyorum. çünkü, farah zeynep abdullah'ın bir instagram hesabı varmış. gamzeleri, kocaman gülüşü, dalgalanan ama nihayetinde durulan saçları, maziden arda kalmış, güzelliğinin özünü ele veren doğal halleri... yani dizi ve filmlerde imgeden cesaret bulan güzelliğinden çok fazlası.

bazan o sayfada dolaşıyorum ve aklıma o geliyor.

hemen "n'alaka?" demeyin. çünkü zaman zaman arkadaşlarının kendisini farah zeynep abdullah'a benzettiğini söylerdi. farah zeynep abdullah ilgimi bildiği için abartıyor diye düşünmüştüm hep. ama az önce bahsettiğim doğal halleri görünce abartmadığını anladım. gerçekten benziyormuş.

"keşke," dedim, kendi kendime. "keşke o günlerde, cemal süreya'nın yakın adlı kısacık şiirinde, "güzelsin sevgilim,/ ama çok yakından!" dediğini bilseydim."

10 Aralık 2017 Pazar

dua

"rüzgârın dağımda olsun esmerliğin gecemde
öyle kal, sana sonsuz sarıldığımda."*


*: birhan keskin, aşk

8 Aralık 2017 Cuma

"dedim ona, ey güzel"*

iki bin on yedi yılında hayatıma dahil olup da beni henüz hayal kırıklığına uğratmamış nadir şeylerden olan manuş baba gibi ben de "dedim ona":

"bunu yaparsan güzel bir şeyi kirletmiş olacaksın. ve hiç hak etmediğimiz halde bana kötü bir şey yaptığımı hissettirecek bu durum.

oysa içimden, hatta içimizden cennet bahçeleri geçmişti.

galiba bundan başka diyecek sözüm yok."

*

daha ne deseydim?


*:eteği belinde

5 Aralık 2017 Salı

şehvet

bu kelimeyi severim. gücünü 'ş' ve 'h'den alan muhteşem bir fonetiği vardır. bir sırrı fısıldar gibidir. durgun göl üzerinde gezinen sis gibi. muhatabınızın dudağına bulaşmış reçele benzer. elbette vişne, elbette az önce minik bir ekmek parçasına kendi ellerinizle sürmüşsünüzdür.

'ş' ve 'h'yi aşıp kelimenin sonuna yani 't'ye vardığınızda, yani dudaklarınız gerilip dişleriniz birbirine temas ettiğinde, mutfak penceresinin camını ya da banyo aynasını örten buğuda o ana kendini zor zapt etmiş bir damla uçuruma atlarcasına eğri büğrü bir yola çıkmıştır sanki.

sadece kelimeyi değil kelimenin fethettiği ülkeyi de sınır boylarına kadar severim. mesela, masanın üzerinden uzanıp reçel bulaşığını ortadan kaldırmayı. bir an mahremiyetinize dahil biriyle yemek yaptığınızı düşünün. mutfak tezgahının önünde sağa sola hareket ederken insanın elinde olmayan dokunuşları ya da elinde olanları...

bunlar elbette durup dururken aklıma gelmedi. bir reklam yüzünden oldu ne olduysa. nefesimi tutarak izledim diyeceğim ama nefesim kesilmiş de olabilir. çünkü son dönemde rastladığım en şehvetli şeyle karşılaşmıştım. renk seçimi, konusu, fon müziği ile komple.

bu uyum karşısında reklamcıların tuzağına düşmemek mümkün mü? hatta bence kült ne demekse onun sözlükteki karşılığı olan the big lebowski'nin sevdiğim bir cümlesini bozarak söylersem "lanet olası reklamcılar. bu adamlar işini biliyor dostum." bile dedim.

her bir sahnesini ayrı sevdim. en çok sevdiğim yer ise paralel koşma sahnesi oldu. hayır, bana asansör dedirtemezsiniz.

led zeppelin harikası whole lotte love, benim dediğim şarkılardandı ama ilk defa bu kadar yerini bulmuştu. hatta nina persson'a ihanet etmiş bile olabilirim.

sonra yağmur altında scarlett johansson ve jonathan rhys meyers'i, pencerenin önüne kar dökülürken jennifer jopez ve george clooney'yi, atonement'in gölgeye sığınmış loş kütüphanesini, karpuz kabuğundan gemiler yapmak'ın cevizlerini andım.

pardon, bir reklam yüzünden oldu ne olduysa, demiştim değil mi? evet, reklam.

30 Kasım 2017 Perşembe

ben, murakami ve chandler

kendimi bildim bileli varmak ya da ulaşmanın boş, aslolanın yolculuğun bizzat kendisi olduğuna inandım. ki bu inanç bloğun "sebeb-i telif"inde de kendine yer bulmuştu.

john wray'un murakami ile yaptığı ve paris review'de yayınlanan röportajı okurken bütün bunlar bir defa aklıma geldi. murakami'nin hatta raymond chandler'ın da benimle aynı fikirde olduğunu öğrendim. en azından kitaplar söz konusu olduğunda.

wray: kafka'yı ilk kaç yaşındayken okudunuz?

murakami: on beş yaşında. şato'yu okumuştum, harika bir kitaptır. bir de dava.

wray: ilginç. bu iki kitap da bitirilmeden bırakılmıştı, ki bu da tabii ki hiçbir zaman çözülemedikleri anlamına geliyor -tıpkı sizin son kitaplarınız gibi, zemberekkuşu'nun güncesi- sanki okuyucunun da beklediği buymuş gibi, genelde bir çözümü reddediyor bu kitaplar. bunu yapmanızda kafka'nın bir etkisi olabilir mi?

murakami: tek etken o değil. raymond chandler'ı tabii ki okumuşsunuzdur. onun kitapları da gerçek bir sonuca varmaz. katil şu, diyebilir ama benim için bunu kimin yaptığının önemi yok. howard hawks birleşen kalpler'i beyaz perdeye aktarırken ilginç bir olay yaşanmış. hawks, şöförü kimin öldürdüğünü anlayamamış ve chandler'ı arayıp sormuş, chandler da, "umrumda değil!" diye yanıtlamış. benim için de durum böyle. sonuç hiçbir anlam ifade etmiyor. karamazov kardeşler'de katilin kim olduğu umrumda değil.

aslolan okumak çünkü. okumanın verdiği keyif...

21 Kasım 2017 Salı

mektup

bugün, "on dört kasım iki bin on yedi. sisli bir sabah. altı derece." diye başlayan bir mektup okudum.

önce bu şekilde başlayan mektuplar yazmak istedim. yaşlanmak değilse de durmak, durulmak. saati güneş ışıklarından, mevsimleri takvimlerden değil tabiatta gördüğüm değişimlerden anlamak.

sonra viktor şklovski'nin hayvanat bahçesi'ni (ya da zoo) hatırladım:

"aşktan söz etmeyeceğim artık, sadece havanın nasıl olduğunu anlatacağım.
bugün berlin'de hava güzel.

...

bugün beş şubat...hala aşktan söz etmiyorum.
"

14 Kasım 2017 Salı

dönüş

bazan içimizdeki 'ben'lerden birinin öldüğünü, bizi terk ettiğini düşünürüz.

oysa ne ölmüş ne bizi terk etmiştir. biz o 'ben'i, tıpkı denizcilerin ıssız bir adaya terk ettiği suçlular gibi bir yerlerde bırakmış, sonra da rüzgârın, motorun gücüne kendimizi emanet ederek hızla oradan uzaklaşmışızdır.

bu hız çağında olan biteni hatırlamak ne mümkün? bu 'bırakış'ı bile isteye unutmadığımızı kim söyleyebilir?

ama ıssız adaya terk edilen o 'ben' bir gün çıkagelir.

ve olaylar gelişir.

12 Kasım 2017 Pazar

tanıdık

buradaki adamı iyi tanıyorum.

aklının/ zihninin/ mantığının nasıl kalbinden/ duygularından hızlı hareket ettiğini çok iyi biliyorum.

söz gelimi, kalbi bir aşkın başlangıcında heyecan ve mutluluktan yeryüzüne inmeyi düşünemez haldeyken aklının ona yaşanacak olanların hep daha sonrasını nasıl hatırlattığını...

ya da, hiçbir şey yaşamadan, hatta yaşamaya bile başlamadan aklının nasıl ipleri eline aldığını ve yaşanacağını tahmin ettiklerini yaşayıp eskittiğini...

ne yazık ki, duyguları azalmadığı halde isteği tükendiği için nadiren mutlu olacak. eğer bir kıymet varsa ancak kaybettikten sonra anlayacak.

bir gün geldiği yolu geriye yürüdüğünde, kalbi yaşanacak ne varsa yaşamak isterken aklının her şeyi yaşayıp bitirmiş olduğunu görecek. bir de, bu duyguyu anlatmak için 'kızgın demir' imgesini seçebileceğini.

örse yatırılmış, soğuyana kadar çekiçle dövülen kızgın demir.

8 Kasım 2017 Çarşamba

dakika ve skor

"Sabah evlerin tepesinde kıpırdanmaya başlıyor, suyunu teni göğün aynasına dönüşüyor ve müezzin derin bir nefes alıp son derece tiz bir sesle, Allahuekber, diye bağırarak Tanrı'nın her şeyden üstün olduğunu gökkubbeye duyuruyor, tekrar bağırıyor, kendini coşkulu bir ahenge kaptırarak Allah'tan başka İlah bulunmadığını, Muhammed'in onun elçisi olduğunu yüksek sesle tekrarlıyor, bu temel gerçekleri dile getirdikten sonra Namaza gelin, diye duaya çağırıyor ama tembel bir adam olduğu için, asla uyumayan O'nun kudretine inansa da, müezzinin göz kapakları hâlâ ağırlıktan kurtulamayan diğer insanları şefkatle kınıyor, Namaz uykudan hayırlıdır, Es-selatu hayrun mine'n nevm, diyor kendisini bu lisanda anlayanlar için, son olarak da La ilahe illallah diyerek Allah'tan başka Tanrı olmadığını ilan ediyor, ama bu kez sadece bir kez söylüyor, çünkü apaçık hakikatler söz konusuysa tekrara gerek yoktur. Şehir dualarını fısıldarken güneş doğmuş, düz çatıları aydınlatıyor, çok geçmeden şehrin sakinleri avlularda beliriyor. Minare ışığa boğuluyor. Müezzin kör."*


*: josé saramago, lizbon kuşatmasının tarihi

6 Kasım 2017 Pazartesi

yazılmamış mektuplar

ben ona "yas." derdim. ve yas. bir gün gitti.

yaz başıydı gittiğinde. ama her şey yaz aşkı gibiydi. dar zamanlara yazgılı, fıstıklı dondurmalı.

"gitme," demedim. sadece, "daha hiç bir şey konuşmadık ki," diyebildim. çünkü, o ara murathan mungan okuyordum ve boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti aklımı başımdan almıştı.

"bana yaz," demişti giderken. "çok yaz!.."

ne yalan söyleyeyim, yazmayı çok istedim. ama kolaylıkla tahmin edileceği üzere, hiç yazmadım.

sanırım bu kadar.

3 Kasım 2017 Cuma

şifa

ortak bir yanılgıyla, ateşimizin çıktığını, titreme ve halsizlik hissettiğimizde hastalandığımızı düşünür, hatta söyleriz. hastalık başlangıcı sandığımız bu durum, gerçekte, savunma sisteminin yaptığı bir hamle.

başka bir deyişle ateş, titreme ve halsizlik vücudun sıhhatine, direncine işaret olduğu için şifayı kaptı deniyor. eskilerin "şifayı kapmak" dedikleri aslında "şifa bulmak".

diğer yandan hastalık sandığımız şeyin iyileşmek için bir adım oluşu zihin açıcı.

*

şimdi izin verirseniz, kitaplığa yürümek, ayak üstü gizliajans'ı karıştırmak ve amcabey'in bu defa musa'ya aşkı öğrettiği yeri okumak istiyorum: aşk her zaman yaşanmış bir şeydir. ancak hiç yaşanmakta olan bir şey değildir, ancak hatıra olabilir. aşk acısı zannettiğin şey, aşkın kendisidir.

1 Kasım 2017 Çarşamba

tehlikeli şiirler - otuz bir

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
onur akyıl'dan basmane enternasyonal* mesela...

"gece ve milena cesaret ister, yalnızlıktan ve
sarhoşluktan daha başka şeyler bekler diğer
kadınlar.

basmane enternasyonal, bütün merkez komiteler
sarhoş, yarın ihtilal olmayacak ama bir ihtimalin yönü
değişebilir. kendimizi vurmak için, en sevdiğimiz, tek
sevdiğimiz şiiri unutabiliriz, her şeyi ama her şeyi
kaybetmiş olabiliriz, bir ip boynumuza sessizce
yerleşir, bildikleri gibi unutabilirler bizi, bir köşede kaç çiçek
durmadan bize açabilir.

alnımızdaki boşluk aşktan olmalı, vurulmak için insan
bir yeri saklamalı teninde. ihtilal insanın gizidir, eğer
gerçekten bir parça inandıysak hayata, son anda yeniden
hayat.

gece ve milena cesaret ister, okumadığımız hiçbir insan
kanamalı yeryüzünde: düşünmediğimiz hiçbir boşluk."

*: ünlem, sayı:21

30 Ekim 2017 Pazartesi

zeytinlik

vadiyi yeşile boyayan kadim ağaçların güneş yorgunu yaprakları zamanını ve yerini şaşırmış şaşkın bir rüzgar tarafında huzursuz edilince aşağıdaki zeytinlik balıkların gümüşi karınlarını gösterdiği bir koy gibi ışıldadı.

27 Ekim 2017 Cuma

kadınlar-erkekler: on yedi

kadınlar bir öncekini unutturmak ve ilk defa gibi olmasa da farklı olmak isterken, erkekler bir öncekinin yaptıklarının yerini almayı ve böylece eskiyi olmamış kabul ettirmeyi seçerler.

25 Ekim 2017 Çarşamba

best of nazan bekiroğlu: yerli yersiz cümleler

bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez. ama ikinci defa olduysa üçüncü defa da olacaktır.

*

yeni nazan bekiroğlu kitabının haberini twitter'dan aldım. bu, uzun zamandır beklediğim bir haberdi. 'haber' değil 'müjde' demek daha yerinde olur. ne de olsa, "yemek tarifi yazsa okurum ben," dediğim bir yazar söz konusu. üstelik mücellâ'nın üzerinden iki yıl geçti.

"türkçe'de en sevdiğim yazarlar üçlemesi" yapacak olsam, o üçlemenin "paha biçilmez"i kesinlikle nazan bekiroğlu olurdu. sadece seçtiği, kalbime temas eden konular, tıpkı beni anlatmış dediğim cümleleri ve duyarlılıkları sebebiyle değil, kelimeleri ve türkçe'yi kullanma biçimi yüzünden de onu severim. eski ve yeni kelimeleri bir arada ve bu denli güzel kullanan başka bir günümüz yazarı bilmiyorum. akademisyen yanının dilini, kelimelerini, kalbini makineleştirmemiş olması bile tek başına övgü sebebi.

o yüzden çok satıyor diye iskender pala, aynı pozları veriyor, kaynaklardan besleniyorlar diye elif şafak'la aynı kefeye konulmasına her zaman karşı çıktım. sadece kitaplarını değil, yayınlanmış her yazısını okumuş olmalıyım. öncelik sıralaması değişse de bütün kitapları ve yazdıkları kıymetli benim için. bazılarını "daha çok" olsa da her birini sonsuz bir zevkle keyif alarak okudum. içlerinden yalnızca isimle ateş arasında'yı sevmiyorum ve sayın yazar mücellâ'yı roman kahramanına dönüştürdüğü için de kızgınım.

*

sadık bir okuru olarak, ona olan kızgınlığım yeni kitabının mahiyetini öğrenince ikiye çıktı. oysa kitap müjde gibi, tıpkı bulutsuz gökyüzünden usul usul dökülen kar taneleri gibi hiç beklenmedik bir anda çıkıp gelmişti. ama hayat masala hep galip gelir değil mi?

"yerli yersiz cümleler" gibi nazan bekiroğlu lisanına uymayan ama güzel bir isimle gelmişti. isimlendirmedeki bu rahatlık yazar olgunluğu kadar yaşını başını almış bir kadın olmakla da açıklanabilir. yazar, tıpkı mücellâ'nın yaşadıkça anladığı gibi her türden toplumsal baskıyı görmezden gelse, bazı kuralları ihmal etse de insanların umursamayacağı yaşlara geldiğini düşünüyordur.

bana bruegel'in karda avcılar tablosunu hatırlatan kapağını da çok beğendim. sanırım bu hatırlayışta yapraksız ağaçlar ve kompozisyonun önündeki kedi ve köpeğin formu etkili oldu. bu vesileyle tabloyu yeniden seyrettim. hem resim hem kapak daha da hoşuma gitti.

sonra arka kapak yazısı olması muhtemel bir yazıdan kitabın mahiyetini öğrendim. öğrenmez olaydım. en hafif tabirle başımdan kaynar sular döküldü. bana göre her türden övgüyü hak eden nazan bekiroğlu, bu yazıda isminin ikince defa geçmesini kabul edilemez bulduğum ve aralarında ne zaman birileri benzerlik görse itiraz edip düzeltmeye çabaladığım bir yazar gibi yapıp kelimenin tam anlamıyla bir "best of albüm"ü çıkartmış. araya daha önce yayınlanmamış parçalar da koymuş ki, en azından yeni şarkılar için albümünü alanlar olsun.

kabul etmeliyim; twitter çağında yerinde bir hamle. yüz kırk karakteri aşmayan cümleler çoğunluktaysa herkes bu alış verişten memnun kalır. bir de, twitterda mesaj uzunluğunun iki yüz seksen karakter olma ihtimali var ki, o kadar karaktere bırakın cümleler, roman sığar.

*

başa dönersek. bu ikinci oldu sayın yazar. mutfak masasının çalışma masasına dönüştürdüğüm ve bunları yazdığım köşesinde oturmuş üçüncüyü bekliyorum.

23 Ekim 2017 Pazartesi

söz yüzüğü

gündelik hayatta ya da sosyal medyada, fark etmiyor.

ne zaman henüz taze, yıllarla sınanmamış, olayların imtihanından geçmemiş aşklarının, ilişkilerinin ya da evliliklerinin güzellemesine soyunan coşkulu erkeklere/ kadınlara rastlasam yüzük takıp kendi aralarında sözlenen lise öğrencilerini hatırlıyorum.

ne oğlan ne de kızdan bir baltaya sap olmaz. oğlan askere gider, dönüşte bir süre işsiz takılır, bir dolmuşa ya da taksiye şoför olur. biraz şanslıysa babasının kurup büyüttüğü, o vakte kadar burun kıvırdığı aile işinde çalışmaya başlar. kız sözlüsünün askerden dönüşünü bekler, bir küs bir barışık, belki aileler de tanışır ve yaşı geçmeden başka bir adamla evlenir.

20 Ekim 2017 Cuma

çekirdek aile

o sonbahar babasıyla birlikte, tıpkı beraber okudukları bir kitapta olduğu gibi dökülen yaprakları yere düşmeden yakalama oyunu oynamışlar, yere düşmeden yakaladıkları yaprakları birer ipin ucuna bağlayıp diğer ucunu da tavana bantlayarak asmışlardı.

cam kapalı, odada en ufak bir esinti yoktu. yine de tavandan sarkan yapraklar bir ipin ucuna asılı bütün hafif nesnelerin yaşadığı küçük gelgitleri yaşıyor, ışığını gece lambasından alan gölgeleri duvarda, küçük çocuğun yaptığı, annesinin duvara yapıştırdığı iki acemi, çok renkli resim arasında titreşiyordu.

18 Ekim 2017 Çarşamba

tehlikeli şiirler - otuz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
mehmet aycı'dan maçka palas* mesela...

"                                      Eren Bülbül için

Çil Mecidiye kestirdi babanız Sultanımız,
Çili çil altınlar saçtı siz doğduğunuzda
Adı Münire olsun, odalarında yıldız
Sofalarında mehtap, devlet-i ebet müddet
Yalan yıkıldığımız!
Hala gülümsüyorsunuz edanız dolaşıyor
Gümüş ayaklarıyla dolanıyor işveniz
Temelinden sökülüp Maçka Palas yapılan
Bu saray yavrusunda...

1922'de Guilio Mongeri Bey,
Mangır bakırına çalan bir bina konduruyor
Biraz keklik renginde, palası bundan
Biraz nankör, Maçka kedi demekmiş
Ulusal mimari amma çokça batı melezi
Artık kimin reyiyle, önemsiz bir şey...
Hepsi ucundan...

Orda Şair-i Azam'dan Yahya Kemal'e
Şuara toplantıları, sosyete partileri
Her şey biraz plastik ne istiklal ne ölüm
Her şey biraz plastik ne kedi ne keklik
Oldum olası karışık bu Teşvikiye...

Kızını palasım diye orada kimse sevmez
Orada kimse söylemez Maçka yolları taşlı
Orada kalbi yaşarmaz Anadolu'nun
Orada 461 hangi tarih bilinmez
Ora Fransız'ıdır, sızıdır, Türkiye'nin
Orada dereler akmaz kurban olunmaz
Bir de bozkır!

Bu yanda bin yıldır taşlı ülkemin yolları
Bu yanda beşikte ergenleşir çocuklar
Bu yanda devlet bir ekin yeşermesi
Bu yanda PetShopa girmez, girmedi bülbül
Çukurova'dan Maçka'ya Iğdır'dan Burgaz'a
Doğal haliyle yaşar, güneşi doğurur
Bu yanda dereler akar karışır denizlere
Bu yanda Eren vurulur 15 yaşında
Bu yanda analar 13 çocuk doğurur

İlahi Münire Sultan, ruhunuz aziz olsun
Şimdi siz mi vakursunuz Eren mi vakur..."

*: fayrap, nr:100

16 Ekim 2017 Pazartesi

dönüş

denizciler iki nedenle karaya döner; yüzünü duvara dönüp ölmek ya da denizi seyretmek için.

deniz fenerleri ise her türden ölümün yakasında şık dursa da denizi değil "dünyayı seyretmek için bir yer"dir.

13 Ekim 2017 Cuma

elmanın kalbi

ismet özel: türkçenin en büyük şairi.

orhan pamuk: yaşayan türkçenin en büyük yazarı. evet, yaşayan. çünkü, ahmet hamdi tanpınar yok.

ve ismet özel ile orhan pamuk aynı yerde, bir "elmanın kalbi"nde buluşuyor. aynı zamanda ayrılıyor.

"elmanın kalbine eşelek diyen biz türkler"*

"dikine değil yanlamasına kestiğin elmanın içindeki kusursuz yıldızı bana gösterdiğinde seni severdim"**


*: şiir okuma kılavuzu
**: kara kitap

11 Ekim 2017 Çarşamba

fondaki adam

bu sabah yüzlerce fotoğrafa uyandım. yazdan kalma bir sürü fotoğraf. yakari yollamış.

bulutlar, suda yansıyan ışık, kanat uçları suya değerek uçan kuşlar, köprüler, binalar, insanlar, anlar, ev halleri, manav tezgahları, bahçeler, yaprağına su dokunmuş sardunya, duvar yazıları... olası her şeyi bir fotoğrafa konu etmiş. ya da ne bulduysa fotoğrafını çekmiş.

ama en çok oğlu var fotoğraflarda. büyük oğlu. murat sultan'ı.

onlardan birinde, murat akademinin atletizm pistinde. daha doğrusu pistin kenarında ve babasına poza benzemeyen pozlarından birini vermiş. yüzünde bir tebessüm var. fotoğraf için değil, babası için bence o tebessüm. poz vermek sandığı şey sabit durmak çünkü.

fotoğrafı biraz yaklaştırınca arkada koşmakta olan birini fark ettim. tebessüm ederek daha da yaklaştırdım. beyaz tişört gitmişti. tam o sırada sağ elini havaya kaldırmıştı.

daha doğrusu söz hakkı isteyen öğrenciler gibi işaret parmağını kaldırmıştı. yani şehadet parmağını.

"temmuz sonu ya da ağustos başı olmalı," dedim. "eğer o parmak havadaysa, allahu ekber, diyordur."

"allahu ekber. hamd ona olsun. bu bedeni herhangi bir sağlık probleminden ve arazdan uzak ve bana ait kıldığı için."

8 Ekim 2017 Pazar

diyalog

"memur bey!"

"şuradaki kızı bir süredir rahatsız ediyorum ama, o bir türlü gelip beni size şikayet etmiyor."

"evet, o. kirpikleri kuzey denizi kenarındaki bir kumsalın bitiminde boy vermiş, rüzgârda çırpınan otları hatırlatan."

"ne demek, "rahatsız olmuyorum, üstelik keyif aldığım bile söylenebilir, dedi"?"

"rahatsız ediyorum, diyorum. neden anlamıyorsunuz?"

"evet. bile isteye. sonuçlarına razı gelerek."

"kör şeytan diyor ki; çık karşısına, izin verirseniz size aşık olmak istiyorum, de."

"oldum aslında. sadece haberi olsun istiyorum."

6 Ekim 2017 Cuma

nomofobi

bazan siz de cep telefonlarının kaç yıldır hayatınızda olduğunu düşünüyor musunuz? telefon kulübelerini, ankesörlü telefonları, telefon kartlarını ve hatta hiç paranız olmasa bile cebinizde mutlaka bulunan jetonları...

cep telefonu kültürüne kolayca adapte olanlar da oldu, uzun süre direnen, biraz gereksiz bulduğu için biraz da artistçe karşı çıkanlar da. ama bugün, ev telefonları iptal ediliyor, telefon kulübelerinin soyu tükenmek üzere. çünkü herkesin cep telefonu var.

elbette bu durumun bazı sonuçları oldu. nomofobi de onlardan.

kısaca, bozulması, şarjının bitmesi veya evde unutmaktan dolayı cep telefonuyla bağlantıyı kaybetme korkusu anlamına geliyor.

neredeyse bütün bir hayat, her türden ilişkimizin bir parçası haline dönüşen cep telefonlarımızın içinden geçerek bize ulaşıyor. haliyle, cep telefonumuzla bağlantımızın kopması, hayatımızdaki insanlarla bağlantının kopması anlamına geliyor artık.

kaygılanmak için yeterli sebep.

4 Ekim 2017 Çarşamba

üçüncü romandan hemen önce

bu sene çok kitap okudum. tıpkı şarkının dediği gibi: yokluğunda...

şimdiye kadar okuduğum kitaplar içinde en iyi roman bullet park. aynı zamanda okuduğum ilk john cheever romanı. bir çeşit tavsiye üzerine okudum ve "sadece cheever külliyatı değil, bildiğim tüm romanlar içinde başlı başına bir sınıf oluşturan bir eser" diyen joseph heller'a katılıyorum.

nasıl bu senenin romanı bullet park ise yazarı da javier marías. onu da ilk defa bu yıl okudum. üstelik ard arda iki kitap. üçüncü kitap ise masada bu yazının bitmesini bekliyor.

anlatacağım.

beyaz kalp'i konusundan etkilenerek okumaya karar vermiştim. yazarın yapı kredi yayınları'nın internet sayfasında yer alan alçak gönüllü biyografisini okuyunca da kararım kesinlik kazandı. özellikle "bin dokuz yüz seksen altıdan itibaren yazdığı romanların kahramanların hepsi çevirmenlerdir. bunda bizzat çevirmen olarak yaşadıklarından esinlenmiştir." cümlelerini okuduğumda. çünkü bu tarz oyunlara zaafım var.

ben olsaydım roman kahramanlarım deniz feneri bekçisi olmazdı belki ama bazı karakterler diğer romanlarda bir anlığına da olsa görünür sonra kaybolurdu. rüzgarın önü sıra kaçarken bir an için güneşi örten bulut gibi mesela. ya da su içmeye eğilmiş bir karacanın su dalgalanmadan önce suda yansıyan gözleri gibi.

dediğim gibi beyaz kalp ve karasevdalılar'ı ard arda okudum. 'suç ve ceza'vari yanları da olan bu iki kitabı, insan ruhunun sınırlarında dolaşmayı, ondan beslenircesine bir edebi yapıtı merkezine alan romanları seven herkese tavsiye ederim.

üçüncü kitabı, yani yarın savaşta beni düşün'ü keyifle okuyacağımı adım gibi biliyorum. sadece ilk iki kitapta olan bazı ortak şeylerin üçüncü kitapta olmamasından korkuyorum. gerçi olmasından daha çok korkuyorum. çünkü, benzerlik sadece başkahramanların çevirmen olması değil.

her iki romanda da cinayet var. aşk cinayeti. birileri aşık olduğu kadına ulaşsın diye işlenen cinayetler. ama bunun için kimse ceza almıyor. neredeyse kusursuzlar. sırlar anlatıcının kapı ardından bazı konuşmaları dinlemesiyle ortaya çıkıyor. her ikisinde de anlatıcı uykudan yeni uyanmış ve yatak odasında. salonda konuşulanları aralık bir kapıdan dinliyor. macbeth'e çokça gönderme var. elden düşmeyen, alıntı ya da göndermelerle olan biteni anlaşılır kılan bir kitap var. ve en az bir karakter ünlü bir sinema oyuncusuna çok benziyor.

biliyorum, bir şey bir defa oldu diye ikinci defa olması gerekmez. yine de umuyorum.

29 Eylül 2017 Cuma

godot'yu bekler gibi

otobüs daha fazla gecikmesin diye tuhaf bir inançla geleceği yöne bakmaktan kaçınan yolcular durağın önündeki suskunluk gölüne dalmış her zamanki gibi geciken sekiz buçuk otobüsünü bekliyordu.

27 Eylül 2017 Çarşamba

sonsuz seçenek

geçen gün bir arkadaşımla kitaplardan konuşurken, iki bin on altı yılında okuduğum bir romandan bahsettim. mayıs ayıydı. yani güllerin iklimi.

iyi, tavsiye edilesi bir roman değil ama bu romanın kahramanı adaşımdı. hatta sonunda şunu demiştim: "ilk defa kahramanıyla adaş olduğum bir roman okudum... sonunda öldü."

söz kahramanlara gelince daha önce duymadığım bir şey söyledi. belki 'yaratıcı yazarlık saçmalamaları'nda öğretiliyordur. "romanlarda ana karakterlerin isimleri aynı harfle başlamaz"mış.

ve devam etti: "bence roman yazmanın iki zor yanı var. birincisi, belki de yıllarca, sabırla bir hedefe odaklanmak. ikincisi de, karakterlere isim bulmak. insanlar seçme şansının sonsuz olduğunu düşünürler. ama yanılıyorlar. bugün üç basamaklı sayıların çarpımıyla ilgili bir örnek verecektim ve "üç yüz seksen..." dedim kaldım. önümde sonsuz seçenek olmasına rağmen birini bile seçemedim. isim bulma bahsi de böyle bir şey. sonsuz seçenek arasında sıkışıp kalmak değilse de kaybolmak gibi..."

kime ait olduğunu bilmediğim ama 'rehavet biraderim'den duyduğum bir cümleyi hatırladım ben de. "roman yazmak isteyen birisi bütün akrabalarını öldürmelidir." bu cümleyi, romanınızda eş, dost, akraba çevresinden isimleri kullanmayın, olarak da okuyabiliriz. mesela, ne zaman evdeki kedi konusunda cesarete ihtiyaç duysa en yakın arkadaşını arayan bir karakteriniz var ve adını selçuk koyuyorsunuz. selçuk çok üzülür...

ben olsam gerçekten de tanıdık, özellikle akraba isimlerinden kaçardım. kendi ismimi de kullanmazdım ama bir bahane ile kendime anlatıda yer açardım. "kartvizitleri bir yerde unutmakta sakınca görmedim de ne demek? hep vnf.den öğreniyorsunuz bunları." mesela...

ya da dünyaya düştüklerini hisseden, bu düşüşün izlerini hâlâ dizlerinde taşıyan ve birbirini bu izlerden tanıyan iki roman kahramanım olsa adlarını hilal ve ayhan gibi gökyüzünden seçerdim.

24 Eylül 2017 Pazar

günün sorusu: bardak

yere düşen bir bardağın tanımlar dünyasından kurtulduğuna ve eskisi gibi sadece cam parçası oluşuna sevinmediğini kim söyleyebilir?

22 Eylül 2017 Cuma

eş, dost ve akrabalardan kitaplar

edebiyatın bahçelerinde yürümekten aldığı keyfi de eserlerini bu yürüyüşlere borçlu olduğunu da saklamayan enrique vila-matas, montano hastalığı'nda da o güzergâha sıkça sapıyor. bunlardan biri de bioy casares'in bahçesinden: kimi arkadaşlarınız âdeta edebiyattan soğuyasınız diye size kitaplarını gönderir.

sanat ve sanatçılarla iç içe yaşadığım söylenemez. yine de sanatın herhangi bir dalına bulaşmış dost ve arkadaşlarım var. elbette bunlar içinde yazarlar da var. bu alıntıyı okuyunca ne kadar şanslı olduğumu, sadece bana hediye dost kitaplarından değil dost çevirilerinden bile müthiş bir keyif aldığımı hatırladım.

ve bir şey daha. kitaplığa yürüdüm. "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan bir kitabı yerinden aldım.

şimdi geçmiş denilen yarı karanlığı yokluyorum. mutfakta. pencerenin önünde.

*

tekelleşmiş sermayenin kafe ve pastanelere yeni yeni el attığı, olası zincirlere ilk halkaların inşa edildiği dönemdi. ama biz sakal'a giderdik. üstelik sakinliği, sıcaklığı, rahatlığı dışında bir sebep daha vardı: tarçınlı kek... filtre kahve öncesi dönemdi ve çayla beraber muhteşemdi.

bazan liseli öğrenciler de gelirdi. dersane çıkışında üniversite hazırlık öğrencileri de. sohbet edenler, öpüşüp koklaşanlar, ders çalışanlar hepsi bir arada. bazan aynı masayı paylaştıklarım da olurdu. kendimi tutamaz, "ikiz kenar üçgenle ilgili sorularda ilk olarak aklınıza tabana indirilen dikmenin aynı zamanda hem kenarortay hem açıortay olduğu gelsin" ya da "ikinin karesi çarpı üçün dördüncü kuvveti" diye cevap verirdim, arkadaşına "üç yüz yirmi dördü çarpanlarına ayırsana" diyen birine. anında verilmiş bu cevap yüzünden benden yana bakanlara da, "üniversite numaramın son üç rakamı," derdim beni manyak sanmasınlar diye.

bir gün bir kız geldi. adını söyledi ama şimdi aklıma gelmiyor. "sürekli bir şeyler okuyorsunuz," dedi.
"konuştuklarınıza bakılırsa şiir de seviyorsunuz. benim amcam şair. size onun şiir kitabını armağan etmek istiyorum."

"elbette," dedim. "çok sevinirim." ama aklımdan geçen kelimesi kelimesine şuydu: "nereden çıktı şimdi bu? kesin hayatı boyunca, neden kitap yazmıyorsun, sorusuna muhatap olmuş, emekli olunca da ilk fırsatta şiir kitabı çıkartmıştır. kız bir süre sonra gelip soracak. beğendim desen bir türlü beğenmedim desen bir türlü."

'kelimesi kelimesine' eminim. çünkü, başta iki gün sonra o kız olmak üzere bu anıyı defalarca anlattım.

iki gün sonra geldi. kitapları yana sarkıttığı elinde taşıyordu. şiir kitabı da en üstte, görünür vaziyette. yerimden fırladım. ne düşünür, ne anlar umursamadan kolundan tutup dışarı çıkarttım onu. "amcan," dedim, "amcan ilhami çiçek mi senin?"

sonrası malûm. 'kelimesi kelimesine' emin olduğum o cümleler. satranç dersleri'nin beni ben yapan etkisi, "müntehir çiçek" ilhami'nin türk edebiyatının göğünde bir süre görünüp kaybolan en parlak yıldız olduğu, bu kitabın bende zaten var olduğu. edebiyat dergisi yayınları'ndan çıkan baskısını bulamadığım için bu kitapla avunduğum falan...

*

sonra buldum ilk baskıyı. olgunlar'daki kitapçılardan birindeydi. hem de iki tane. bir bana diğeri yakari'ye. onu kitaplığa koydum da "söyleyecek bir şey yok. sadece okumanızı istedim." ithafıyla başlayan göğekin'i askerde bile yanımdan ayırmadım.

19 Eylül 2017 Salı

bir masada iki kişi: yolun sonu

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- hepsi bu kadar. galiba her şeyi anlattım.

- çok mu seviyorsun onu?

- bunu ben de bilmek isterdim.

- o zaman şanslısın.

- şans mı?

- kesin olarak bilmemek iyidir. tıpkı sisin manzaraya güzellik katması gibi.

- bazan insana yolunu kaybettiriyor.

- merak etme bütün yollar aynı yere çıkar. hayal kırıklığına...

*

bir süredir "son-uç"ta. ama geçecek. her zaman geçer. gelir yeni hikâyeler anlatır bana. ben de dinlerim. hatta onları yazarım.


17 Eylül 2017 Pazar

geçmek bilmeyen bir ergenlik

az önce, bir hafta kadar önce yazdığım bir metni gözden geçirirken "bitmeye yazgılı aşk edimi" diye bir ifade kullandığımı fark ettim.

en son, üniversitede yazdığım son şiirlerden ikisinin adının "sensizlik üzerine betimlemeler - I" ve "sensizlik üzerine betimlemeler - II" olduğunu hatırlayınca bu kadar çok utanmıştım.

allahtan üzerinden fazla zaman geçmeden şiire tövbe etmiştim de orada kalmıştı.

ama şimdi ne yapabilirim bilmiyorum.

