28 Şubat 2014 Cuma

sinemasal

bir süre önce, "artık yeni bir "bir numara" bulmalıyım. çünkü dün akşam bir haber okudum ve "yaşayan en iyi oyuncular" listem değişiverdi," demiştim. o bir numarayı buldum: michael c. hall... ama ailemizin seri katili dexter'a can verdiği için değil, six feet under'ın içimize işleyen karakteri david fisher yüzünden.

philip seymour hoffman'ın peşi sıra okuduğum en güzel yazıyı "yazıhaneden" çetin cem yılmaz yazmış. p. s. hoffman hakkında "daha kişisel bir yazı" okumak isterseniz, metnin sonundaki yön işaret ve işaretçilerine dikkat edin.

the master dışındaki diğer performanslarını görmüş biri olarak, ben olsam, bir numarayı almost famuos'un gizli kahramanı lester bangs'a verirdim. ikinci değilse de üçüncü sıra, kesinlikle, kısacık rolüne rağmen the big lebowski karnavalına renk katan brandt'in olurdu.

*

kurt seyit ve şura fırtınası dinene kadar, "eğer türk yapımı bir anna karenina söz konusu olsaydı, anna için ilk adayım olurdu," dediğim farah zeynep abdullah ile arama mesafe koymaya karar kararlıyım. onu "reklam kokan hareketler" içinde görmek büyüyü bozabilir.

zeyl: kitty için de ilk adayım o olurdu.

*

iki bin on dört yılının elli sekiz günü geçti, neredeyse iki ay bitti ve ben bu seneye ait bir film seyredemedim. festivaller dahil.

*

"james bond"lar günümüze oldukça yaklaştı.

*

"bir wong kar wai" filmi için iklim müsait.

*

ettore scola işi una giornata particolare (özel bir gün) filminde gabriele'in de dediği gibi "insan tek başına ağlayabilir, ama tek başına gülemez."

26 Şubat 2014 Çarşamba

kutu

bu bahis biraz tehlikeli. anlatı bir noktadan sonra, kimileri için "edepsiz" sayılabilir bir güzergaha sapacak. bu durumdan hicap duyabilecekler olabilir. onlar için "köprüden önce son çıkış" tam da burası...

bunu bana g. anlattı. g. ki, lise öğrencilerinden yaşlı profesörlere kadar her yaştan ve kesimden dostları olmakla övünen benim için kıskançlık kaynağıdır. onu tanıdığımda yirmili yaşlarının başındaydı ve o yaşlarda yapamadığım için pişman olduğum ne varsa hepsini de yapıyordu.

ne diyordum? bunu bana g. anlattı. ona da abisi anlatmış.

"kadınların iki tane kutusu vardır. bunlardan birisi gerçek kutusu, diğeri de içine incik-boncuk koydukları, hatıralarını sakladıkları, hatıra ve kağıt parçaları ile doldurdukları kutu. gerçek kutuyu doldurabilmen için önce ikinci kutuyu doldurman gerekir."

abisi, bunu dedikten sonra da eklemiş: "ben naif bir duyarlılıkla sadece ikinci kutuyu doldurmayı tercih ettiğim için gerçek kutuyu hep başkaları doldurdu."

24 Şubat 2014 Pazartesi

her şey uzak

"dedim ki: elbet bir kıyı var bir deniz varsa
bir ses varsa bir adam var kartpostallar diyarında
ucundan tutayım bari mevsimlerin ucundan geçmesin zaman
geçsin gitsin ayakkabılarım geçsin gitsin gölgem beni
bu suyun üstünde bu köprüde: her şey uzak...
"*


*: cafer keklikçi, kaydırak

20 Şubat 2014 Perşembe

sana değer

çok değil, bir kaç yıl önceydi. "siz," dedi. "siz bir adrenalin bağımlısısınız. heyecan olsun diye kızgın bir sobaya dokunabilirsiniz hatta. ama kadınlar söz konusu olduğunda değişiyorsunuz. kendisini sakınan birisi. kendini koruyan, koşmayı bırakın, en fazla "aldım-verdim-ben-seni-yendim" adımlarıyla yürüyen. çoğu zaman karşınızdaki kadının, "kadın olan kim, o mu, ben mi" diye sorduğuna eminim."

