22 Ağustos 2013 Perşembe

harun ve adsız küçük kız

üniversite dördüncü sınıfta "o kız" tarafından terkedilince, bununla baş edebilmek için haftada üç gün herkesten ve her şeyden kaçarak havuza yüzmeye gittiğimi daha önce de anlatmıştım.

baş edebildim mi bilmiyorum ama o macera sırasında çok güzel hikayelere şahit oldum, tanımaktan daima onur duyduğum insanlarla rastlaştım. harun ile babası da bunlardan ikisiydi.

her zaman olduğu gibi kulaç atıp hayal kurarken yan kulvarda minik bir beden farkettim. ve tempomu ona göre ayarlayıp yüzmeye öyle devam ettim. ağır ağır beş yüz metre yüzdük ve durduk. sanki yorulmuşum gibi ben de onunla durdum. dirseklerimizi havuzun kenarına dayayıp sohbet ettik. beş yaşını bitirdiğini, küçük -daha bebek- bir kız kardeşi olduğunu ama onun yüzmeyi bilmediğini, anne ve babasının doktor ama annesi örtülü olduğu için sadece babasının çalıştığını bir çırpıda anlattı.

öyle bir anlattı ki, sanki o minik bedenin içine kocaman bir adam konmuştu. ya da o kadar hızlı büyümüştü ki bedeni ona yetişememişti.

sonra gitti. ben de kaldığım yerden devam ettim. sonraki günlerde beraber çok yüzdük. dönüşte vasıta bulmakta zorlandığımı tahmin eden babası beni de beklemeye başladı. ve dönüş yolunda yaptığımız sohbetler boyunca harun gibi muhteşem bir çocuğun ancak böyle bir adamın oğlu olabileceğine karar verdim.

belki bu yüzden, belki kendim daha çocuk olduğum, belki baba olmak aklımdan bile geçmediği için harun gibi bir oğlum olsun diye aklımdan hiç geçmedi.

*

bugün stadyumda, atletizm pistine her zamanki gibi köşedeki kapıdan, yani şeref trübününün sağ tarafındaki kapıdan girdim, saat yönünü takip ederek üç numaralı kulvar boyunca koştum ve yarı saha çizgisi hizasına geldiğimde sahaya girdim. bir yandan yarı saha çizgisi boyunca koşarken bir yandan tişörtümü çıkarttım ve tam başlama noktasına bıraktım. elimdeki anahtarlığın tşörtün üzerine düşerken çıkardığı sesin yankısı kulağımda, sahanın diğer tarafından çıkıp üç numaralı kulvarda, bu defa saat yönünün tersine koşmaya başladım.

ve bir kaç metre ötede onu gördüm. sekiz numaralı kulvarda yürüyordu. tam aynı hizaya gelince kulaklığımı çıkartıp, haydi, diye seslendim. ilk önce tanışıp tanışmadığımızı anlamak için dikkatle bana baktı. tanışmıyorduk. yine de koşmaya başladı. onun temposunda yarım tur koştuk ve o annesinin yanında mola verdi.

biraz dinlendikten sonra bu defa annesiyle koşmaya başladılar. onlara yetişince yavaşlayıp hemen yanında koşmaya devam ettim. başladıkları yere geldiklerinde bir mola daha verdiler. "bir aşkın daha sonuna geldik," diye düşündüm. ama hayır, biraz sonra tekrar koşabilmek için annesini ikna edip tekrar koşmaya başladı.

artık emindim, bu aşktı. çünkü, arada geriye bakıp beni arıyordu. yoksa gitmiş miydim? onun en fazla dört-beş yaşlarında olmasının, aradaki yaş farkının hiç bir önemi yoktu.

hızlanıp yeniden hizasına geldim. aşkımızın son iki yüz metresini birlikte koştuk. sonra da bu aşkın bir geleceği olmadığı için annesinin nezaretinde bağrımıza taş basıp birbirimize el sallayarak vedalaştık.

evet, isterdim. o al yanaklı, terlikleriyle geldiği için çıplak ayakla koşan sarışın kızın benim kızım olmasını ve beraber koşabilmeyi çok isterdim. ve hatta, çocuk esirgeme kurumunun onu bana vereceğini bilsem ebeveylerinin yemeğine fare zehiri koyardım ya da bütün akrabalarının üzerinden tırla geçerdim.

*

anlayacağınız, "şedit"in en sevdiğim kelimelerden olması boşuna değil. eğer bu kelimeyi kullandığım için kızanlar varsa, kızmak yerine hiç olmazsa "h" yok desinler ve "şehvet" demediğim dua etsinler.

üstelik, beterin beteri var: ya, "haşhaş" deseydim.

Hiç yorum yok: