30 Mart 2020 Pazartesi

thomas bernhard'ı anlamak

neden bilmem thomas bernhard'la aramızda hep bir mesafe oldu. hatta, mesafe o kadar büyük ki onu duyamıyorum gibi hissederim. tabiî yakın olmak, duymak ama anlamamak da mümkün.

üstelik etrafımda thomas bernard hastası bir kitle var. özellikle de kadın okurlar. ama etrafımdaki kadın okurlar ne zaman thomas bernhard övse aklıma kıvanç tatlıtuğ gelir benim. daha doğrusu, kıvanç tatlıtuğ'un oynadığı son diziden bir fotoğrafı, amigoluk yaptığı sahneden bir fotoğrafı ekran görüntüsü yapıp, "kıvanç'ın oyunculuğu çok gelişme gösterdi," diyen nisa tayfası...

bu yüzden, margit schreiner'ın -kendisi memleketimizde yky'dan çıkan insan dengesi ile ünlüdür- "schreibt thomas bernhard frauenliteratur?"* adında bir deneme kitabı olduğunu öğrenince gülümsedim. görüldüğü üzere mal bulmuş mağribi gibi de konunun üzerine atladım.

kim bilir, belki de thomas bernhard'ın yeteneklerini yanlış güzergâhlarda aradım yıllarca. belki de, herr bernhard'ın oyunculuğu iyidir.


*thomas bernhard kadın okurlar için mi yazıyor?

27 Mart 2020 Cuma

dakika ve skor

"İnsanlar bir altın çağ yaşadılar, eski Yunan zamânında... Eski Yunan, sînesinde şarkı ve garbı birleştirmek saâdetine ermişti; bu yüzden mükemmel oldu. Sonra miras bölündü: Yunan'ın ilim iştiyâkı, tasnif etmek, teşkilâtlandırmak kudreti, hürriyet iptilâsı, garba gitti. Bu tarafa ne kaldı? Yaradılış sırrına hürmet, fânilik şuuru, ferde huzur ve âhenk verebilecek dünya görüşü -yâni kader ve kısmete inanma-, güzellik.

İdeal insan, altın çağın dışında iki yerde daha üredi. Bir defa İspanya Araplarında, ikinci defa serhat Türklerinde. Bunlar, şarkı ve garbı barıştırıp kendilerinde birleştirmiş insanlardı. Dünya için eğer yeni bir ideal mukadderse; ancak gene iki âlemin terkîbinden doğabilir. O terkîbi vücûda getirebilecek şartları ben Türk milletinde görürüm. İnsanlık târihinde bize düşen kutsal ödev işte budur."*


*: safiye erol, ciğerdelen

25 Mart 2020 Çarşamba

kör olası köprüler

sevgili çevirmenler, editör dostlar...

biliyorum, bu yazı başladığımız yere dönmek gibi biraz. okuduğum son iki çeviride, biri danca diğeri japoncadan çevrilen iki kitapta -üstelik japoncadan olanda iki yerde- rastlayınca kendimi tutamadım.

/evet, ben emekli askerim. deniz feneri bekçiliği uydurma yani. yılın tamamını geçirdiğim ve yöneticisi olduğum yazlık sitenin yapılacak işleri ne zaman azalsa oraya buraya mektup yazıyorum. hatta, fenerbahçe ne zaman yenilse maçtan sonra kulübü arayıp, telefonu açan kişiye, "beyfendi, bunu bize yapmaya ne hakkınız var," diyorum.

bunu yapan talat amcaydı. çok çok erken ayrıldı aramızdan. yüce tanrı şefkatini ve merhametini esirgemesin./

ne diyordum? kendimi tutamadım... başka dillerde olabilir ama türkçede "köprüleri yakmak" diye bir deyim yok.

"köprüleri atmak" var. "gemileri yakmak" var. ama "köprüleri yakmak" yok.

hadi çevirmenler, anlam kaybı yok, diyerek, arkalarına bakmadan yola devam ediyor, en azından editör arkadaşlar bu işe bir el atsınlar.

diyelim ki, orijinal metinde ateşli dumanlı kelime oyunları var. kullanın "gemileri yakmak"ı. yoksa yürüyün "köprüleri atmak" üzerinden.

her bir harf için harcadığınız emeğe saygı duyuyorum ama diğer türlüsünü, gugıl tıransleytte çalışan delikanlılar da yapıyor.

23 Mart 2020 Pazartesi

günün sorusu: güzellik

güzellik, güzel bulanın gözünde zamanla parlaklığını yitiren, solan bir şey midir?

21 Mart 2020 Cumartesi

depresyon

koskocaman bir adam oldum ama hâlâ değişen bir şey yok. ama eskiden bir başkaydı. öykücü, ne zaman konuşmaya, bir şeyler anlatmaya başlasa, sanki küçük çocuklar gibi başımı kaldırır, aşağıdan yukarıya doğru hayranlıkla yüzüne bakardım.

söylediği her şey hikmet referansı taşırdı çünkü. ve ben bir tekini kaçırmak istemezdim. kelimelerde bulamadığımı sesinde, sesinde bulamadığımı yüzünde bulur idrakimin emrine verirdim.

onlardan birinde, " batıl inançların bile bir mantığı var," demişti. hafife almamalı, hele de alay edilmemeliydi. elbette on üçün uğursuzluğu, merdiven altından geçmenin başımıza iş açacağı ya da bir blog yazısının yetmiş beşinci harfi 'ze' ise o gün güzel geçer tarzı şeyler değil. çünkü bir blog yazısının yüz seksen dördüncü harfi 'ze' ise o gün güzel geçer.

insanlar güneş tutulmasından korkuyor, çünkü tarihe ve en başından bu yana devam eden kültürel birikime dikkat edersek tutulmalardan sonra hep bir afet olmuş. bu da güneş tutulmasından korkmayı saçma olmaktan çıkarır.

tam da burada sizi, ahmet uluçay'ın "sinema için bunca acıya değer mi?" başlıklı güncesine götürmek isterim. orada, eşi ayşe'den bir cümle aktarır: "baharda insanların dizlerindeki derman, ağaçlara gider."

alın size modern tıbbın deprasyon dediği "mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar"*. hem de kupkuru dallara su yürümesini, ağaçların yeşiller giyinmesini açıklıyor.

demek ki diyorum içimden, tarih boyunca hep böyleymiş. ne zaman mevsim dönse insanlar bundan etkilenmiş. o zaman depresyon diye bir kelime, tıp diye bir şey bilmedikleri için de durumu böyle açıklamışlar.

demek ki, öykücü haklı.

demek ki, bugün güzel bir gün olacak.

19 Mart 2020 Perşembe

sezgi ya da sezgiye yakın bir his

bundan yaklaşık beş yıl önce murakami'nin yazar olmaya karar verdiği o anı anlatmıştım.

murakami daha sonra altı ay boyunca, o sıra işlettiği jazz barı kapattıktan sonra sabaha kadar yazarak ilk romanını bitirir. ama sonuçtan memnun kalmaz ve ingilizce yazmayı dener. ingilizce onu oldukça kısıtlar, cümleler kısa, mana eksik kalır ama japoncaya geri çevirince bir 'yer'e ulaştığını hisseder.

yaklaşık bir yıl sonra bir pazar sabahı, ev telefonunun sesiyle uyanır ve olaylar gelişir. arayan aylık edebiyat dergisi gunzo'nun editörüdür ve "bay murakami romanınız, 'yeni yazarlar ödülü' yarışmasında finale kaldı," der. yataktan kalkıp yüzünü yıkar, üzerini değiştirir ve karısı ile birlikte gezmek için dışarı çıkar. sonrasına ondan dinleyelim:

"Meici Caddesi'nde Sendegaya İlköğretim Okulu'nun yanından geçerken çalılığın gölgesinde bir posta güvercinin durduğunu gördüm. Elime alıp baktım, kanadı yaralıydı. Bacağına bir metal plaka takılıydı. O güvercini iki elimin arasında nazikçe taşıdım, Omotesan Caddesi'ndeki Aoyama apartmanlarının (şimdi orası Omotesan Hills oldu) yanındaki Polis Karakolu'na yollandık. Orası en yakın karakoldu çünkü. Haracuku'nun yan sokakları boyunca yürüdük. O sırada hafifçe titreyen yaralı güvercinin sıcaklığını ellerimde hissediyordum. Açık ve güzel bir havanın olduğu o pazar günü, etraftaki ağaçlar, binalar, mağaza vitrinleri bahar güneşinin ışığıyla pırıl pırıl parlıyordu.

İşte tam o anda kafama dank etti. Gunzo'nun "Yeni Yazarlar Ödülü"nü ben kazanacaktım. Ve sonrasında başarılı bir yazar olacaktım. Bunu söylemekten çok utanıyorum ama her nasılsa öyle olacağına dair en ufak bir kuşkum yoktu. Çok güçlü bir şekilde öyle hissediyordum. Mantıken değil ama dolaysız, sezgiye yakın bir hisle."*


*: haruki murakami, mesleğim yazarlık - doğan kitap

14 Mart 2020 Cumartesi

perfection

bir zamanlar mutfak camına serviler çizen erken gelen sonbahar yağmurları, aralık balkon kapısından girerek tül perdenin eteklerini odanın ortasına savuran rüzgârlar, kavinsky ve london grammar'dan önce oh land, nightcall'dan önce perfection vardı.

12 Mart 2020 Perşembe

neden javier marías?

notos öykü, yetmiş üç numaralı sayıda* nefis bir söyleşi var. o söyleşi çevbir - notos işbirliği ile hazırlanan "çevirmen diyalogları"ndan biri ve  saliha nilüfer ile seda ersavcı söyleşiyor.

türlü çevirmenlik hâllerini fotoğrafladıkları bu söyleşide, "akıcılık" bahsini ikisinin de çevirdiği javier marías üzerinden konuşuyorlar.

okudum ve seda ersavcı'yı başarılı bir çevirmenden öte ruh-kardeş olarak neden gördüğümü bir defa daha anladım.

*

saliha nilüfer: akıcılık demişken, metne bunu kazandırmak kimi yazarlarda zorlayıcı olabiliyor. özellikle kaynak dilde de zor okunan, özel bir üslubu olan metinlerde. öylesi yazarları üç beş ayda çevirmek zorunda oluşumuz  haksızlık bana göre. örneğin bir paragraftan aşağı cümle kurmayan, bütün kitapları kendine has bir evrenin, tek bir kitabın parçasını oluşturan javier marías bunlardan biri. onu çok sevdiğini biliyorum. bana öyle geliyor ki insan marías çevirmeyi ancak çevirirken öğrenir. ilk marias çevirin hatalı olun babında söylemiyorum ama masaya hazır bir deneyimle oturmanın ayrıcalığı da başka. yazar kelime dağarcığınla, tüm varlığınla, ifade gücünle, konuşma ve anlama becerinle orada hazır ve nazır olmanı istiyor, öte yandan epey mesafeli duruyor, hısımlık kurmana, metne yaklaşmana pek izin vermiyor. bilmem bana katılır mısın? bütün yazarların bu kadar adanmışlık talep ettiğini sanmıyorum, yoksa ediyor mu? son olarak seni marías'a o denli çeken nedir diye sorsam?

seda ersavcı: doğru, bütün kitapları sanki tek bir kitabın parçaları gibi; aynı tema çerçevesinde kurguluyor tüm hikâyelerini. aynı karakterlere yer verebiliyor, bu yüzden tam da bahsettiğin gibi bir adanmışlık gerektiriyor ama bu bana uzak gelmiyor. marías'ın "gevezeliğini" bile yersiz bulmuyorum ben, insanın hayatını şekillendiren, kökten değiştiren olaylar yaşandığında yazdığı ve hissettiği her şey de o olayların ekseninde dönüyor sanıyorum. marías'ın yinelenen temalarını biraz buna bağlıyorum. bir de edebiyatı hayatla, kendi hayatımla doğrudan ilişkilendirenlerdenim ben.marías tutkumun altında da bu yatıyor galiba; bir bakıma kendimi marías'la duygudaş hissediyorum diyebilirim. ya da şöyle söyleyeyim: benim dile getiremediklerimi o dile getiriyor, böylece kendi hislerimi onun ağzından aktarabiliyormuş gibi hissediyorum.

*: aralık2108 - ocak2019

10 Mart 2020 Salı

reddedilmek

reddedilmenin ya da kesinlikle reddedilecek olmanın, reddedilenleri ya da reddedileceğinden emin olanları yalnızca üzen, hayal kırıklığına uğratan, gelecek planlarını elinden alan bir yanı olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

çünkü muhatabını süper kahramanlara, gözü kara yiğitlere dönüştüren muazzam bir etkisi de var.

o anı ve sonrasını kuşatan olanaksızlık veya dile getirilmiş, resmiyet kazanmış red cevabı onların alabildiğince cesur davranmasına, ateşli konuşmasına ve doyuma ulaşması ihtimal dahilinde olsa ağzına bile almayacağı arzuları dile getirmesine olanak tanır.

kadının/erkeğin, "gelmek istemediğimi, istesem de gelemeyeceğimi biliyorum," dediği o anı düşünün. bunu duyan erkeğin/kadının muhatabı gelsin istiyor olsa bile nasıl da rahatladığını tahmin edemezsiniz.

artık herhangi bir tehlike kalmamıştır. artık boyunu aşan vaatlerde bulunabilir, hayallerinde bile cesaret edemediği planlardan bahsedebilir. hatta, "gitme!.. sen gidersen ölürüm," diyebilir. "sen gidersen sınırlarımda kalamam/ tekin değil karanlığım".

bazan, kadın/erkek bu durumun farkına varır, "gelmeyeceğimi bildiğin için, isfahan'a gidelim, diyorsun," der.

*

gücünü olanaksız oluşundan alan ilişkiler vardır ki, bu durum onlarla karıştırılmamalıdır. kadın, erkek onunla asla evlenmeyeceği için erkekten kopamaz ya da erkeğin mevziini terk etmeye niyeti yoktur ve kadının "gel" demeyeceğini bildiği için o ilişkide vardır. başka bir deyişle "o iş olmaz" olduğu için yanyana dururlar. tam da, o iş olacak gibi olduğunda, kadın "gel" dediğinde, erkeğin evliliğe dair fikirleri değiştiğinde biter her şey.

*

bir de, "önümde seni unutacak kadar zaman olduğunu sanmıyorum. sen benim son aşkım olacaksın," diyenler vardır ki, başka hiçbir şeyle karıştırılmamalıdır.

6 Mart 2020 Cuma

kısa şiir

yalnızca iki dize. borges'ten...

sevip de unutamayanlar için söylüyor:

"hedef unutmaktır.
daha önceden varmıştım
."*


*:önemsiz bir ozan

4 Mart 2020 Çarşamba

altı çizili satırlar: yusuf'un rüyası

bu ara, yaklaşık on yıl önce okuduğum, sonrasında karıştırmaktan, bazan bölüm bölüm okumaktan vazgeçemediğim yusuf'un rüyası'nı yeniden elime aldım. uygar şirin'in semih kaplanoğlu'nu konuşturduğu nehir söyleşi, yusuf'un rüyası...

uygar şirin'in muhteşem bir iş çıkarttığını inkar edemem. hem dersini iyi çalışmış hem muhteşem sorular sormuş kaplanoğlu'nun sorusunu arayan cevaplarına.

yine de bir hayalim var; benzer bir nehir söyleşi daha yapılsın, semih kaplanoğlu'nu bir de enver gülşen konuştursun diye...