ardından, söz sırası sizde, der gibi sustu. ona komik cevaplarımdan bir tanesini verdim de aşkın bitimli olduğunu ilk tecrübe ettiğimde büyük bir ahmaklıkla bundan daha büyük bir acı olamaz diye düşünmüş, aklımın yardımıyla aşk acısı çekmemek için aşka düşmemek gerektiğini hesap etmiş olduğumu söylemedim. olmayan bitmez, bitmeyen acıtmaz.

o ilk tecrübeden sonra yine aşık olduğumu inkar edecek değilim. hepsinde de sokağa çıkmadan önce aynı şarkıyı dinledim.

öykücü olmasaydı hayatıma girmeyecek güzelliklerden biri daha. yıldız tilbe ve şarkısı sana değer.

17 Şubat 2014 Pazartesi

posa

leyla erbil anlatıyor:

sait faik'i tanıdım ve sonra onu çok eleştirdim. hayal ettiğim sait faik başkaydı, gerçek sait faik başka. bu duygumu ona anlattığım zaman bana şey dedi, "bir yazarın yazdıktan sonra posası kalır, ona bakma."

*

sait faik'in cevabı çok doğru. sadece yazarlar için değil herkes için doğru hem de. özellikle kadın erkek ilişkilerinde, aşk sandığımız, ölürüz sandığımız duyguların peşi sıra giderken.

bu yüzden biraz mesafe daima iyi gelmiştir herkese.

15 Şubat 2014 Cumartesi

dünden kalan

sevgililer günü ritüeli hakkındaki fikirlerim bellidir, değişmez: yeni yıl coşkusu biter bitmez kalplere boğulan, kırmızıya boyanan camekanlar vasıtasıyla pazarlanmaya başlanan kapitalizmin kutsal günlerinden biri...

"aşk"a bir gün yeter mi hiç?.. belki de "aşk"ın güzelliğini anmak için fırsat...

"ne yani ,ben seni bir günlük mü seviyorum? sonsuza kadar benimsin salak," demişliğim de vardır herkesler gibi. sadece bu değil, görüldüğü üzere "sonsuz"u kolay sanacak, dile dolayacak kadar salaklığım da var.

"dün"e gelirsek, cevabı önceden hazır edilmiş, "sevgililer günü hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuyla başladı her şey. cevap olarak "fikir"lerimi sıraladım. sonra da "önceden hazır edilmiş" cevabı dinledim. galiba bu "hazır cevap" hoşuma gitti:

"bir sürü şeyi kutluyoruz da, "bir gün yeter mi hiç" dediğiniz ve "duyguların en yücesidir;" dersem kimselerin itiraz etmeyeceği "aşk"ın gününü neden kutlamayalım? tamam, sevgiliye bir gün değil her gün bayram. hiçbir zaman annelerimize "sen benim sadece bir gün değil her gün annemsin," demiyoruz ama. daha bir gün önce görüşmüş dahi olsak mayıs ayının ikinci pazarı ilk iş olarak annemizi aramiyor muyuz? ya da babalar gününde babamızı... kapitalizmse kapitalizm. benim için bu konuda bir önemi yok."

14 Şubat 2014 Cuma

günün sorusu: duymak

ben seni şarkı söylerken duydum muydu hiç?*


*:  edip cansever'in tomris uyar için yazdığı "yaş değiştirme törenine yetişen öyle bir şiir" adlı şiirden mülhem.

13 Şubat 2014 Perşembe

dakika ve skor

"ölüm bazan o denli çabuk gelmiyor. ölümle savaşmak gerekiyor. gülünecek en uygun zamanda gülmeyi kasıklarıma hapsedişim bundandır belki. ölmeye yatarken ölümle savaşmak gerekeceğini düşünmemişim."*


*: adalet ağaoğlu, ölmeye yatmak

12 Şubat 2014 Çarşamba

kadınlar-erkekler: on

kadınlar erkekler için sonunda kendini gerçekten tanıdığı bir sınavdır. erkekler ise sadece bir onay kadının kesinlik kazandığı.

