2 Ekim 2009 Cuma

altı çizili satırlar: baden baden' de yaz

biliyorum adına ve yayımlanma zamanına bakınca, insanlar güneşlenirken okusun diye yazılmış biraz macera, biraz aşk içeren ve bir kaç cümlesi kış gelip kafelerin kapalı kısımlarına geçtiğimiz günlerde 'son okuduğum kitap'tan alıntılamaya müsait bir roman hissi uyandırıyor.

ama kapağın ön yüzüne konu olanın dostoyevski olduğunu farkedince, üstelik içinizde bir yerler bu kapak yuvarlak-kare-yuvarlak yayınevine yakışmayacak kadar güzel bir kapak deyiverince yazarını ilk defa duyduğunuz bu kitaba gidiyor elleriniz.

üstelik önsözü yazan, susan sontag...

anlatılanlara göre yazarının basıldığını görmeden öldüğü bu kitap, unutuluş ve kayboluş gibi bir kadere yol alırken tesadüfen sontag tarafından keşfedilir ve o kader tersine işlemeye başlar.

leonid tsıpkin, sonraları yerini dostoyevski'nin alacağı tolstoy'u taparcasına seven, sinemadaki idolü ise tarkovski yerine antonioni olan edebiyat düşkünü bir doktordur ve sadece kendisi için, edebiyat için yazmaktadır... sontag'ın deyişiyle "çekmeceye"... ve ilave eder: "yazmak yalnızlıktır; her şeyi yutar."

roman, aralık ayının sonlarında başlıyordur. zaman 'şimdi'dir. anlatıcı leningrad'a giden bir trendedir. zaman bir yandan da 'bin sekiz yüz altmış yedi nisanının ortaları'dır ve dostoyevski(fedya) ve genç eşi anna(anya) petersburg'tan ayrılarak dresden'e doğru yola çıkmışlardır.

"bu, bir tür düş-romandır, uyuyan da tsıpkin'in kendisidir ve bu romanda tsıpkin durdurulmaz, coşkulu bir anlatımın sağanağında, dostoyevski'nin yaşamıyla kendi yaşamını müthiş bir hayal gücüyle birbirine geçirir."

anlatı 'ben'den 'o' ve 'onlar'a cesur ve sürükleyici geçişlerle ve aynı rahatlıkla geçmişten şimdiki zamana akıp geçer. ve geçmiş dediğimiz sadece o 'yaz' değil: dostoyevski de tıpkı yazar gibi zaman zaman kendi geçmişinin anılarına boyun eğmektedir.

bu kitabın altı çizili satırları ise sontag'ın da kayıtsız kalamadığı bir yerden: "çiftin sevişmelerinin yüzme imgesiyle verilmesini kim unutabilir?"

ama siz siz olun, satırların daha da eskiye uzandığı yerleri ihmal etmeyin. çünkü yaşanan, zamanın yakın geçmişe ekli uzantısından başka bir şey değildir.

"...ona sarıldı, göğsünden öptü, ve yüzme başlamıştı - ellerini sudan aynı anda dışarıya çıkararak ve aynı anda havayı ciğerlerine çekerek geniş kulaçlarla yüzüyorlardı kıyıdan gitgide uzaklara, denizin mavi kabartılarına doğru, ama fedya hemen her gün onu bir tarafa, hatta geriye sürükleyen karşı bir akıntıya rastlıyordu, - anna'ya yetişemiyordu, karısı hep aynı şekilde uyumla ellerini sudan çıkarmayı sürdürüyor, uzaklarda kayboluyordu, fedya artık yüzmüyormuş gibi hissediyordu kendini, dipten kurtulmaya çalışarak suda debelenip duruyordu yalnızca onu bir kenara sürükleyen ve birlikte yüzmelerine engel olan bu akıntı tuhaf biçimde, öfkeyle açılmış gözbebekleriyle binbaşının sarı gözlerine; yüzlerce bedenin perdahladığı bekçi kulübesinin ortasında duran alçak meşe masaya yatmak üzere kendi tutuklu giysisini çıkarırken kapıldığı teleşa; bedenine peş peşe sopa darbeleri indiğinde, kaslarından ve kemiklerinden kızgın bir tel çekilmişcesine dayanamadığı çığlıklara; dayaktan sonra onda başlayan hummalı kasılmalara; bu arada orada bulunanların alaylı ya da merhamet dolu bakışlarına; binbaşının topukları üzerinde sertçe dönerek bekçi kulübesinden çıktığı ve doktor çağırılmasını emrettiği zaman yüzünde beliren o iğrenç gülümsemesine dönüşüyordu,..."*



*çeviren: kayhan yükseler (yky, 2007)
önsöz çevirisi: güven turan

Hiç yorum yok: