sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim; bu film bir "şiir" değil.
hak ettiği bütün övgülere rağmen, "yaralarına şiir süre süre" yaşadıkları hayat daha yirmili yaşlarda tüberküloz nedeniyle son bulan iki şairin etrafında dolanan, "şiir bahanesi" olmuş bir dönem filmi.
şiir dediğiniz ise, sevmek zamanı gibi olur...
*
yılmaz erdoğan'ın bir süredir edebiyat dünyasında kendine has bir üne sahip, behçet necatigil'in rahle-i tedrisinden geçmiş zonguldaklı şairler rüştü onur ve muzaffer tayyip uslu'nun hayatıyla ilgilendiği biliniyordu.
nihayet, uzun yıllar üzerinde çalıştığı ve kendi üzerine de 'necatigil' elbisesi diktiği bu hayatlardan, osman sınav'ın uzun hikaye(2012), murat saraçoğlu'nun 72. koğuş(2011) ve zeki demirkubuz'un kıskanmak(2009) ile ıskaladığı ne varsa o yanlışlara düşmeyerek, bir başyapıt olmasa da neredeyse kusursuz bir film çıkartmış.
türk sinemasında yeni bir eşkıya(1996) etkisi yaratır mı bilinemez ama bazı şeylerin eskisi olmayacağı kesin.
*
film daha başlamadan lao tzu'yu hatırlatan ve iki şairin 'kelebek' ömürlerini işaret eden adıyla şiire meylediyor. projektörden çıkan ilk ışıklarla perdeye çakılan "mükellefiyet kanunu" ise izleyiciye sadece şiir değil 'realite'nin de konuya dahil olduğunu söylüyor. sibirya'ya oradaki madenleri çıkartmak için başka türlü insan gönderemeyeceklerini bilen ve cezası sürgün olan suçlar icat eden sovyetler gibi bizim de on beş - altmış yaş arası vatandaşları madenlerde çalışmaya mecbur eden bir yasamız varmış meğer.
uzun kaydırma plandan oluşan açılış sahnesinin gösterdiği yoksullluk ve zavallılıktan ibaret tablo ise coğrafyamızın çektiği tek acının cepheden cepheye koşan hayatlar olmadığı konusunda erken bir uyarı.
kamera yükselip manzaraya biraz uzaktan bakınca, geniş dış mekanda dönem atmosferinin, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle milli şef döneminde 'tek parti' cumhuriyetinin vaaz ettiklerinin ve sokakları, ahalisi, binalarıyla o yılların zonguldak'ının yukarıda söylediğim üç filmin başaramadığı derecede inandırıcı ve yerli yerinde olduğunu görüyoruz. bana kalırsa filmin ilk kayda değer başarısı da bu: artık dönem filmi söz konusu olduğunda dar mekanlar ve animasyon kaçkını dekorlarla yetinmek zorunda olmadığımızı göstermesi.
bir yanda yüzleri kömür karası, saçlarında bitler oynaşan, ciğerlerini tüberkülozla paylaşan insanlar, diğer yanda ise batıdan bütün unsurlarıyla ithal bir yönetim biçiminin olmazsa olmazı diye oluşturulan ve o yönetim biçiminin uygulayıcıları tarafından korunan, desteklenen "çakma" burjuva sınıfı: danslarınız, tenis oynamanız, 'fransız rivierasında bir turist' edasıyla ortalıkta dolanmalarınız.
zengin çocukları iyi beslenmiş sağlıklı bedenlerini balo salonlarında oradan oraya savururken, fakir ve hasta oğlan çocukları da her zaman olduğu gibi çirkin ve tombul kız arkadaşlarıyla halkevlerinde daha güzel bir ülke umuduyla tiyatro provaları yapmakta. aynı fakir ve hasta oğlan çocukları olmayacak bir sevdaya, zengin kızlara tutulurlar. fonda türkçe ezan.
*
sonra o ikisi: kalplerinde şiir, dillerinde sözcükler, ciğerlerinde tüberküloz. sevme ve sevilme arzularıyla tam da şair gibiler: havalı, vurdum duymaz, zeki, hüzünlü, komik... mert fırat ve kıvanç tatlıtuğ'un oynadığı her sahne aritmetiği iyi hesaplanmış bir senaryo başarısı. ve kıvanç tatlıtuğ büyük oyuncu.
a. mümtaz taylan ve çok daha kısa bir rolde taner birsel rollerinin hakkını verip kadrajdan çıkarken, yılmaz erdoğan'ın kendisine diktiği "necatigil" elbisesi de bol gelmemiş. farah zeynep abdullah ise olmaması gerektiği kadar güzel, sanki bu zamandan değilmiş, asıl yeri kırklarmış dedirtecek kadar iyi oynuyor.
oyunculuk övgüleri arasında kendine yer bulamayan belçim bilgin ise, nerede hata yaptığını önce kendisine sonra kocasına sorsun.
özellikle iki yeri çok sevdim: muzaffer'in rüştü karşısında yenilgiyi kabullendiği an: "o şiir yazdı, ben aşk mektubu. kız şiirden anlıyor." diğeri de belçim bilgin'in başarılı olduğu tek sahne -belki de rol yapmadığı içindir-: "hani baharda uçuşan pamuk gibi şeyler var ya, onlar da şiir olur değil mi?"
görüntü yönetmeni, kostüm tasarımı özel ise bir tebriği hak ediyor. renk tercihi dönemin ruhunu nasıl yakalamışsa, bazı sahneler alman romantik ressamlarının tablolarından kaçmış gibi. direğe tırmandıkları sahne, deniz kenarındaki kayalık, daktilolar ne güzeldi. keşke deniz feneri daha çok sahneye konu olsaydı. müziklerde seyyan hanım'a rastlamak hoş bir süpriz olsa da, o olmadan bu film zaten düşünülemezdi.
*
sonuç olarak, kelebeğin rüyası şiirden bahseden bir film, şiir değil. buna karşılık, matematiği iyi hesap edilmiş senaryosu ve yılmaz erdoğan'ın doğru kullandığı teknik imkanlarla şimdilik türk sinemasının en iyi dönem filmi.
bir de, "bir güzele/ güzelliğini hatırlatmak isterdim/ aynalardan evvel."
hak ettiği bütün övgülere rağmen, "yaralarına şiir süre süre" yaşadıkları hayat daha yirmili yaşlarda tüberküloz nedeniyle son bulan iki şairin etrafında dolanan, "şiir bahanesi" olmuş bir dönem filmi.
şiir dediğiniz ise, sevmek zamanı gibi olur...
*
yılmaz erdoğan'ın bir süredir edebiyat dünyasında kendine has bir üne sahip, behçet necatigil'in rahle-i tedrisinden geçmiş zonguldaklı şairler rüştü onur ve muzaffer tayyip uslu'nun hayatıyla ilgilendiği biliniyordu.
nihayet, uzun yıllar üzerinde çalıştığı ve kendi üzerine de 'necatigil' elbisesi diktiği bu hayatlardan, osman sınav'ın uzun hikaye(2012), murat saraçoğlu'nun 72. koğuş(2011) ve zeki demirkubuz'un kıskanmak(2009) ile ıskaladığı ne varsa o yanlışlara düşmeyerek, bir başyapıt olmasa da neredeyse kusursuz bir film çıkartmış.
türk sinemasında yeni bir eşkıya(1996) etkisi yaratır mı bilinemez ama bazı şeylerin eskisi olmayacağı kesin.
*
film daha başlamadan lao tzu'yu hatırlatan ve iki şairin 'kelebek' ömürlerini işaret eden adıyla şiire meylediyor. projektörden çıkan ilk ışıklarla perdeye çakılan "mükellefiyet kanunu" ise izleyiciye sadece şiir değil 'realite'nin de konuya dahil olduğunu söylüyor. sibirya'ya oradaki madenleri çıkartmak için başka türlü insan gönderemeyeceklerini bilen ve cezası sürgün olan suçlar icat eden sovyetler gibi bizim de on beş - altmış yaş arası vatandaşları madenlerde çalışmaya mecbur eden bir yasamız varmış meğer.
uzun kaydırma plandan oluşan açılış sahnesinin gösterdiği yoksullluk ve zavallılıktan ibaret tablo ise coğrafyamızın çektiği tek acının cepheden cepheye koşan hayatlar olmadığı konusunda erken bir uyarı.
kamera yükselip manzaraya biraz uzaktan bakınca, geniş dış mekanda dönem atmosferinin, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren özellikle milli şef döneminde 'tek parti' cumhuriyetinin vaaz ettiklerinin ve sokakları, ahalisi, binalarıyla o yılların zonguldak'ının yukarıda söylediğim üç filmin başaramadığı derecede inandırıcı ve yerli yerinde olduğunu görüyoruz. bana kalırsa filmin ilk kayda değer başarısı da bu: artık dönem filmi söz konusu olduğunda dar mekanlar ve animasyon kaçkını dekorlarla yetinmek zorunda olmadığımızı göstermesi.