11 Şubat 2014 Salı

ilk izlenim için tek bir şansın vardır: on üç

her cümlesinde yazarından tevarüs eden "büyü"nün etkisi hissedilen, "gerçek"liğini ise bizzat yazarının, "bu kitabı yazmak için yıllarca okuyup araştırma yapmam gerekti," diyerek itiraf ettiği okumalardan alan romanımızın, bir savaş ganimeti olarak şah ismail'le kalmayı kabul ettiği için ailesini utandıran ve bu yüzden kayıtlardan silinip yok sayılan, baburhan'ın kız kardeşi, şah ismail tarafından öldürülen şıhanî han'ın baldızı prenses kara göz, floransalı bir çocuktan önce bir korsana sonra da evinden uzakta müslüman bir yeniçeriye evrilen arkaliya ile ilk defa çaldıran savaşı'nın yıkıntıları arasında karşılaşıyor.

*

"çadırın önüne bırakılan muhafızlar da kaçmıştı. kan gölüne dönmüş ovanın kenarında bekleyen iki kadın kalmıştı geriye. çaldıran savaşı'nın sonunda arkaliya onları bulduğunda, şah'ın çadırında sırtlarını kapıya dönmüş oturuyor, peçelerini indirmiş, sırtları dik, yalnız başlarına hüzünlü bir türkü söylüyorlardı. prenses kara göz çıplak yüzünü bakışlardan sakınmak için hiç çaba göstermeden dönüp savaşçıya baktı ve o andan sonra sadece birbirlerini gördüler, dünyanın geri kalanına aldırmaz oldular.

bir kadına benziyor, diye düşündü kara göz; uzun boylu, solgun, kara saçlı, karnını kanla doyurmuş bir kadına benziyor. ne kadar beyazdı, yüzü bir maske gibi solgundu. maskenin üzerine, kan lekesi gibi kıpkırmızı dudakları kondurulmuştu. sağ elinde bir kılıç, sol elinde bir tüfek vardı. her ikisi birdendi o; silahşör ve tetikçi, eril ve dişi, kendisi ve gölgesi. kara göz, kendisini çadırda bırakıp kaçan şah ismail'i o anda terketti ve yeniden seçim yaptı. bu solgun yüzlü kadın-adamı seçti. daha sonra arkaliya onu ve ayna'sını savaş ganimeti olarak talep edecek, yavuz sultan selim de arzusuna icazet verecekti; oysa kara göz onu çoktan seçmişti ve sonradan olan her şeye yön veren onun iradesiydi.

"korkma," dedi arkaliya, farsça.

"burada korkunun anlamını bilen yoktur," diye cevap verdi genç kadın, farsça. sonra aynı cümleyi anadilinde, çağatayca tekrarladı.

karşılıklı söylenen bu sözcüklerin altında başka, gerçek sözcükler vardı. benim olacak mısın. evet. seninim."*


*: salman rushdie, floransa büyücüsü
notgibi: son üç cümlede vuku bulan italikten vazgeçiş yazarın tercihidir.

7 Şubat 2014 Cuma

kısa kısa - on iki

* "bir ankara havası"ndan ve yaşadığı zamandan sıkılanlar için kurtuluş söylüyor: istanbul sokakları... biraz nostalji biraz tebdil-i metropol.

* dilimlenmiş ekmekle sahanda yumurta yenilmez.

* muhteşem gatsby'nin anlatıcısı nick, üçüncü bölümün sonunda, "herkes kendinde büyük erdemlerden en az birinin olduğunu varsayar," der. bence bu cümle hatalıdır. çünkü, her insan büyük erdemlerin tamamının kendisinde olduğunu varsayar.

* "yeniden büyütür mü annem beni/ benim istediğim gibi (aykut nasip kelebek)"

* mülevves: 1. sıfat kirli, pis 2. karışık, düzensiz (tdk)

* tüketilen her deneyim ruhu köreltirken vicdanı da yok ediyor.