14 Eylül 2017 Perşembe

çok satarlar: bir "kırk katır mı kırk satır mı" hikâyesi

"bugün on sekizinci yüzyıl fransız edebiyatı diye geçen şeylerin çoğu, on sekizinci yüzyılda fransızlar tarafından pek okunmuyordu… edebiyat tarihini klasiklerden oluşan bir kanon olarak gören keyfi anlayışın, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda edebiyat profesörleri tarafından geliştirilmiş olan bir anlayışın gadrine uğramış durumdayız – halbuki on sekizinci yüzyılda insanlar bambaşka şeyler okuyorlardı. société typographique de neuchatel'de, o zamanki yayınevlerinin muhasebe defterlerini ve belgelerini inceleyerek, devrim öncesi fransa’ya ilişkin bir tür çok-satarlar listesi oluşturmayı başardım; bu liste bugün sınıflarda öğrencilere önerilen okuma listelerine hiç mi hiç benzemiyor."

deyim yerindeyse başka söze ihtiyaç duymayan, benim de nurdan gürbilek'le yapılan bir röportaj vasıtasıyla haberdar olduğum bu alıntı robert darnton'dan. edward said'in türkçe'de kış ruhu adıyla yayınlanan denemelerinden birinde yer alıyor.

edward said, bu alıntıyı, kültürel dayatmanın bir kolu olan ve "kanonik eserleri kuşatan taassubu gözler önüne sermek ve üniversitelerin edebiyat bölümlerinin başka türden yapıtları görmezden gelen, onları dışlayan müfredatını eleştirmek için kullanmış". ama biz, bu alıntıyla aralanan başka bir kapıdan girelim.

çok satan romanlardan, "en iyi" listelerinden uzak durmanın has edebiyatla aramıza giremeyeceği, dahası bu tarz romanlar tükenip giderken kıyıda köşede kalmış bir çok romanın demlene demlene zamanını beklediği üzerine konuşalım.

*

mülksüzler benim en sevdiğim romanlardan biridir. beni ben yapan yanları da vardır. o romandan öğrendiğim en önemli ikinci şey, gazete ve dergilerin haber ya da bilgilendirme değil, bazı ürünlerin reklamını yapmak için çıktıklarıydı. elimize bir dergi almakla bile ursula k. le guin'in ne kadar haklı olduğunu görmek mümkün.

söz gelimi, fotoğrafçılık dergileri fotoğraf makinesi, mercek vs. reklamları ile bu reklamlar arasındaki bir kaç yazıdan ibarettir. gezi ve seyahat dergileri ise tur ilanları, otel reklamları arasına sıkışmış, mevcut ilanlar hangi şehir ağırlıklı ise orası için yazılmış vasat gezi notlarından. hatta sinema dergileri. hangi dağıtım şirketine yakınsalar diğer şirketlere gözleri kapalı.

o çok sevdiğimiz, kitaplardan bahseden dergiler bile farklı değil. bırakın reklam sayfalarını, eleştiri yazıları ve röportajlar bile tanıtımı yapılacak kitaplara göre dizayn edilmiştir. hatta "çok satan" listesi bile bilgilendirmeden çok talep arttırmak içindir.

liberal/sol dergilerde bırakın muhafazakar bir yazarın kitabını, kendilerine para kazandıracak olduğu halde muhafazakar bir yayınevinin reklamını bile göremezsiniz. "ama muhafazakar dergiler de" diyeceklere de, "sanılanın aksine liberal/sol dergilerin bu konuda daha yobaz olduğunu" söyleyebilirim.

her hangi bir kitap markette "çok satan" ya da "yeni çıkanlar" tarzı bir ayrıcalık(!) isterseniz, orada çalışan bir tanıdığınız yoksa da bir miktar para iş görebilir.

*

böylesi bir dünyada tercihlerimizi başkalarının tavsiyelerine emanet etmek, bozuk düzende sağlam çark arayışından başka bir şey olmuyor maalesef.

bunun bilinciyle bin bir temel eser, yüz büyük roman, ölmeden önce okunması gereken üç yüz yirmi dört kitap ve/ya film listelerine hiç bir zaman itibar etmedim. söz gelimi wilhelm genazino'nun adını 'iki bin on beş yılı çok satanlar listesi'nde görsem de ancak "modern alman edebiyatı, varoluşçuluk etkisi, felsefe eğitimi ve konu" birleşince okumaya karar verdim.

normal şartlarda bildiğim, çoğu zaman önceki okumaların doğurduğu kitapları okuyorum. eğer yeni bir kitapla keyfimi ve zamanımı riske edeceksem de sadece konuya bakıyorum.

size de tavsiye ederim.

12 Eylül 2017 Salı

dua

"bir gün sana rastlasam şu sokaklarda,
dörtnala küheylânlar geçse göğsümden..."*

*:dilaver cebeci

8 Eylül 2017 Cuma

dakika ve skor

"bir saat önce dali'nin hangi günlüğünü tercih ettiğini sormak üzere şair pere gimferrer'i aradım. pek meraklı bir tip olan gimferrer, "neden soruyorsun?" diye sordu. "yanıtını öğrenmek isteyip istemediğimden emin değilim," dedim. "aslında seni aramamın nedeni yazmakta olduğum ve artık bir romana ve bir sözlüğe dönüşen, gitgide özellikle de yalnızca geçmişten bahsedip durduğum son birkaç gün içinde bir günlük olmaktan çıkan günlükte senin bahsinin de geçmesini istiyorum sadece; muhtemelen seni de bu yüzden aradım zaten; bugüne dair anlatacak bir şeyim olsun diye, gerçek hayatta bu perşembe günü yaşanmış bir şey olsun diye, biraz şimdiki zamana ihtiyacım var.""*


*: enrique vila-matas, montano hastalığı

6 Eylül 2017 Çarşamba

tercih

geçmiş

adam tercih edebileceği bir hâli/kişiyi tercih etmeyerek, o hâli/kişiyi ve buna eklemlenmiş bir sürü şeyi yitirdi. ve bunun bir bedeli oldu. o günden bu güne kadar da bu bedeli ödeyip durdu.

şimdi

kadın bir tercih ya da seçim zorunluluğu yokken, yine de bir hâli/kişiyi seçerek, "hedefi bulan ok başka ne varsa ıskalamıştır" örneğinde olduğu gibi başka hâlleri/kişileri elinin tersiyle itti. hiç şüphesiz bunun bir sonucu olacağını biliyordu.

gelecek

nihayetinde, her tercih bir kaybediştir. bizler bir hâli/kişiyi tercih eder, diğerlerini kaybederiz.

4 Eylül 2017 Pazartesi

kurgu

"eski bir hatıra bir anlatıda kendine nasıl yer bulur? bunu bir örnekle açıklayalım" adlı çalışmam:

kendimi kapısında buldum. elimde bavul. tıpkı terliklerimle gelmiş gibi. kocaman gülümsedi. yanağında derinleşen çukur dudağının bitimine kadar dalgalandı.

"beni siz kapın istedim."

kapı ardına kadar açıldı.

sonrası herkesin bildiği gibi.

1 Eylül 2017 Cuma

babamın montu

fotoğraf. aile albümünü karıştırırken karşıma çıktı.

siyah beyaz. aslında siyah beyazmış gibi yapıyor demek daha doğru.

iki binlerin başı. ankara. tarihi hatırlamasam da o günü hatırlıyorum. neresi olduğunu, takvimin sonbahardan kışa koştuğunu.

sevgilim ve ben. yüzümüzü hafifçe sola dönmüşüz. yüzümüzde batmaya hazırlanan sonbahar güneşinin izleri. cevo'ya bakıyoruz. sevgilim çok güzel. gamzelerini de getirmiş. "bu kadar" gözleri ve o gözleri gölgeleyebilmek için upuzun olmaya mecbur kirpikleri de yanında. ay çiçeği tarlalarından geçiyor gibiyim. benimse yüzümde tebessüm, üzerimde babamın montu.

*

o yaz annem atılacak giysilerden bir yığın yapmıştı. montu o yığında nasıl gördüm bilmiyorum ama gördüm. ekose desenli, ekoseleri siyah ve grinin tonları olan bir mont. eskimiş ve yıpranmış da. kolundaki metal çıtçıtlar paslanmaya başlamıştı mesela. babam, elleri sığabilsin diye yan ceplerin astarını sökmüş.

yine de çekip aldım o yığından. kuru temizlemeye verdim. bavula koyup ankara'ya getirdim. sonra serin bir ankara sabahında ilk defa giydim. sonbahardı. yürüye yürüye kızılay'a gidiyordum. ve hayal kuruyordum.

kurtuluş parkı'nın içinden geçiyordum ki hayallerimin tam orasında babamla konuşmaya başladım.

o montla siyah beyaz bir fotoğraf çektirmek ve arkasına, "görüyor musun baba? sana ne kadar çok benziyorum," yazıp babama yollamak istedim. ve hayalimin tam burasında kendimi tutamayıp salya sümük ağlamaya başladım.

sonbahardı. o sabah kurtuluş parkı'ndan ağlaya ağlaya geçtim.

babamı çok özledim.

*

şimdi bayram. yaz çoktan bitti. eylül oldu artık.

bu yazıyı ağlaya ağlaya yazdım.

bir de, babamı çok özledim.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

kendimden geriye

"su yeşili gözleri var kâtibin. o güneş görmemiş, hasta ışığın altındaki sayrı yüzünde bile parlayabilen su yeşili gözleri var. bir daha dağıldım. bunun da gözlerinde bir parçam kaldı. bundan sonra bunu da hesaba katmalıyım. beni tanıyanlar arasında bu da olacak. olmaz ama. unutur o. benim tanıdıklarım arasında bu da olacak. gelmeseydim keşke, hiç gelmeseydim. tanımayıverir, geçerdim. şimdi o da var. parçalarımı toplarken, bunun gözlerinde, yeşillerin dibinde kalanını da bulmak, unutmamak gerekecek."*


*: bilge karasu, troya'da ölüm vardı- odalardan biri

28 Ağustos 2017 Pazartesi

dönüş

yalnızca şehirlere ve mekanlara değil, bazı kitap, film veya şarkılara, hatta bloga yazdığım bazı yazılara da cinayet mahalline döner gibi arada bir dönmeyi seviyorum.

24 Ağustos 2017 Perşembe

köprü ve aşk

bu da selçuk için. ama çok kısa...

çünkü eski bir yazı için küçük bir zeyl denmesi. bu nedenle ilk olarak o yazıyı okumanızı tavsiye ederim. zira geçenlerde bir araya geldik ve konuyu biraz köpürttük.

*

aşk yalnızca bir asma köprü hikâyesi değil. rastlaşma, kucaklaşma da değil.

bütün bunların üzerine, geçtiğin kıyıda kendini bulamama, geriye dönüp baktığında hiç kimseyi görememe hissi.

22 Ağustos 2017 Salı

pusula

bir sevgilim vardı: ze.. ötesini hatırlamıyorum.

kuzey denizi kenarındaki bir kumsalın bitiminde boy vermiş, rüzgarda çırpınan otları hatırlatan kirpikleri vardı.

ne zaman heyecanlansa, -mesela, "geometri öğretmeni olsaydım ilk derse, bugün edebiyat ile matematik arasındaki en büyük farktan bahsedeceğiz, diyerek başlardım," diye anlatmaya başladığımda... "nokta edebiyatta her şeyin sonu iken, geometride her şeyi başlatandır." ya da hidrojen ve oksijenden ve onların muhteşem birleşiminden bahsetsem- kirpikleri bir pusulanın kuzeyi arayan iğnesi gibi titreşirdi.

bugün, anlatması uzun sürecek bir hikâyenin ortasında -aslında hikâye tam bana göre ama anlatmaya gücüm yok- onu andım.

çünkü gerçeğe dönüştüremediğim bir hayalde, bir pusula satın alıyor ve "kuzey"i işaret eden "N" harfini söktükten sonra sağa devirerek yapıştırıyordum. sonra da, "bu benim pusulam ama sende kalsın," diyerek ona veriyordum.

şu an düşündüm de, belki bir gün "gerçeğe dönüştüremediğim hayaller üçlemesi" yaparım. ve böylece başkalarını da anarım.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

son macera

dokuz ağustos çarşamba...

bundan sonra hiç kimse, ilk hecedeki uzadıkça uzayan "a" sesini normalden kısa söyleyerek, "benim için bir macera oldu" demeyecek.

bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

tehlikeli şiirler - yirmi dokuz

bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla
edip cansever'den salıncak* mesela...

I

büyük bir oda. bahçeye açılan bir pencere
ortada bir masa
yanda bir kapı
daha birkaç şey: örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
sabah. duvarda gün tanrıları
rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
görünür ama görünmez
yani hiçbir şey yerinde değil pek. bugün ne?
salı! o bile yerinde değil
bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
nereye?
bilmem!
bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
iyi. biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
çıkrık
bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı duyulur bu ara
duyulmaz ama duyulur
başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni ölümü taşımaya

sabah. duvarda gün tanrıları
birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
aşağıda
iskemle gıcırtısı, ayak
tütün kokusu, koku
yaz kelebeği tadında bir soluma
yer değiştirme, kımıltı
tekrar soluma
kadın
sessizlik.

