27 Şubat 2020 Perşembe

yasal uyarı

birazdan javier marías'ın bin dokuz yüz seksen dokuzda yayınlanmış ama türk okurunu yeni bulan romanı tüm ruhlar'ın* ilk paragrafını okuyacaksınız.

bu ilk paragraf bile -çeviri oluşuna rağmen-, 'bir javier marías romanı'yla karşı karşıya olduğumuzu anlamaya yetiyor. ve başından bu yana belli bir tarzı olduğunu ve bunu koruduğunu, her yazar gibi onun da "her defasında aynı üst öyküye çalışan" öyküler yazdığını...

ama benim asıl hoşuma giden, zekasını ele veren bir oyunbazlıkla klasik uyarıyı romanına dahil etmesi oldu. yani, "adı geçen kişi ve kurumların gerçekle bir ilgisi yoktur," demeye çalıştığı yerler... kaldı ki, bu aynı zamanda, "yazan ile yazar'ı ya da anlatıcı ile anlatan'ı karıştırmayın" demektir.

hep olduğu gibi, "bazı itiraflar geri alındığında daha çok kesinlik kazanır," diyecek itirazcılar olacaktır. siz de haklısınız.

*

"Üçünden ikisi ben Oxford'dan ayrıldıktan sonra öldü ve bu bana, temelsiz bir inançla şöyle düşündürüyor: Belki de onları tanıma ve şimdi kendilerinden söz edebilme fırsatını vermek için benim gelmemi ve oradaki ikametimi tamamlamamı beklemişlerdi. O nedenle -yine boş bir inanç uyarınca- belki de onlardan söz etmek benim açımdan bir zorunluluktur. Kendileriyle ilişkim sona erinceye değin ölmediler. Eğer Oxford'da, onların yaşantılarında varlığını sürdürmüş olsaydım (yani gündelik yaşantılarında hâlâ var olsaydım), belki de bugün hâlâ hayatta olurlardı. Bu düşünce boş bir inancın sonucu olmakla kalmıyor, aynı zamanda kibirden doğuyor. Şu da var ki, onlardan söz etmek için kendimden, Oxford kentinde geçirdiğim süreden söz etmek durumundayım. Gerçi bu söylemin sahibi olan kişi orada bulunmuş olan kişi değil. Aynı kişiymiş gibi görünüyor, ama öyle değil. Eğer kendimi ben diye adlandırıyorsam ya da doğduğumdan beri birlikte olan ve bazılarının beni anmakta kullanacakları bir ad veriyorsam, ya da başkalarının bana atfedecekleri şeylerle örtüşen şeyler anlatıyorsam, ya da hem daha önce hem daha sonra başkalarının oturdukları, ama benim iki yıl süreyle işgal ettiğim eve benim evim diyorsam, bunun tek nedeni, kişinin farklı zamanlar ve farklı mekânlarda kendi kendisi olmayı sürdürmesine belleğinin yettiğini sanmışım değil, birinci şahıs olarak anlatmayı yeğlememdir. Burada gördüğü şeyleri ve başından geçenleri anlatan kişi onları görmüş ve yaşamış olan kişi değil, hatta onun uzantısı, gölgesi, mirasçısı, yerini sahiplenmiş olan biri değildir."


*:neyyire gül ışık çevirisi, yky

24 Şubat 2020 Pazartesi

atışma - on beş

modern çağların ihmale uğrattığı büyük romancı reşat nuri güntekin, "ben aşkı evvelâ derin bir merhamet zannettim," dedikten sonra yerine dönerken mikrofona türkçenin en büyük şairi geliyor:

"merhamet belki yüce bir şey, ve muhtemel ki, merhamet aşk'tan üstündür."

21 Şubat 2020 Cuma

ll. tuzlu

yeni bir kucaklama hayvanı varmış.

yengesi hediye etmiş. annesinin dayısının eşi, dayısının değil.

sibirya kurdu. karın bölgesi ve bacakları beyaz, geriye kalan gri. gözleri buz mavisi, burun sert, siyah plastik. "adı var mı?" diyorum.

"var. tuzlu."

"neden tuzlu?"

"tüylerinin arasında beyaz tüyler var da ondan. sanki tuz dökülmüş gibi."

*

ne zaman farkına vardım bilmiyorum ama öykücü'nün burçlarla dalga geçtiği, aslan burcu için "sizi gidi kocaman kediler" dediği gün olabilir: "kedi sevmem ben. kedi seven kadınları severim. üstelik onlar da beni severler. hem de çok severler."

onun da vardı. nasıl da kıskanırdım. ama o şaka sanırdı. oysa biraz dikkatli baksa, tam da tuzlu'nun durduğu yerde olmak istediğimi görecekti.

tuzlu'ya sarılıp uyuyordu meselâ. iki yastıkla yatmaya alışkındı ama onun gelişinden bu yana yastıklardan birini ona terk etmişti. uyandığında patisi yüzünde oluyordu çoğu zaman tuzlu'nun. yüzünü yüzüne sürüyordu. tuzlu kimselere aldırmıyor, gelip başını dizine koyuyordu.

ah! ben de isterdim. hem de nasıl isterdim. ki parmak uçları braille alfabesiyle yazılmış bir metni okuyan görme engelli gibi yüzümde dolaşsın. parmakları saçlarımın arasında gezinirken bir şeyler anlatsın. ne olduğu hiç önemli değil, sadece anlatsın.

bazan tuzlu olurdum bile isteye. daha doğrusu onun yerine konuşurdum. meselâ, tuzlu'yu "spinozam" diye sevdiğini söylediğinde: "sahibem olacak manyak, sırf söylemesi keyifli diye bana spinozam diye sesleniyor. oysa ben adımın toros olmasını isterdim. ki toros, antik çağda boğa gibi güçlü demekti."

sonra tuzlu odasının orta yerinde bir heykel gibi durabiliyor, kedi gözleriyle her şeye bakabiliyordu. benimse, bitmemiş bir romandan alıntılayarak söylersem; "allah ya da tanrı, "eğer sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım," diyerek iltifat ettiği son peygamberi hz. muhammed'e bahşettiği -muhammed ki, bütün müslümanların dediği gibi "allah'ın selamı onun üzerine olsun"- miraç tecrübesini biz sıradan kullarının da yaşamasına izin verseydi, ya da biz ölümlülerin dünyayı biraz olsun anlayabilmek için sığındığı fizik kuralları bu denli katı olmasaydı" keşke demekten başka şansım yoktu.

ve bir gün, bu tarz hikâyelerde hep olduğu gibi, kız o odalardan gitti. ortak yazgıya işaret gibi hem beni hem tuzlu'yu geride bıraktı.

*

"niye sustun? yoksa adını sevmedin mi?"

18 Şubat 2020 Salı

oskar, gitti gidiyor!

evet, oskar…

*

neredeyse on gün oldu. parasite ve bong joon ho övmediğim, hollywood işi filmlerle arama çok da mesafe koymadığım halde 'joker' joaquin phoenix ve renee zellweger'i kutlamadığım, laura dern'ün nefret edilesi performansından, brad pitt'in geç gelen ödülünden söz etmediğim için özür dilerim.

ama konuştular değil mi? hem de çok. en çok da, ödülleri siyasi ve ticari bulan, hollywood ürünlerinden nefret eden ve art hause sinemadan gayrısına tahammül edemeyenler konuştu.

tıpkı, türkçenin en büyük şairine faşist diyenlerin hepsinin de faşist olması tadında.

*

benim de söylemek istediğim bir şeyler var elbette. kaldı ki, bunların çoğunu dün akşam whatsapp grubunda da söyledim.

en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerinin (ki iki ödül daha, en iyi uluslararası film ve en iyi özgün senaryo ödüllerini de aldı) güney kore filmine gitmesinde siyasi bir yan olabilir. ama bu durum, bong joon ho'nun yetenekli bir yönetmen, parasite'in iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

bundan sonra söyleyeceklerim de bu gerçeği değiştirmez. kaldı ki, geçmişte çok daha kötü filmler ne ödüller kazandı.

hollywood sinemasının son altın dönemi doksanlı yıllardı. ve on bir eylül olaylarıyla son buldu. bütün dünya dönüşürken sinema da değişti. o değişimden geriye, düştüğü yerden 'kahraman'lara tutunarak kalkmaya çalışan, teknolojiden yardım bekleyen bir sektör kaldı.

tam da daha önce yapılmamışları yapmak için ideal bir ortam yani. en iyi yönetmen ödülünü bir kadına, en iyi film ödülünü bir televizyon filmine, en iyi oyuncu ödülünü bilgisayar vasıtasıyla oluşturulan bir oyuncuya vermek vs...