* ot dergisinin okurlarına yeni yıl armağanı olan ve dergilerin arasına karışık konulan takvimlerden biri neşet ertaş'lıydı. onu bulayım diye bayideki bütün dergileri karıştırmıştım. ama değdi. o bozkır sarısı takvim şimdi arkamdaki duvarda ve fotoğrafın sol üst köşesine yazılmış "ben sana blues dinleme demiyorum/ sazını dinle blues'unu yine dinlersin," diyen avereler alıntısını en az takvim kadar seviyorum.

* turgut uyar, bir john gordon davies mısraından şiir yapıyor: "insan en çok sabahları arar sevdiği kadını"/ diyor birisi, katılıyorum o sabahlara... ben de!

* "kendi zamanında kaybolur insan/ başkalarının yıkıntıları arasında gezerken (murtahan mungan, geyikler lanetler)"

* karanfil elden ele gibi: "hayatına bir sürü insan girer ve çıkar! binlercesi! girebilsinler diye kapıyı açık tutman gereklidir! ama bu aynı zamanda gitmelerine izin vermek de demektir. (jonathan safran foer, aşırı gürültülü ve inanılmaz yakın)"

* dumankara'da deyişler geçidi: "bu saatten sonra her havaya oynamam ben.", "görgülü evden kız alırsın katır tırnağı kadar soğan doğrar." ve biraz kemal tahir etkisi; "
ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlamıyo işte."

* "hareket halindeki şey ne ne bulunduğu mekândadır ne de bulunmadığı mekânda. (elealı zenon)"

* iki bin on üç yılı altın top ödülünü kazanan christiano ronaldo'yu takdir eder ama o kadar sevmezdim. "insanlar benim kendim ve para için oynadığımı söylüyor. oysa ki ben, babam benimle gurur duysun diye oynuyorum," dediğini duyduğumdan bu yana seviyorum da. kaldı ki, bu cümleyi kim söylese severim.

* hiç acımam, buz gibi soğurum.

* "vaktinde sadece güzel olduğu için evlenilmiş kadın hüznü" diye bir şey var. o kadınlar ki, otuz yaş civarındadır. bir ya da bir kaç çocuğa annedir ve güzellikleri geride kaldığı için kocaları onları artık beğenmiyor, belki de başka kadınlara bakıyordur

* "kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum. (cesare pavese, yaşama uğraşı)"

* "ne kadar yalnızsan/ o kadarsın (süreyya berfe)"

* yılın ilk grand slam'ı olan australian open tenisi neden sevdiğimizi bir defa daha hatırlattı. mesela kadınlarda serena williams şampiyon olmadı. erkeklerde de "kare as"tan herhangi biri değildi kürsünün en yüksek basamağına çıkan.

* kadınlar şampiyonu daha önce burada iki defa finalden boynu bükük ayrılan li na oldu. bu zaferi turnuvanın en büyük süprizi dominika cibulkova'yı iki sette geçerek kazandı ve roland garros'un yanına bir slam daha ekledi.

* erkeklerin şampiyonu ise nadal'ı dört sette geçen stanislas wawrinka oldu ve "şu ara isviçre'nin en iyi tenis oynayan oyuncusu federer olmayabilir," diyenleri haklı çıkarttı. federer ise zorlu kurasının bir yerinde takılacaktı ve öyle oldu; tsonga ve murray engellerini çok rahat geçtikten sonra, tenis klasiğinde her zamanki gibi nadal'a kolay teslim oldu.

* "sözcükler karşı çıkarken daha çok işe yararlar. (john berger, zamanımızın bir ressamı)"

5 Şubat 2014 Çarşamba

seyirlik

yanlış zamana doğduklarını söyleyip "altın çağ" hayalleri kuranları, cep telefonlarının şarjı bittiğinde ya da iki saat internetsiz kaldıklarında uzaktan izlemeye bayılıyorum.

3 Şubat 2014 Pazartesi

philip seymour hoffman

artık yeni bir "bir numara" bulmalıyım. çünkü dün akşam bir haber okudum ve "yaşayan en iyi oyuncular" listem değişiverdi.

philip seymour hoffman, manhattan'daki evinin banyosunda ölü bulunmuş. daha kırk altı yaşındaydı. resmi olmayan bir açıklamaya göre ölüm nedeni yüksek doz eroin.