II

gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
sarı bir kertenkele... onunla her şey bir iki sıçrar, durur
başkaldırır, düşer
bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. sonra?
bir su arayışı, bir bozgun... Biz buna benzer her şey diyoruz, her şey her şey
her şey
çünkü o, kadın
uzanır, sağar bir yokluğun içinden
gene bir yokluğu sağar, üşenmez
bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
çıkar boş kıyılardan katılaşmış akşamüstleri
böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
yani olanlar olmuştur bir kere
bir kartal donakalmıştır sıcaktan. bir u sesi duyulur
yaratılmaya uygun bir ses, u
uzağa bakar kartal. o kadar bakar ki, bakmaz
taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
tanrım bize bir salıncak!
çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
bir daha, bir daha, bir daha
unutmak unutmak unutmak
tanrım!
taş kesilmemek için taş
bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz

kadınsa kımıldamak ister, olmaz
yer değiştirmek ister, olmaz
solumak birdenbire
gene olmaz
olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
bir kaya daha çatlar
başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
çıkar o yunus balığı, o heykel
yaz kelebeği, kapı
sonra?

III

sonra ne? sabah! iyi bir gün başlar ne de olsa
tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil
bir aralık gibi durur dünyada
işte bir soru!
okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
"önce hep gece vardı" diyen bir kitapla
biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
diyoruz; çünkü o kadın
ne yapsa, neye uygulansa
bir aralıktır şimdi dünyada
bir aralık, bir aralık!
yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
tanrım ona bir salıncak!
bir gidip bir geliversin diye boşlukta
umutla, erinçle, tutkuyla
kendine kendine kendine katlanarak
hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
tanrım
ona bir salıncak!
tam burda
gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
sorar o çiçekleri -bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
nereye kadar bilinmez
hani bir sormasa... korkunç!

hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
sonra?
sonra ne? işte bir çamur gibi sıvanmış odaya
karanlık bir kilisenin
ihtiyar zangoçunun ağzıyla
günaydın!
iyi bir gün başlar ne de olsa

IV

iyi bir gün başlar. dünyadayız artık. dünya!
şu tatlı pencereniz. sizin. Bunu anlamayacak ne var? pencere
tanıklık ediyor işte. gün mavisi bir şey. tanıklık ediyor
pek açık değil. değil de... size. tanıklık ediyor bir de
bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar
işte
yaşamış bir kadın yaşıyor orada
yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
var ya
orada
tek imge kayalardır, işte orada
yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da
günler de, zamanlar da
-görünen bir zamandır çünkü orada-
bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
değilse bir hareket bu, yalnız orada
orada
bir ayak boyu yerde, bir kadın
bırakılmış gibi yıllarca
tanrım ona bir salıncak!
taş kesilmesin diye taş
donakalmasın diye boşlukta.

hani o balıkçılla yarışan çaylağa
kırpışan gözleriyle bakan gemici
gibi
baksın o da görmeden
ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

tanrım size bir salıncak!

3 Ağustos 2017 Perşembe

sırt üstü yüzmek

kadın suya yürüdü. üzerinde giysiler.

önce ayakları ıslandı. sonra elbisesinin eteği.

ama o yürümeye devam etti.

su yeteri kadar derinleşince kendini suya bıraktı ve kulaç vurmaya başladı. yoruldu, yüzünü bulutlara döndü. kollarını açıp kendini suya emanet etti.

nereden aklına geldi bilinmez, bir süre sonra sırt üstü yüzmeye başladı. yüzünde tebessüm, düşüncesinde ise, çok iyi yüzdüğü halde sırt üstü yüzmeyi beceremeyen bir çocuk.

*

hayat ne tuhaf... belki de bütün bunları hiçbir zaman bilemeyecektik.

eğer, "aşk her defasında beni yarı yolda bıraktı" diyen o güzel kadın yüzünde aynı tebessümle çocuğa bakıp, "biraz soluklandıktan sonra çok iyi yüzdüğü halde sırt üstü yüzmeyi beceremeyen bir çocuğu düşünerek sırt üstü yüzdüm," demeseydi.

1 Ağustos 2017 Salı

takvim yaprakları

ununu eleyip eleğini asmışcasına zamanla ilişkisini en aza indirmiş, günü ezanlara göre taksim eden, akıp giden zamanı da uzayıp kısalan günlerden, soğuyan ısınan havalardan, bahçedeki çiçeklerden, meyve ağaçlarından anlayan insanların evlerindeki günlerce hatta haftalarca ihmal edilmiş takvim yapraklarını anlıyorum da gündelik hayatın ritminin hiçbir zaman azalmadığı, tatil günlerine ayarlı, söz gelimi inşaat malzemeleri satan bir dükkanda ya da ünlü bir otomobil markasının yetkili servisinde kasanın hemen arkasındaki duvarda asılı takvimin yapraklarının değil elli iki gün tek bir gün dahi ihmal edilmesini anlayamıyorum.

27 Temmuz 2017 Perşembe

dönersen ıslık çal*

galiba elimden tutup beni bu yazdan çıkartacak şarkıyı buldum.

bakmayın "galiba" dediğime. eminim aslında. sadece küstahlık hakkımı böyle bir konuda harcamak istemiyorum.

mesela birini, "bende sevmediğiniz bu kadar çok şey varken neden hâlâ buradasınız," diye sorarken kullanmak istiyorum. bir diğerini de, göz yaşlarını sildikten sonra ıslak gözleriyle bana bakarak, "aşkımı ilk benim mi söylememi istiyorsunuz?" diye sorduğunda "hiçbir zaman söylemeyin," derken. evet, peçorin'i tanıyorum.

şarkı adından dolayı dikkatimi çekti. sadece isimlendirmedeki şiirsellik değil, fikret kuşkan'ın iyi bir oyuncu olduğunu da filmi de biliyorum. şarkıya daha ilk dakikada vuruldum. sonra olaylar gelişti. oysa, daha bir gün önce semih kaplanoğlu'nun yeni filmi buğday'ın fragmanı için de aynı şeyi söylemiştim. sesim, soluğum kesildi. yasal uyarı: eşşiz bir sinema tecrübesi bekliyor bizi.

ben manuş baba'nın ismini ilk defa duydum ama durum yeni bir kalben- haydi söyle vakasıymış. herkes biliyormuş yani. sizi bilmem ama ben kalben'in haydi söyle yorumunu sevmeyen birine henüz rastlamadım. herhangi bir konuda üzerinde böylesi bir mutabakat nadir rastlanan bir durum olduğundan insan ister istemez, "n'oluyo?" diyor.

ne diyordum? daha bir dakika dolmadan şarkı hakkındaki kararımı vermiştim bile. müzik, sözler, yorum tam bana göreydi. şimdilerde göğsümün sol yanında eli kolu bağlı oturan anarşistin bir zamanlar dinlediği marşları hatırlatan yanı da cabası.

*manuş baba, dönersen ıslık çal

19 Temmuz 2017 Çarşamba

güneş ışığı

içinde toz yüzen güneş ışığı perdelerin arasında gördüğü bir boşluktan odaya dalmış ve bir mızrak gibi üzerinde ayaklı lamba duran küçük masanın tozlu yüzeyine saplanmıştı.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

yanılgılar tarihi

mustafa kutlu'nun seyfettin'i severdik adlı zarif anlatısında, "cennet bahçesinde oturmuş nusretiye camii'nin minareleri üzerinden marmara'ya, sarayburnu'na, beyaz gemilere doğru bakmıştık," cümlesiyle başlayan bir yer vardır ve herkesin kolayca düştüğü bir yanılgıyla sonlanır: şimdi, herhalde bana kalbini açacak diye bekliyordum.

çünkü, tam da 'şimdi değilse ne zaman' zamanıdır. cevabı da, 'hiçbir zaman'a yazgılıdır.

modern insanın bir başka yanılgısı da, 'anlatırsam anlar' hayalidir. bu yalnızca, anlatmanın kendimizi bir başkasına anlaşılır kılmaya yettiğini sanmak değildir. daha çok, muhatabımıza ne kadar çok şey anlatır, ne kadar çok sırrımızı ona açarsak bize güveneceği, bizi daha çok seveceği, arada daha güçlü bir bağ oluşacağı yanılgısıdır.

oysa hiçbir zaman o mağaraya giremeyiz. el yordamıyla da olsa mağaranın derinliklerine gidebileceğimizi sanmak insana özgü bir iyimserlik hâlidir. sadece mağaranın girişinde durur, bir kibrit yakar ve mağaranın derinliklerine doğru, "kimse var mı?" diye bağırırız.

kimse yoktur.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

zamanımızın "romeo ve juliette"i*

düşman aileler: "romeo ve juliette" oluşun doğasına uygun olarak. olması gerektiği gibi.
sebep siyaset olabilir. çünkü modern zamanlar. ya da kadın evli.
değişmeyen, buluşmaları imkansız. ancak uzaktan uzağa.

modern zamanlar ama cep telefonu öncesi dönem. ev telefonu ve telesekreter zamanları.
kocası ne zaman mesajları dinlemek, yanıp sönen kırmızı ışığı susturmak için telesekreterin tuşuna dokunsa kadın duvardaki saate bakıyor.

on bir saniyelik suskunluk seni çok özledim demek.
on üç saniye, seni rüyamda gördüm.
yelkovan on yedi defa zıplarsa, bugün sokaktaydın.
on dokuz, seni seviyorum.

evet, adam matematikçiydi. her matematikçi gibi asal sayıları çok severdi.

bu defa yirmi üç saniye sustu adam. bu, senden nefret ediyorum demekti.

duvar saatinden bir an bile gözlerini ayırmadan, ben de seni çok özledim, dedi kadın. hem de çok özledim.

sonra kucağında duran kitaba döndü. okuduklarından bir şey anlamayacak, son bir kaç sayfayı yeniden okuyacaktı.


*: başlık vesilesiyle lermantov'a selam olsun.

13 Temmuz 2017 Perşembe

zarf

önce kitaplığın rafında, kitapların önünde. şimdi masada.
günlerdir bekliyor.
mühürlü.
mumlu mühür kan renginde ve kan damlasını andırıyor.
sanki içindekiler kanla yazılmış gibi.

7 Temmuz 2017 Cuma

ıssız ada

zygmunt bauman'ın "ıssız bir adaya düşseniz yanınıza hangi kitapları alırsınız?" sorusunu yanıtlarken görüldüğüdür:

"robert musil'in niteliksiz adam'ı, george perec'in yaşam kullanma kılavuzu, jorge luis borges'in labirentler'i ve italo calvino'nun görünmez kentler'i arasında seçim yapmak benim için çok zor olacaktır. bu kitaplar arzulamayı öğrendiğim ve gerçekleştirmek için boşuna çabaladığım her şeyi örnekliyorlar: bakış açısında genişlik, insanlığın düşünce hazinesinin tüm kompartımanlarında evindelik hissi, insanlık tecrübesi ve duyarlılığının henüz keşfedilmemiş imkanlarıyla ilgili çok yönlülük hissi ve hep yapmayı isteyip de bir türlü cüret edemediğim ve edemeyeceğim bir düşünme ve yazma tarzı. illa tercihimi sınırlamaya zorlanırsam, büyük ihtimalle borges'in ficciones* eseri içindeki kısa hikayesi çatallaşan yollar bahçesi'nde karar kılardım."


*: vnf., bu kitabın iletişim yayınlarından, fatih özgüven ve tomris uyar ortak çevirisi ile ficciones- hayaller ve hikâyeler adıyla çıktığını, bahsi geçen hikâye için de yolları çatallanan bahçe isminin tercih edildiğini söylemek ister.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

kitaplıkta duran kitaplar

sevgili okur, bu yazıda kitaplarını kitaplığında görmekten büyük keyif alan ama alacağı bir şey olmadığı halde mağaza mağaza dolaşan insanları anlayamayan bir adamdan bahsedeceğiz.

ve bu iki durumun nasıl aynı cümle içinde durabildiğini de söyleyeceğiz.

kitaplara dekoratif bir unsur olarak yaklaşanlardan ya da her gece yatmadan önce altınlarını sayan cimriler gibi olmadığımı biliyorum. kitapların orada olmasını, karşısında durup kitaplığın raflarını yormayı, zaman zaman kelimenin tam manasıyla eski defterleri karıştırmayı seviyorum ben.

yine de biriktiriyor olma duygusunun verdiği bir yük her zaman oldu. bugünlerde bunun biriktirmekle alakalı olmadığını anladım. daha doğrusu çözdüm.

her okur, yeni bir şeyler öğrenmenin hazzını saymazsak okumaktan aldığı keyfin dışında iki duyguyu çok güçlü hisseder: kitap okumak ne güzel bir şey bundan sonra hep okuyacağım ve ben bu kitabı bir fırsat bulunca yeniden okurum arzusu.