*

kitap, semih ve yusuf olmak üzere iki bölümden oluşuyor.

ve sinemaya ve "yusuf'un rüyası"na giden yolda, her şeyden önce bir biyografi denemesi gibi başlıyor. yönetmenin izmir'de geçen çocukluğundan, hatta aile geçmişinden başlayarak hayatını öğreniyoruz ilk olarak. dedesi, bir falcı edasıyla kargalardan haber veren süreyya ninesi, onu tanpınar, haşim ve sinemayla tanıştıran babası, kemal tahir, orhan kemal ve yaşar kemal sevgisini armağan eden okumaya meraklı annesi, "her anından nefret ettim," dediği ilkokul yılları, mahallenin yakışıklı abisi 'kaptan' attila ilhan, ihsan oktay anar'la da kitapçı karşılaşmaları, erkek lisesinde okumanın değişimine -belki de oluşumuna- katkısı, on iki eylül döneminde öğrenci olmak, hele de sinema okumak, reklam ajansında çalışmak, dostlukları, hayatına temas eden isimler, ece ayhan, mustafa ırgat, orhan pamuk, erol akyavaş, alim şerif onaran...

nihayetinde, kağıt üzerinde bir özgeçmiş olarak, karışık ve dolambaçlı görünen bu hayata bakarak, "bugüne kadarki tüm hayatı, yusuf üçlemesi'ni çekmek üzere 'örgütlenmiş' gibi geldi bana," diyen uygar şirin'e siz de hak veriyorsunuz.

daha sonra sinema oluyor konu. ve senaryo yazımından oyuncu seçimine, ses tasarımından resmin ve ışığın kaplanoğlu sinemasındaki yerine, tarkovski'den şiire, sinemasını etkileyen filmlerden kendi filmlerine, oyuncularla iletişiminden sette kullandığı eşyalara, festivallerden kazandığı ödüllere kadar kaplanoğlu sineması ve yusuf üçlemesi'nin macerasını konuşuyorlar. yusuf'un yaşı üzerinden kronoloji kurulduğunda tersten anlattığı hikâyede yusufların soyadının farklı olduğunu, her üç filmde de aynı sediri kullandığını, söz gelimi küçük yusuf'a ilkokul birinci sınıfta okumayı öğrenirken yaşadığı travmayı, büyük yusuflara şairliğini, hatta şiirlerinden kuyu'yu armağan ettiğini öğreniyoruz.

sonuç olarak, günümüz türk sinemasının kollarından birini temsil eden usta bir yönetmenin yol hikâyesine, hayata ve sanata bakışına, sinema dilini oluşturan koşullara, sinema yaparken yaşadıklarına ve şüphesiz en büyük eseri yusuf üçlemesi'ne tutulan bir ayna yusuf'un rüyası.

altı çizili satırlar ise, yüzlercesinin arasından en çok "benim olsun' yer. biraz da, ah muhsin ünlü'nün yeni başlayanlar için hallac-ı mansûr'da "öğrenciydi./ bir kıza aşıktı/ ve aynı zamanda başka bir senaryo üzerinde çalışıyordu." dediği yeri hatırlattığı için.

şimdilerde onlarca ansiklopedi sayfasını dolduracak bir öz geçmişin seksenli yıllardaki hâli. kaplanoğlu'nun kendi tercihi. ve elbette şairce. ve yanında okurun çizdiği bir kalp.

*

o altı çizili satırlar:

"yirmi iki yıl önce bir dergide yayımlanan bir şiirinizi buldum. orada kısacık bir biyografiniz var, şöyle bitiyor: "senaryo yazıyor ve bolca düş görüyor.""


*: timaş yayınları, ekim 2010

2 Mart 2020 Pazartesi

evlat acısı

toplumun ve tanrının koyduğu kuralların neredeyse tamamına uydum. kusursuz olmasam da iyi bir oğul, iyi bir evlat oldum babama. onu utandırmadım, başkalarına karşı mahçup etmedim.

belki lise sonda, veli toplantısında duydukları istisna. ama bana hiçbir şey sormadı, tek bir kelime dahi söylemedi. sadece, tarih öğretmenimiz "aklınızı başınıza alın" konuşması yaparken menekşe gözlerini bana çevirip, "arkadaşınızın babası güzel şeyler duymaya gelmişti ama "oğlunuz sınıfının kızlar ve erkekler olarak ikiye ayrılmasına neden oldu," şikayetini duyarak gitti," dedi.

doğruydu; bir süredir sınıfta kızlar ve erkekler konuşmuyordu. hatta fırat ve dicle adında ikiz kardeşler vardı. onlar bile okulda diğerinin yüzüne bakmıyor, ne varsa evde konuşuyorlardı. sebep de benim düzenlediğim, 'saç'tan başlayıp 'ayak bilekleri'ne inen 'en güzel' anketiydi. ankete sadece erkekler katılacak, sınıfın en güzel saçları, en güzel gözleri vs. kimde ise oy çokluğu ile tespit edecektik.

bilirsiniz, her zaman birileri konuşur, sır tutmayı başaramayanlar çıkar. tek bir oy dahi alamayan kızların suratı asıldı ilk olarak. buna nasıl cüret ettiğimizi sorguladılar. ayıpladılar. onlara yeteri kadar oy alamayanlar eklendi sonra. nihayet, "ne hakla!" diyerek hep beraber cephe açtılar.

oyların çoğu gül'e gitti elbette. gül ki, basketbol sahasını seyreden trübünde az önce selda'nın kalktığı yere oturmuş, gözleri basketbol oynayanlarda, "seni tanımak istiyorum," demişti. sınıfa, hatta okula yeni gelmiştim. ben arka sırada tek başıma takılıyordum. o ise en önde özlem'le oturuyordu. ona baktım. gözleri... yeşilden maviye, maviden yeşile dolaşıp duran gözleri...

basketbol oynayanlara baktım yeniden. "bu heyecan veren bir eylem olabilir. zaman zaman keyifli olacağına da eminim," dedim. basketbol oynayanlar kan ter içinde  kalmıştı. "merak etme, keyifsiz kısımları ben hallederim." hallettim de.

on yedi yaşındaki bir çocuğu tanımak ne kadar sürebilir ki? en sevdiğin yazar? sait faik. kahramanın kim? babam. en sevdiğin çiçek? gül... bana trübünlerden hiç ayrılmamışız gibi kısacık gelen günlerin sonunda aşk acısı sandığım bir duyguyla tanıştım. sonra da okulu ve büyük sınavı boşlayıp üniversitelilerle takılmaya başladım. itiraf ederim, iyi de geldiler.

ne diyordum? babamı hiç utandırmadım, onu başkaları karşısında mahçup etmedim. arkadaşları, "bu çocuğun senin oğlun olduğuna emin misin?" der, babamın payına gurur, benimkine mutluluk düşerdi. bana kızdığı zamanlar elbette oldu ama onu mutsuz ettiğimi sanmam. belki, üniversiteyi bitirdikten sonra uzakları değil de yakınları seçseydim daha mutlu olurdu.

ama bunların pek önemli olmadığını anladım şu bir kaç günde. evet, önemli değil. çünkü, babam için yaptığım en güzel şeyin o hayattayken ölmemek olduğunu anladım.

evlatlarının yokluğuyla yüzleşen, o yoklukla yaşamak zorunda kalan anne ve babaları gördükçe de iyice emin oldum.