son ikisini ben uydurdum ama en iyi yönetmen ödülünü kazanan ilk kadın olan kathryn bigelow'un bu ödülü saçma sapan bir film olan the hurt locker(2008) ile kazanması tam da bu yüzdendi. öyle ki, hayatta olsa stanley kubrick bile en iyi yönetmen ödülünü almıştı fırsat bu fırsat.

yani "en iyi film ödülünün ilk defa orijinal dili ingilizce olmayan bir filme verilmesi" abartılacak bir durum değil, yalnızca zamanın ruhuyla ilgili. tıpkı amerika'nın ilk siyahi başkanı ya da gelecekteki muhtemel kadın başkanı gibi.

diğer yandan bu ödülü bir fetih değil de işgal olarak okuyorum ben. ama tersinden bir işgal. böylece hollywood güney kore sinemasını da kendine dahil etmiş oldu. tıpkı yeni pazarlara ve iş gücüne ihtiyaç duydukça genişleyen avrupa topluluğu gibi.

16 Şubat 2020 Pazar

günah

nasıl geldiyse öyle giden, ne zaman başladığı ne zaman dindiği belirsiz yaz yağmuru gibi bir kız vardı. o anlatmıştı. o yazdan geriye kalan da bir tek bu hikâye oldu.

hocası, felsefeydi galiba, görünüşte sınıfta dolaşırken gelip tam önünde durmuş. onun kocaman gözlerine bakıp, sanki o an aklına gelmiş gibi, "büyük allaha küçük günah olur mu" demiş. başını okşayıp tebessüm ettikten sonra, o konuşma hiç olmamış gibi yürüyüşüne devam etmiş.

10 Şubat 2020 Pazartesi

flâneur

fransızca bir sözcük olan flâneur, 'aylak', 'avare', 'boş gezen' veya 'işsiz' anlamında kullanılmaktadır. bu kavram, walter benjamin’in kapitalizmin yükseliş çağında lirik bir şair adlı çalışmasında charles baudelaire için 'flâneur' yakıştırmasını yapmasından bu yana "kentlerde aylak aylak gezen hüzünlü aydın tipi için kullanılan bir adlandırma" olagelmiştir.

benjamin bu çalışmasında, poe’nun kalabalıkların adamı adlı öyküsü ile baudelaire’in 'flâneur'lüğü arasında paralellikler kurar. pasajlar'ın merkezine de bu kavramı koyan walter benjamin, baudelaire üzerine yaptığı çözümlemelerde 'flâneur'ü sık sık kullanılır. şehirde ve kalabalıklar arasında gezen 'flâneur'ler, herhangi bir iş yapmaz, büyük mekânlarda, cadde ve sokaklarda amaçsızca bulunur, yaya gezerken düşünce üretir. başka bir deyişle kent, 'flâneur'lar için gezilecek fiziksel bir uzamdır.

benjamin’in eserlerini türkçeye çeviren ahmet cemal de bu kavram hakkında şöyle der: "fransızcada avare gezen anlamını taşıyan bu sözcük, walter benjamin için temel kavram niteliğindedir ve yaya dolaşırken, aynı zamanda çevre izlenimleriyle düşünce üreten kişi anlamında kullanmıştır."

tıpkı sait faik öykülerinde, istanbul’u aylak aylak dolaşan ve aynı zamanda hayaller kuran, düşünce üreten kahramanlar gibi.

9 Şubat 2020 Pazar

pazar neşesi

soruya cevap şeklinde, hem tarafımı belli eden hem de çok güldüğüm bir fıkra...

*

-birisinin vegan olduğunu nasıl anlayabilirim?

-merak etme o söyler..

7 Şubat 2020 Cuma

dakika ve skor

"Tahta döşenmişse, hiç istisnasız her yer burcu burcu sakız kokardı tabii ve insan evin içinde geziniyorum diye sabahtan akşama dek sakız kokusu gibi gözüken derin bir ormanın uğultuları arasında gezinirdi. Zaman zaman elindeki işten başını kaldırıp azıcık dikkat etse, bu uğultuların içinde bol güneşli yamaçların yeşilliğini bile görebilirdi hatta; yamaçları tırmanıp giden ıslık inceliğindeki patikaları, bu patikalara inmiş bulutları, sağda solda çınlayan börtü böcek seslerini ve bu seslerin gerisinde nemli bir uzaklık hâlinde duran çalılıklarla çalılıkların dibindeki sessizlikleri bile görebilirdi. Rüzgârın kabuklarda yırtılışını bile, sonra... Çakılları, taşları ve ıssızlıklarıyla birlikte derelerin rüzgâra kapılıp tepetaklak savruluşunu bile. Ya da ne bileyim, yer değiştiren gölgelerin gürültüsünü, kayalıklarda kayalık gibi parlayan güneşin sıcaklığını ve kıyıda köşede kalmış küçük bitkilerin fısıltılarını bile..."*

*: hasan ali toptaş, gecenin gecesi - yatak

5 Şubat 2020 Çarşamba

ahab üzerine borgesvari bir deneme

ahab, "call me ishmael," diye başlayan yolculuğa çıkmadan önce de kaçıktı.

ama kaptan değildi. müzisyendi.

başarısız bir kaç denemenin ardından, sanatının özünü ortaya çıkarmasının ancak kendi kaval kemiğinden yapılacak bir kavalla mümkün olduğu düşüncesine kapılmıştı.

başarısızlığı kabul edemediği için de moby-dick yalanını uydurdu. hatta bir kaç zengini ve bir sürü işsizi kandırarak denize açıldı.

yolculuk uzadıkça, deliliğin çağrısını daha sık duymaya başladı. en sonunda hayatı boyunca kenarında dolaştığı o uçuruma yuvarlandı.

yalanlarını anlatması karşılığında bir kişinin hayatını bağışladıktan sonra geriye kalan ne varsa havaya uçurdu.

2 Şubat 2020 Pazar

sonbahar*

kuzen 'küçük murat' bilgisayarın başından kalktı, "bu defa buldum," dedi. peşi sıra bilgisayar başında geçen, bizim yanımızda bile yüzünü telefondan kaldırmadığı zamanların sırrı çözüldü.

yalan yok, kız meselesi sanmıştım. "sana bir şey anlattı mı," diye bir kaç kez ağzımı yokladığına göre mustafa dayım da öyle sanmış olmalı.

çünkü, sadece kız meselesini değil, çevirdiğiniz bütün dolapları konuşabileceğiniz 'kuzen' benim. yargılamam, sorgulamam, eğer fikrim sorulursa kendimi başıma sürmediğim merhemi karşımdakine veririm. vermek ne demek, bizzat kendi ellerimle sürerim.

bir de, "üzmem çünkü ben yarıştırmam" var. ama o başka bir konu.

bizimki banka hesabındaki rakamlara bakmış, hayalindeki arabayı alabileceğine kanaat getirmiş. aramış taramış, sormuş soruşturmuş, nihayet o arabayı bulmuş. ama gidip almalıydık. çünkü arabanın satıcısı başka bir şehirde, şehir dağların arkasındaydı.

uzatmayayım. gittik, aldık arabayı. sonra dönüş yoluna vurduk kendimizi. başka zaman olsa, meydanında saat kulesi yükselen kadim şehri, karlı dağları, dağları denize getiren nehri de anlatırdım ama dediğim gibi: uzatmayayım.

dönüş yolunda kafile ikiye bölününce ben küçük murat'ın yanına düştüm. dedim ya, karlı dağlar. radyo doğru dürüst çekmiyor. yol uzun değilse de kısa sayılmaz. hele de bir durup bir başlayan kar altında.

torpido gözünde arabanın eski sahibinden kalma bir cd bulduk. kesinlikle kız meselesi... karışık, doksanlar pop ağırlıklı bir toplamdı. dokuzuncu şarkıdan öteye geçmedik ama.

dokuzuncu şarkı, küçük murat dikkatini yola verdiği için sohbetin yerini müziğin aldığı, şairin "herkes yârini çizsin gözbebeklerine" dediği anlardan birinde far ışığına usul usul kar düşerken gelip beni buldu.

bitince uzandım, başa aldım. aynı şeyi bir daha yapınca, küçük murat gözlerini yoldan ayırmadan, "sen böyle şeyler dinler miydin?" gibi bir şey söyledi. "çürüyen otlar'ı hatırlattı bana. cahit külebi'nin şiiri. alpay o şiirin birazını şarkı yapmıştır hatta," diye cevap verdim.

başka bir şey demeyince uzanıp yarısı biten şarkıyı yeniden başa aldım. yetinmedim tekrar tuşuna bastım.

sonrası bir film olsaydı, "birden durup dururken içim cız etti. bi baktım gene aynı karın ağrısı. öyle özlemişim ki seni." diyerek başlardı.

sonra gözümü bir açtım, karşıdan karlı dağlar geçiyor. fonda burak kut'un ergenlikten kurtulamamış sesi.


*: burak kut, sonbahar