"bana yeniden psikoloji kitapları okutturan adam" darian leader'ın, şimdi hangisinde olduğunu hatırlamadığım ama kadınlar neden yazdıkları her mektubu göndermez? ya da iş işten geçtikten sonra verilen sözler'den birinde olduğunu bildiğim bir tezi vardır.

orada, bir şey almaya niyeti olmadığı halde saatlerce mağaza dolaşan insanların motivasyonunu nereden aldığını anlatır. insanlar o ürünü orada görmekle ve böylece varlığından haberdar olmakla, eğer bir gün istersem ya da gerçekten ihtiyaç duyarsam alabilirim duygusu kazanıyormuş. peşi sıra da bu duygunun verdiği rahatlama ve keyif.

şimdi değil ama yarın sabah ne olacağını iyi biliyorum. kitaplığın karşısında duracağım, hiç aklımda yokken bir sürü kitabı karıştıracağım ve sonunda niteliksiz adam'ı durduğu yerden çıkaracağım.

2 Temmuz 2017 Pazar

günün sorusu: tabula rasa

sosyal medya hesaplarınızı kapatıp yeni bir hesap alınca ya da mevcut hesabınızı sıfırlayıp yeniden başlayınca -mesela instagram hesabınızdaki bütün fotoğrafları silip yenilerine ilkmiş gibi yaptığınızda- geçmişi yok sayabiliyor, bütün isimleri ve yüzleri ve onlara ekli hatıraları unutabiliyor musunuz?

30 Haziran 2017 Cuma

ara güler'in istanbul'u

orhan pamuk'tan bir sergi yazısı ya da katkısı:

"ara güler'in istanbul'u benim istanbul'umdur. bin dokuz yüz elliler ve bin dokuz yüz altmışların istanbul sokaklarının, kaldırımlarının, dükkânlarının, bakımsız ve kirli fabrikalarının, gemilerinin, at arabalarının, otobüslerinin, bulutlarının, taksi ve dolmuşlarının, binalarının, köprülerinin, bacalarının, dumanlarının, insanlarının görüntüleri ve ilk bakışta fark edilmeyen o atmosferi, en iyi ara güler'ın fotoğraflarında yakalanmış, belgelenmiş, gizlenmiş ve korunmuş bulursunuz.

özellikle bin dokuz yüz ellili ve bin dokuz yüz altmışlı yıllarda geçmişin ihtişamının zayıf bir ışık olarak parıldadığı ve osmanlının avrupalılaşma azmiyle dikmiş olduğu bankalarının, iş hanlarının ve büyük devlet binalarının fark edilmemesi mümkün olmayan bir şekilde çürüme belirtilerinin ortaya çıkmasına rağmen, ara güler şiirsel bir duyarlılıkla kendine özgü bir ruhu yakalamayı başarmıştır.

ara güler'in siyah beyaz fotoğrafları istanbul'u batılılaşma sürecinde bulunan ama geleneksel yaşam şekillerini devam ettiren bir şehir gibi göstermektedir. ara güler istanbul'u eski ve yeninin yıpranma sedası altında, fakirlik ve alçak gönüllülüğün iç içe kaynaştığı bir ortamda, sakinlerinin yüzlerine yansıyan, hüzün gibi görünen bir kent olarak göstermektedir.

çocukluğumun istanbul'unu siyah-beyaz bir fotoğraf gibi algıladım. "istanbul'un gözü" diye bilinen ara güler, şehrin fotoğraflarını da bu doğrultuda çekti."

27 Haziran 2017 Salı

hoş

ergen zamanlarımızda bir esprimiz vardı. birbirimize "hoş kızsın" ya da "hoş çocuksun" der gülerdik. çünkü oradaki hoş, güzel ya da yakışıklı olmayanlara şakadan uzak zamanlarda bunu söylemeyecek kadar centilmen olduğumuz için yardıma çağırdığımız bir kelimeydi.

ama ergendik; bu, acıtmak için değil diyor, gülmekte sakınca görmüyorduk.

karizmatik de vardı galiba. yoksa kızlara hoşsun, erkeklere karizmatiksin mi deniyordu?

büyüyünce espriler değişiyor, yardıma çağırdığımız kelimeler de... güzel hâlâ güzel, yakışıklı hâlâ yakışıklı ama öyle olmayanlar için farklı icatlarımız var.

güzel bir kadından güzel, yakışıklı bir adamdan yakışıklı diye bahsediyoruz da diğerlerine gelince, çok güzel elleri var diyoruz. ya da gülüşü hoş. bir gözleri var anlatamam, beli muhteşem, dudakları az önce nar yemiş gibi, tenin insanda dokunma arzusu uyandırıyor falan...

bir de, "kimseyi görmedim ben/ senden daha güzel"* bahsi vardır ki, o bambaşka bir hikâye.


*: duman, senden daha güzel

22 Haziran 2017 Perşembe

"çevirmenleri niçin öldürmeliyiz?" (ikinci ve son defa./ umarım.)

derdim çevirmenler ya da çevirmenlik müessesi değil. derdim kitaplar ve okumak.

*

geçtiğimiz günlerde sosyal medyanın twitter ayağında bir olay patladı. ben mevzudan ayrıntı yayınlarının açıklaması üzerine haberdar oldum. peşi sıra ayrıntılar geldi zaten.

ayrıntı yayınları 'bir çevirmen'inin ihanetine uğramış. bu çevirmen, daha evvel başka 'bir yayınevi' tarafından basılmış 'bir kitap'ın yeni çevirisini yaparken önceki çeviriden bolca faydalanmış. hatta kopyalamış.

bunu yaparken de en büyük hatası, ilk çevirmenin yiğit yavuz oluşunu göz ardı etmek olmuş. çünkü yiğit yavuz, işinde çok iyi olduğu kadar yaptığı işlerin altına attığı imzayı sonuna kadar kollayan bir çevirmen. zaten durumun farkına varan ve ayrıntı yayınlarını bilgilendiren de kendisi olmuş. sonrası, tam da ayrıntı yayınlarına yakışan bir tutumla, bir özür mesajı ve kitapların piyasadan toplanma kararı.

bana öyle geliyor ki, yiğit yavuz olmasaydı bu durumun farkına muhtemelen varılmayacak, bir emek hırsızlığı belki başka işlerle ödüllendirilecekti. yayın dünyasında bu vak'anın ilk olmadığına eminim. son olacağına dair bir umut da taşımıyorum.

devam edelim...

çevirmenlik müessesenin tek probleminin intihal olmadığı, eksik ve niteliksiz çevirinin sık rastlanan bir durum olduğu kesin. kesin olan başka bir şey de, çevirmenlik müessesesinin "reform"a ihtiyacı.

bu reformun sınırları genişleyip daralabilir ama ilk adım tıpkı iki devlet adamının konuşmasına anlık çeviri ile yardımcı olan çevirmenleri kontrol eden "radar"* çevirmenliğin uygulamaya geçmesi. yani, editörlerden farklı olarak sadece çevirideki doğruluğu ve dürüstlüğü kontrol edecek üst-çevirmen uygulaması.

aklım her yayınevinin bünyesinde "radar" bulundurmasından yana ama bunun külfetli olduğu, özellikle de küçük yayınevlerinin bunu karşılayamayacağı muhakkak. o zaman da aklıma kitaptan kdv almakta ısrar eden devlet geliyor. her tercüme eser bir kontrol sonrası baskıya gitsin.

her şeyi devletten beklemeyelim, diyerek, bağımsız kurumları işaret eden liberal akıllar çıkabilir. onlardan ricam bağımsız ya da özelleştirilmiş kurumların çürümüşlüğünü hiç olmazsa kitaplara bulaştırmamaları. bütün hantallığına, ihmal edebilir yanına rağmen tübitak benzeri bir kurum işe yarayacaktır.


*: bu ifadeye javier marías'ın beyaz kalp'inde rastladım. galiba türkçe'de yok. yazar gibi çevirmen olan roman kahramanı kullanıyordu bu ifadeyi.

19 Haziran 2017 Pazartesi

su

"akmamak için kendini tutan suyu gördüm. eğer su iyi alışmış ise, sizin suyunuz ise, sürahi kırılarak dört bir parçaya ayrılsa da su etrafa dökülmez.

yalnızca bekler ki kendisi yenisine konulsun. dışarıya dökülmeye çalışmaz."*


*: h. michaux
notgibi: ya da buraya bakın. alıntıya yapılan 'çıkma'ya: insan bazen su'dur. belki de değildir.

15 Haziran 2017 Perşembe

dakika ve skor

"bu kitap bir intihar mektubudur. okumayı bitirip bir kenara koyduğunda (ki bu tür kitap mektupları yavaş okumalı, ipuçları ve açığa vurulan sırlara dikkat etmelisin) john self bu hayattan gitmiş olacak. en azından böyle bir ihtimal var. intihar mektuplarını okuyarak intiharın gerçekleşip gerçekleşmediğini anlamak pek mümkün değildir, değil mi? hayatın, gezegenimizdeki birikiminden yola çıkarak intihar mektuplarının sayısının intihar vakalarından daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. bu açıdan intihar mektupları şiire benzer: yeteneği olsun olmasın hemen herkes şiire ucundan kıyısından bulaşmıştır. her ikisini de kafamızda yazıyoruz çünkü... genelde mektup amaçlıdır; tamamlayıp zaman yolculuğumuza kaldığı yerden devam ederiz. işi biten mektuptur, hayatın kendisi değildir. elbette tam aksi de düşünülebilir. ölümü de bunun içine katabiliriz. ancak yine de intihar mektuplarına bakarak bir karara varamayız, değil mi?
peki bu intihar mektubu kime yazıldı? martina'ya, fielding'e, vera'ya, alec'e, selina'ya, barry'ye. peki ya john self'e? hayır. aslında bu mektup değerli dostum, senin için bırakıldı."

m.a
londra, eylül 1981


*: martin amis, para- bir intihar mektubu
notgibi: bold yazarın değil benim tercihim.

13 Haziran 2017 Salı

iyi okurlar iyi kitaplar

bu yazı, bir gece yarısı iki sayfa arasındaki derin boşlukta sayıklandı


tıpkı şimdi olduğu gibi ne zaman kitaplığın raflarını yorsam aynı şeyi düşünürüm. ki birilerine roman tavsiye ederken bunu söylemeden tavsiyemi tamam etmem.

okuma zevkine ve kalitesine güvendiğim arkadaşlarım var. (n'aparsınız, nasıl herkesin ilaç sormak için doktor, insanın başına her şey gelebilir diyerek avukat, çocuklarının üniversite hazırlık zamanlarında fikir almak için öğretmen -tercihen bir matematikçi bir de türkçeci- arkadaşı varsa benim de böyle arkadaşlarım var.) ortalama üzeri bir okur olarak, onları "has okur" saymanın doğruluğu konusunda en küçük bir şüphe taşımıyorum.

bazan paralel bazan tavsiye üzerine yaptığımız okumalar sebebiyle okuduğumuz kitaplar kümelerinin kesişim kümesi oldukça kalabalık. buraya kadar sıkıntı yok. ama bir ağaç gövdesinin dallara evrilmesi gibi bir yer var ve oraya geldik.

tuhaf bir şekilde onlar sanki anlaşmış gibi aynı kitapları seçerken, bir kaç istisna dışında ben her defasında çemberin dışında kalıyorum. söz gelimi, beraberce dostoyevski diyoruz; onlar suç ve ceza diye devam ediyor, ben karamazov kardeşler. ya da oğuz atay; tehlikeli oyunlar'a karşı tutunamayanlar diyorum. orhan pamuk için, benim adım kırmızı'ya karşı kara kitap'ı savunmak zorunda kalıyorum. john fowles söz konusu olduğunda, fransız teğmenin kadını varken nasıl büyücü'yü tercih ettiklerini kendime bile açıklayamıyorum.

hiçbiri benim kadar nazan bekiroğlu düşkünü değil ama olsalardı isimle ateş arasında'yı seçeceklerine eminim, ki ben nefret ederim. londra'da bir park konusunda beni yalnız bırakmalarını, 'genazino reis'e şöyle bir bakıp geçmelerini, ulysses diye tutturmalarını, nabokov'a sıradan, murakami'ye tuna kiremitçi muamelesi yapmalarını bir türlü anlayamıyorum.

elbette uzlaştıklarımız var; mülksüzler, yüzyıllık yalnızlık, sinek ısırıklarının müellifi, körleşme, saatleri ayarlama enstitüsü, gölgesizler, puslu kıtalar atlası, utanç, oğullar ve rencide ruhlar, ricardo reis'ın öldüğü yıl gibi. bunları söylemezsem olmaz.

yine de kendimden şüpheye düşüyorum.