*

ikonlaştırılmış güzelliğin ortasında neredeyse albino, sarı-kızıl çehresi, çilli yüzü, bembeyaz teni, şişman bedeni ve tırnakları derin kesilmiş tombul parmaklarıyla bu adam vebalı muamelesi görmediyse kimselere nasip olmayan yeteneği yüzündendir.

bir anka kuşu gibi küllerinin arasından değilse de her filmde yeniden doğar yaşa(t)dığı hayatlara bir yenisini eklerdi: bazan ispiyoncu kolej öğrencisi olurdu bazan bir "ekşın"ın orta yerinde yakışıklı başrol oyuncusundan rol çalan kötü adam... bazan uşak olurdu bazan duygulu bir hastabakıcı... bazan romantik komedilerin "esas oğlana en yakın arkadaş"ı olurdu bazan kumar tutkusu yüzünden her şeyi göze alan bankacı... bazan yanlış bedene doğmuş bir insanoğlu olurdu bazan kilisenin karanlık koridorlarında özgürlük savunucusu... bazan üzerine ünlü bir yazarı giyinirdi bazan usta bir senaristin senaryosunda kaybolmamaya çabalayan bir yönetmeni... bazan zavallı, korkak bir kovboy olurdu bazan parası için babasını öldürebilecek kadar hain bir evlat...

ama en çok, rolling stone dergisi için kurgusal grup stillwater hakkında bir yazı yazmaya çalışan ve bu yolda penny lane'i tanıyan lise öğrencisi william miller'in akıl hocası, müzik eleştirmeni lester bangs olurdu. "cameron crowe'un biyografisinden parçalar taşıyan william miller" tespiti ne kadar doğrudur bilmiyorum ama ben hem william miller hem lester bangs'im. lütfen kayıtlara geçsin; eğer bir gün sigaraya başlarsam o ikisi telefonda hâlleşirken philip seymour hoffman'ın sigara içtiği sahne, eğer bir gün ekmeğimi bir zengin evinde uşaklık yaparak kazanmaya razı gelirsem big lebowski'de asıl "büyük lebowski"ye hizmet eden brandt yüzündendir.

*

en son jack goes boating'te izledim onu. garip bir tesadüfle yönetmenlik yaptığı ilk ve tek filmde. hoşlandığı kadını etkilemek uğruna onu sandalla gezdirmek istiyordu. ama su korkusunu yenmek için önce yüzme öğrenmek zorundaydı.

*

o şimdi öldü. "yaşayan en iyi oyuncular" listem değişiverdi.

bir numaraya yeni birileri gelir elbette.

ama william miller akıl hocası lester bangs olmadan ne yapar hiç bilmiyorum.

2 Şubat 2014 Pazar

bir masada iki kişi: istememek

çayından son bir yudum aldı, masaya bıraktığı fincanı parmak uçlarıyla ortaya doğru itti. bir süre camdan dışarı, belki de apansız bastıran yağmurda ıslanmamak için koşuşan insanlara baktı. bakışlarını oradan alıp az önce masanın ortasına doğru ittiği fincana verirken konuşmaya başladı:

- hafızam beni yanıltmıyorsa, sana bir sorum var demiştin.

- aslında bir soru değil. sadece, geçtiğimiz hafta sonu nasıldı bunu bilmek istiyorum.

- senin fikrini bilmem ama bana kalırsa güzeldi. cumartesi beşte buluştuk. yemek, sinema... ertesi gün sana kahvaltıya geldim. bütün gün seninle aynı evde olmak güzeldi. önceden konuştuğumuz gibi yemeği beraber yaptık. hazırlamamız iki saat sürdü ama yememiz en fazla yirmi dakika. biraz yorulmuş olabilirim ama değerdi.

- ben de bunu merak ediyorum. neredeyse iki saat mutfak tezgahının önünde yan yana durduk. bazan sağa bazan sola hareket ettik. birbirimize hiç dokunduk mu?

- hatırlamıyorum.

- öpüştük mü?

- galiba hayır.

- peki beni öpmek istedin mi? bir defa aklından geçti mi bu?

*

bazan soruların sorulmasıdır önemli olan. yanıtın bir önemi yoktur. o gün de öyle oldu.