9 Haziran 2017 Cuma

atışma - sekiz

elde ki resmi/ gayri resmi verilere rağmen kim daha önce mikrofona gelmiş bilmiyorum. belki nadir göktürk bu sözleri çok eskiden, ezginin günlüğü canımızı yakmadan evvel yazmıştır. belki şizofrengi ah muhsin ünlü'nün bu şiirini çok daha önce sayfalarına konuk etmiştir.

ama hiçbir önemi yok.

bana göre başlatan, iki bin yılı nisanında kendi imkanlarıyla gidiyorum bu'yu bastırmakla ah muhsin ünlü. hak ettiği cevabı aldığında sene iki bin beş. dargın mıyız adlı ezginin günlüğü albümü.

ah muhsin ünlü hesap edilmiş, ölçüp biçtikten sonra karar verilmiş, satranç gibi hamleleri bir kaç hamle sonrasına kadar düşünülmüş ve öyle hayata geçirilmiş, hem tanrının hem toplumun onayından geçmiş bir şeyi isterken (üstelik bunu büyük harflerle yapıyor), nadir göktürk, aniden verilmiş bir karar veya birazdan vaz geçersem korkusuyla, tıpkı tavla gibi zar ne gelirse onun oynamayı, rugby gibi kıra döke bir hevesin peşinden koşmayı öneriyor.

*

"ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum"*


"terliklerimle, gelsem sana"**


*: yaşasın! ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize
**: eksik bir şey

7 Haziran 2017 Çarşamba

jolene*

aysel git başımdan'ı okuduğu zaman aysel, milyon kere ayten'i okuduğunda ayten adında bir sevgili hayali kuran küçük bir çocuk sizi şaşırtır mı bilmem ama beni şaşırtmaz. ya da "siz aşktan n'anlarsınız bayım diye bana sorulsaydı n'olurdu sanki?" diyen biraz daha büyük bir çocuk...

roman ya da film kahramanlarına aşık olan da çok. mesela ben. çok aşık oldum. hatta anna karenina'yı fransız teğmenin kadını sarah, onu da cebelitarık denizcisi'nin sarah'ı ile aldatışımı burada bile anlattım. "bazı kahramanlar karşılaşsın da aşk olsun" demişliğim de vardır. iki dostoyevski kahramanı, nastasya filopovna ile mitya yani dimitri fyodoroviç karamazov karşılaşsa ve aşk olsa, fena mı olur?

ama bu şarkının etkisi daha farklı. güzelliği bir yana işini o kadar iyi yapıyor ki, kadın olmak istiyorsunuz. sonra da sevdiğiniz adamı jolene adlı bir kadına kaptırmayı.

sadece bu değil. çok sevdiğim leonard cohen şarkısı famuos blue raincoat ile kardeşliği, rakibine hakkını teslim eden ama yine de aman dileyen sözleri çok güzel.

miley cyrus'ın yorumunu, klipteki hafifliği, tabiatın ortasında vücut bulan doğallığı çok seviyorum. en çok da yaprakların arasından sızan ve muhtemelen batmakta olan güneşin ışığını.


*: miley cyrus, jolene

5 Haziran 2017 Pazartesi

uçurum kenarındaki şehir

bir şehir vardı.

ve bir uçurumun kenarındaydı.

bir gün şehrin dışında bir kervan konakladı. uçurum şehirle kervan arasında. yolcular arasında da hayatı yollara ayarlı bir seyyah. seyyah, bir sabah çadırının önünde durdu, önce şehre sonra uçuruma baktı. şehir kendi hâlinde, uçurum derin; fersah fersah. içini çekti, "umarım şehir uçuruma yuvarlanmaz," dedi.

bir başka gün başka bir seyyah. yol yorgunu. ayakları yürümekten, gözleri görmekten yorgun. görmekten çok hissederek, "bu şehir lanetlenmiş, uçurumun çağrısına daha fazla dayanamaz," dedi.

kulaktan kulağa yayıldı şehrin laneti. şehrin uçuruma yazgısı.

bir gün bir adam çıktı kürsüye. galiba belediye başkanıydı. "uçurumu doldurmalıyız, yardımınıza ihtiyaç var," diye seslendi dinleyenlere.

koştu şehrin sakinleri. ellerine ne geçtiyse onu, mobilyalarını, arabalarını, evlerini, arkadaşlarını, akrabalarını, eşlerini ve hatta çocuklarını uçuruma attılar.

anlaşıldı ki, uçurum şehir kadarmış. yazgıdan kaçıl(a)mazmış.

2 Haziran 2017 Cuma

bir ramazan hatırası

konu neden, nasıl açılmıştı, hatırlamıyorum. ne zamandı, onu da... yemek masasında, yolculukta, denizi seyrederken, bir bahar akşam üstü baba oğul şehrin sınırlarına yürürken.

belki de babamın dost meclisinde 'macera' diye anlattıklarındandır. evet, ilk hecedeki uzadıkça uzayan "a" sesi normalden kısa söylenen.

ama çocuk olduğumu hatırlıyorum. daha çocuk. çok soru sorduğum, neredeyse her şeyi merak ettiğim, hâlâ hayret edebildiğim* zamanlar.

ilk orucunu tuttuğu sene ramazan kışa denk gelmiş. günler kısa olmasına rağmen oldukça zorlanmış. bir gün tek başına ava çıktığını anlattı. susadığı için bir buz parçasını ağzına atıp emmiş. bunu yaparken ya da anlatırken aklımdan ne geçti bilmiyorum ama babamın her zaman baba olmadığını, bir zamanlar onun da çocuk olduğunu ilk defa o zaman fark ettim.

ve susuzluğunu ağzına attığı buz parçası ile gidermeye çalışan o çocuğu çok sevdim, onunla arkadaş olmak istedim.

ne zaman ramazan gelse babamdan çok o çocuğu özledim.


*: bu vesileyle, "allah'ım hayretimi artır! yok/ allah'ım hayret ver!/ kendimi çok ölü hissediyorum" diyen eren safi'ye selam olsun.

1 Haziran 2017 Perşembe

benzetme

mavi gözlü şehirlerin bir ucu bulutlara koşan diğer ucu denize kavuşan sokakları gibi.

30 Mayıs 2017 Salı

taksit taksit

bir çeşit taşra sayılabilecek bu yere taşınmadan, başka bir deyişle internetten de kitap satın almanın mümkün olduğunu öğrenmeden önce kitap alışverişlerimde bir defa olsun kredi kartı kullanmadım. ama kredi kartım vardı. ödemede kolaylık olsun diye taksitle yaptığım alışverişlerden başka da kullanmazdım.

bir defasında kendimi, "şu altı ay geçse de watch winderın* taksidi bitse ve rahatlasam," derken yakaladım. ve anında lafı yapıştırdım: iyi de o geçsin istediğin altı ay ömürden gidiyor.

üstelik bu arzu bütün taksitle yaptığım alışverişler için tekrar ediyor, bir manada rahata ermek için şeytana ruhumu değil ama zamanımı teklif ediyordum.

bunu fark ettiğim an taksitle alışveriş yapmayı bıraktım ve o günden sonra bir defa olsun taksit, banka kredisi ve benzeri yollarla bir şey satın almadım.

bütün bunlar eskiden, leonardo da vinci'nin "insan gelecek baharı, gelecek yılı, sabırsızlıkla beklerken, dört gözle kendi ölümünü beklediğini fark etmez bile," dediğini öğrenmeden çok önceydi.


*: böyle bir alete elbette para vermedim. ama böyle bir alet var. v. almıştı ve g. ile bir olup çok dalga geçmiştik. üstelik ben, üniversite dördüncü sınıfta saatimi öykücüye ödünç verdiğim günden bu yana saat kullanmıyorum. sadece saat değil, yanımda yüzük, zincir, takoz, çekme halatı da bulundurmuyorum.

23 Mayıs 2017 Salı

dakika ve skor

"birbirleri için yaratılmışlar sözü, bu insanlar için söylenmiş sanki ve evli oldukları halde asla, zorla tatlılaştırılmış bir jest yakalamadım; uzun yıllar birlikte yaşayıp hâlâ birbirlerini seviyor olmayı kendilerine değer katan bir erdem ya da onları güzelleştiren bir süs olarak cümle âleme teşhir etmeyi bir gurur meselesi sayan kimi çiftlerde olduğu gibi, çokça üzerinde çalışılmış tavırları de yoktu. daha ziyade birbirlerinden hoşlanmış ve muhtemel bir kur faslı yaşanmadan birbirlerini sevmiş gibilerdi; ya da evlilikten hatta bir çift olmazdan önce bile birbirlerine o kadar değer vermiş ve sevgi beslemiş gibilerdi ki, hangi koşullarda olursa olsun birbirlerini kendiliğinden seçebilirlerdi -evlilikle ilgili vazifeden ötürü, rahatlıktan, alışkanlıktan, herhangi bir sadakat meselesinden ötürü değil- ister arkadaş, ahbap, dost, sohbet arkadaşı ya da isterse suç ortağı olarak olsun, ne olursa olsun, ne denirse densin ya da ne anlatılırsa anlatılsın ve dinlensin, üçüncü bir kişiyle, bunun daima daha az eğlenceli ya da ilginç olacağından emin olmalarıyla ilgiliydi bu durum. hayat arkadaşlığı ve her şeyden öte karşılıklı inanç vardı hallerinde."*


*: javier marías, karasevdalılar

19 Mayıs 2017 Cuma

günün sorusu: kan ve gül

iskender doğan kan ve gül'ü yazarken ve alper canıgüz romanına bu şarkıdan esinle kan ve gül- bir kara dejavu adını verirken ve de roman kahramanı iskender doğan'a "unutmayın, güle rengini veren kandır," dedirtirken oscar wilde'ın masal tadındaki hikâyelerinden biri olan, al bir gül isteyen sevgilisi genç mektepliyle dans etsin diye kalbini gülün dikenine yaslayan bülbülün kendisiyle ilgisi olmayan bir aşk için kendini feda ettiği bülbül ile gül'ü acaba biliyorlar mıydı?

17 Mayıs 2017 Çarşamba

yön

az önce çıktığı çok katlı binanın önünde yanı başında duran yalnızlığı görmemek için montunun yakasını kaldırdı, ellerini kot pantolonunun ceplerinde yok etti ve gecesini arayan akşamın üzerine yürüdü.

15 Mayıs 2017 Pazartesi

hayalet titreşim sendromu

hani cep telefonu çalmadığı halde çantada, cepte titreşim hissettiğimizi düşünüp telefonumuza bakıp duruyoruz ya, hayalet titreşim sendromu bu duruma deniyor. adı da sinirbilim, yani nörolojideki hayalet uzuv sendromundan geliyor.

hayalet uzuv ise, belirli bir sebepten dolayı kesilen uzvun sanki hiç kesilmemiş gibi ağrı hissettirmesi. uzuv yerinde olmasa da beyin bunu algılayamaz. örneğin, beynimiz her adım atışımızda ayaklarımızdan bir sinyal almaya alışmıştır. bir gün bu sinyal kesildiğinde sorunun ne olduğunu anlayamasa da orada bir sorun olduğunu anlar ve "bir yerde sorun varsa orada ağrı vardır," diyerek artık olmayan uzuvdan gelmiş gibi bir ağrı yaratır.

nörologlara göre hayalet titreşimin oluşmasının sebeplerinden biri sosyal medya paylaşımlarının beynimizde dopamin adı verilen mutluluk hormonunu arttırması. neredeyse bir uzvumuz haline gelen cep telefonlarından belirli bir süre sinyal alamamak beynimiz için beklediği ve bağımlısı olduğu bu dopamini alamamak demek. beklediği sinyali alamayan beyin de psikoza benzer bir durum yaratıp sanki titreşim sesi duyuyormuşuz veya titreşim hissediyormuşuz gibi düşünmemize yol açıyor.

doğal olarak birden fazla sosyal medya hesabı olan ve bu hesapları sürekli takip eden kişilerde bu durum daha sık gözleniyor.

bir de beklenen ama gelmeyen telefonlar var ki, hayalet titreşim sendromu tarife az gelir.

12 Mayıs 2017 Cuma

şiir için

ismet özel muş'ta, askerdedir. trabzon'da yedek subay olarak askerliğini yapan arkadaşı ataol behramoğlu ise bir subaya karşı geldiği için malazgirt'e sürgün ve hapis gitmiştir. muş'a bir gün orhan adında bir çocuk gelir. beraberinde behramoğlu'ndan bir şiir getirir ismet özel'e. şiiri arkadaşına moral vermek için yazmıştır.

ismet özel, dolu gelen tabak boş gönderilmez düsturuyla bir şiirle arkadaşına mukabele etmek ister. ne var ki, şiir onun için hiçbir zaman vasat duygulanım anlarında ortaya çıkan ergen işi, günlük yazısı değildir. her sanat eseri gibi yaratım sürecine ihtiyacı vardır. zaman ise bir asker için sorunların en başında gelir.

düşünür ve nihayet çaresini bulur. revire gidip üç dişini birden çektirir. bu, üç günlük koğuş izni demektir. ancak, üç gün şiiri bitirmesine yetmeyecek, üçüncü günün sonunda tekrar revire gidip iki dişini daha çektirecektir.

önceki üç dişte biraz sorun vardır belki ama son iki diş sapasağlamdır. sağlam dişler sayesinde şiir biter. böylece, "sana durlanmış kelimeler getireceğim" diye başlayan yıkılma sakın şiiri ortaya çıkar.

elbette bu, bir dize için bir tek şey feda etmeyen, sırtını iktidar(lar)a ve belediyelere dayamış şair sıfatlıların anlayabileceği bir şey değildir.

10 Mayıs 2017 Çarşamba

konum - beş

"bana yeniden şarkılar söyleten kadın"* ile "beni bir paragrafta sınırda kişilik bozukluğunun eşiğine getiren kadın"** arasında bir yerlerde.

*: mazhar alanson, yandım
**: alper canıgüz, kan ve gül

8 Mayıs 2017 Pazartesi

cennet zamanı

(bitmedi, demiştim...)

eğer hayat değil de masal olsaydı yaşadığımız ve lambadan çıkan cin, "dile benden ne dilersen," deseydi, dileklerimin üçünü de aynı şey için kullanırdım: oğlumun bütün anlarını hatırlamak... her gün beni şaşırtmasını, yeni hallerine şahit olmayı elbette seviyorum ama geçmiş günleri unutmak, annesi ya da bir başkası bir şey anlattığında hatırlamak daha acısı bazan hatırlayamamak beni çok üzüyor.

bir de şaka yaptı acısını hafifletmek için. ıssız bir adaya düşecek olsaydım yanıma alacağım üç şey de oğlum olurdu.

(adi... daha önce o "üç şey"den en az biri ben olurdum.)

benim gibi gidecek bir yer bulamamış, savaşın bittiğini* ancak koynunda olması gerekenin orada olmayan mevcudiyetinden anlayabilen adamların ortak kaderidir. bir gün inanç ve inanma ihtiyacını savunurken başka bir gün din, öğreti ya da cemaat ruhundaki boşlukları işaret ederken bulurlar kendilerini. "bu kadar çok okumana rağmen nasıl inançlı kalabiliyorsun?" diye soran da, "kur'an-ı kerîm'in türkçe mealini oku. senin için bir anlam ifade ederse ne güzel. etmezse bir şark klasiği okumuş olursun" diyen de arkadaşlarıdır.

onlardan birinde selçuk'la kader bahsini konuşuyoruz. nereden aklıma geldiyse "hakim bakış açısı" geliyor aklıma. bir ara kafa yorduğum edebiyat teorileri yüzünden olmalı.

bir balonla yükselmeye başladığını düşün. önce bu odayı, sonra evin çatısını görürsün. yakındaki evlerin çatısı, sokak, şehir diye gider yükseldikçe gördüklerin.

şimdi de zamanın doğrusal ilerlerlediğini varsayalım ve eksi sonsuzdan gelip artı sonsuza giden sayı doğrusu gibi düşünelim. yeterince yukarıdan bakan birisi nasıl sayı doğru üzerindeki bütün sayıları görebilirse tanrı da görecektir.

"tanrı gökte değil her yerdedir," diyerek çırpındı. bu güzel. doğru yoldayım. "evet, o her yerde. ve yeterince uzakta olduğu için hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyor. o kadar uzakta olmasına rağmen her şeyi görebilmesi de tanrılığından. yoksa senden benden ne farkı kalırdı?"

bunu anlattım ona. "cennet eğer varsa sadece sevdiklerimizle ve sevdiğimiz roman ya da film kahramanlarıyla beraber olabileceğimiz değil, aynı zamanda onların bütün zamanlarına da şahit olabileceğimiz bir yer. bu durmun bir adı varsa "cennet zamanı" olmalı. oğlunun bütün zamanlarını aynı anda görebileceğin bir hâl."

6 Mayıs 2017 Cumartesi

hıdrellez

beni en çok ağlatan yazarı biliyorum. romanı, yeri... dino buzzati. tatar çölü, bir paragrafta, sadece bir paragrafta on beş yılın geçip gittiği yer.

peşi sıra bir çok yazar, bir çok metin. mesela, mustafa kutlu, mahzun mücahit...

en son beni çok ağlatan ise mücellâ olmuştu. (nazan bekiroğlu'nun isimle ateş arasında'dan sonra en az sevdiğim romanı, yazarın kahramanına ihaneti...) romanın sonunda. bir kış gecesi uyanıp da uyuyamayınca, sabaha karşı, yastığım dik, başım karyolanın demirinde. kendimi hiç olmadığım kadar yalnız hissederken. "yaşantılar ancak onu yaşayabilecek olanlara sunar kendini"ye "hayattan nasibimiz belki de budur"u eklerken.

sevenleri, üzerinde çalışanlar, hatta yazarı mücellâ'yı farklı biçimlerde tanımlayıp anlatabilir. ama mücellâ benim hıdrellez romanıdır. mücellâ'nın annesi neyyire hanımın hıdrellez hazırlıklarını uzun uzun ve belgesel titizliğinde anlatılmasıyla, nazlı ve annesi pervin'in artık yaşını başını almış bir kadına evrilmiş mücellâ'yı tam da hıdrellez günü ziyaret etmesi ve o sırada liseye giden nazlı'nın başını okuduğu kitaptan başını kaldırıp, "mücellâ teyze, ferhunde kalfa'ya benziyorsunuz siz" demesiyle.

ki bu cümleyle başlayan sohbetin sonunda, "nazlıgül," diyecektir mücellâ. "bu kadar çok okuyorsun. korkarım bir gün yazmaktan başka bir işin olmayacak senin kızım. yazar olacaksın. o zaman, beni yazarsın. mücellâ teyzenin solan gülünü, gün görmediğini, içinde yazmaya değer bir şey olmayan kayda değmez ömrünü."

ve sonuyla... hayat gibi roman da sona yaklaşırken, nazlıgül bir defa daha yazar olur ve tanrısal bakış açısıyla mücellâ'nın gözlerinin önünden hayatının film şeridi gibi geçişini anlatır. bütün anılar hep aynı anıda birleşir. bir hıdrellez gününde. ihtimal ki, mücellâ'nın bu dünyadan göçerken yanına aldığı tek 'şey'de. çünkü, gerçekten bir tek o zaman mutlu olmuştu.

"içinde eksiği ya da fazlasıyla yara olan her hatıra çiçek açtı, pırıltı saçtı. bir şelalenin suyuna kapılmış gül yaprağı gibi mücellâ, al baştan kendini aynı yerde yakaladı.

telsiztepe'deki o hıdrellez bayramı. o ışıklı bayır. o bahar sabahı.

kendisini aydınlık ve sevinç içinde buldu mücellâ. "işte burası. bu." dedi.

bilek hizasındaki yemyeşil çimenlerin, sarı düğün çiçeklerinin, tazecik papatyaların, hindibaların arasında; denizin üzerinden perde perde yükselen buğunun, topraktan yükselen kokunun ortasında yere oturmuştu. başı bulutlara, omuzları göklere değdi. kurtla kuşla omuz omuza, altın rengi bahar güneşiyle aynı hizada koşturan o çocuktu.

burnunun ucunda ilkyaz yanığı, pembeleşmiş yanaklarının üzerinde kirpiklerinin gölgesi, yüzünde o saf çocuk aydınlığı. çam ağaçlarının altında, mavi mineye, kır menekşesine, beyaz gelin tacına, güle, suya, ışığa karıştı."

4 Mayıs 2017 Perşembe

dakika ve skor

"- içinde benden de söz ediliyor mu, diye sordu konrad.
katia, sağlam sol eliyle arka cebinden bir not defteri çıkardı, son sayfayı açıp kapağı kıvırdı. "içinde benden de söz ediliyor mu" diye okudu konrad, katia'nın omzunun üstünden bakarak. "sağlam sol eliyle arka cebinden bir not defteri çıkardı, son sayfayı açıp kapağı kıvırdı. içinde benden de söz ediliyor mu."
- okuyorsun işte, dedi katia.
- ben sadece üstünde oturdum.
- öyle yazmalısın ki, kadın okurların hepsi bana aşık olsun, dedi kindermann, konrad'ın omzunun üstünden.
- siyasi yönünü ihmal etmemelisin, aşk hikâyesi haline gelmemeli, dedi philipp.
- liseli kızlar gibi rezil etme kendini, dedi ve yürüyüp gitti neumann.
jacob'la arap sustular. uzun süre sustular, sonra artık dinleyecek kimse kalmayınca konuştular jette hakkında."*


*: judith kuckart, silahı seçmek

3 Mayıs 2017 Çarşamba

aydınlanma

bir rus özdeyişi varmış: "ayıyı dansa kaldırırsan, dans, sen vazgeçtiğin vakit değil, ayı vazgeçtiğinde sona erer!"

okuduğumda çok güldüm. bu ilk yaptığım şeydi. ikinci olarak, hiçbir şey kadınlarla olan ilişkimi bu kadar iyi açıklayamazdı, dedim. son olarak da, bunu anlatmaya karar verdim.

1 Mayıs 2017 Pazartesi

bir masada iki kişi: sevmeyi istemek

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- bunca zaman neredeydiniz?

- sizinle baş etmeye çalışıyordum.

- isterdim ki baş etmeye çalışmaktan çok yan yana yürüyelim...

- zaaflarımdan haberdar olmanıza itirazım yok. ama görmenizi istemem. sizinle yan yana yürümem çünkü sizi uzaktan seviyorum ben. ve buradan bakınca o kadar güzelsiniz ki, anlatamam...

- ah, sizdeki ben...

- anlatamam derken anlatmışım meğer.

- sizdeki ben, bendekinden ne farklı değil mi? ona benzemek isterdim biraz da olsa. ama insanım.

- benzemeye çalışmadığınızı hiç kimse iddia edemez. güzel olan da, bir süreliğine de olsa bendeki o kadına benzediğinize hem siz hem ben fena halde inandık.

- güzeldi, evet... ne farklıymışım oysa değil mi?

- buna cevap veremem. çünkü o farklı dediğiniz sizi, yani iddia ettiğiniz o kadını ben hiç tanımadım.

- nasıl? tam da onu tanıdınız, en yalın haliyle.

- hayır! siz hep berbat bir kadın tasvirindesiniz. ama ben o kadını hiç tanımadım.

- görmek istemediğinizden, gözlerinizi kapatıyorsunuz ya ondandır.

- ben sizi sevmek istedim ya ondandır.

- sevmek istemek ne tuzak ama. bubi tuzağı. hep bundan oldu ne olduysa.

- kimin umurunda.

- benim.

- olmasın. siz bakmayın benim ölçülü, korkak, çekinik ve kırılgan duruşuma. ben bilerek ve isteyerek dışı kora dönmüş sobalara dokunabilirim. yani bubi tuzaklarına gönüllü düştüğüm, bile isteye lades dediği çoktur.

- biliyorum. siz hep dersiniz kahraman değilim. ama şu var ki ciddi bir maceraperestsiniz ve adrenalin bağımlısı. istediğinizde kimse engel olamaz bir kahramanlık hikâyesine kendinizi atmanıza.

*

"yapma," dedim konuşmasının tam burasında. ve bu, "evet. tanıyorum seni." demeden hemen önceydi.

28 Nisan 2017 Cuma

kan ve gül

ben ve arkadaşlarım -"vefasız alemin isyankar çocukları" yani-, yaklaşık bir yıl önce mimar sinan güzel sanatlar üniversitesi'nin bomonti kampüsü'nde alper canıgüz'ün konuk olduğu bir söyleşiye katılmıştık.

benden önce söz alan kız, yazarın henüz iki kitabını okuduğunu ve kendini geç kalmış hissettiğini söylemişti. ben de söze buradan başladım: "farkında değil ama arkadaşımız çok şanslı. onun yerinde olmayı, hatta alper canıgüz'ün hiçbir kitabını okumamış olmayı isterdim. çünkü ben hiçbir kitabını ilk defa okuyamayacağım."

*

bugünlerde twitterda kan ve gül paylaşımları yapan artistlere(!) bakıp kendimi mahalle bakkalından çekirdek almış bir grup çocuğun içindeki berbat çocuklar gibi hissediyorum.

sabırla herkesin çekirdeğini bitirmesini bekleyen, biten çekirdeklerin ardından keyifle çekirdek çitleyecek çocuk...