bir yanda yüzleri kömür karası, saçlarında bitler oynaşan, ciğerlerini tüberkülozla paylaşan insanlar, diğer yanda ise batıdan bütün unsurlarıyla ithal bir yönetim biçiminin olmazsa olmazı diye oluşturulan ve o yönetim biçiminin uygulayıcıları tarafından korunan, desteklenen "çakma" burjuva sınıfı: danslarınız, tenis oynamanız, 'fransız rivierasında bir turist' edasıyla ortalıkta dolanmalarınız.
zengin çocukları iyi beslenmiş sağlıklı bedenlerini balo salonlarında oradan oraya savururken, fakir ve hasta oğlan çocukları da her zaman olduğu gibi çirkin ve tombul kız arkadaşlarıyla halkevlerinde daha güzel bir ülke umuduyla tiyatro provaları yapmakta. aynı fakir ve hasta oğlan çocukları olmayacak bir sevdaya, zengin kızlara tutulurlar. fonda türkçe ezan.
*
sonra o ikisi: kalplerinde şiir, dillerinde sözcükler, ciğerlerinde tüberküloz. sevme ve sevilme arzularıyla tam da şair gibiler: havalı, vurdum duymaz, zeki, hüzünlü, komik... mert fırat ve kıvanç tatlıtuğ'un oynadığı her sahne aritmetiği iyi hesaplanmış bir senaryo başarısı. ve kıvanç tatlıtuğ büyük oyuncu.
a. mümtaz taylan ve çok daha kısa bir rolde taner birsel rollerinin hakkını verip kadrajdan çıkarken, yılmaz erdoğan'ın kendisine diktiği "necatigil" elbisesi de bol gelmemiş. farah zeynep abdullah ise olmaması gerektiği kadar güzel, sanki bu zamandan değilmiş, asıl yeri kırklarmış dedirtecek kadar iyi oynuyor.
oyunculuk övgüleri arasında kendine yer bulamayan belçim bilgin ise, nerede hata yaptığını önce kendisine sonra kocasına sorsun.
özellikle iki yeri çok sevdim: muzaffer'in rüştü karşısında yenilgiyi kabullendiği an: "o şiir yazdı, ben aşk mektubu. kız şiirden anlıyor." diğeri de belçim bilgin'in başarılı olduğu tek sahne -belki de rol yapmadığı içindir-: "hani baharda uçuşan pamuk gibi şeyler var ya, onlar da şiir olur değil mi?"
görüntü yönetmeni, kostüm tasarımı özel ise bir tebriği hak ediyor. renk tercihi dönemin ruhunu nasıl yakalamışsa, bazı sahneler alman romantik ressamlarının tablolarından kaçmış gibi. direğe tırmandıkları sahne, deniz kenarındaki kayalık, daktilolar ne güzeldi. keşke deniz feneri daha çok sahneye konu olsaydı. müziklerde seyyan hanım'a rastlamak hoş bir süpriz olsa da, o olmadan bu film zaten düşünülemezdi.
*
sonuç olarak, kelebeğin rüyası şiirden bahseden bir film, şiir değil. buna karşılık, matematiği iyi hesap edilmiş senaryosu ve yılmaz erdoğan'ın doğru kullandığı teknik imkanlarla şimdilik türk sinemasının en iyi dönem filmi.
bir de, "bir güzele/ güzelliğini hatırlatmak isterdim/ aynalardan evvel."
österimde
olan bir film hakkında yazmak, o filmi yorumlamak, ondan uzun uzun
bahsetmekten pek hazzetmiyorum. Mümkün olduğunca eski filmlere yönelen,
popüler olandan çok az bahseden biriyim. İlk defa, birkaç gün önce
sinemada zar zor yer bulup izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum.
Yazacaklarımı bir şeyler dikte etmek için değil, filmi izlemek için küçücük bir neden arıyorsanız bunun “şiir” olabileceğini söylemek için yazacağım.
Sözü çok uzatmadan filmden biraz bahsetmek, daha doğrusu filmi “övmek”
istiyorum. Belki filmi izleyecek olanları yanlış bir şekilde ve büyük
beklentiyle salonlara yönlendirmiş olacağım ama Kelebeğin Rüyası’nın bunu hak ettiğini düşünüyorum. Gelelim filme…
Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi ama aynı zamanda sinemamızın da en iyi “dönem filmi”. Demek ki isteyince, özen gösterince, işi ciddiye alınca “şiir gibi film” çekebiliyoruz. Kusursuzluktan bahsetmiyorum. Kesinlikle kusuru vardır her filmin. Ama Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’undan sonra sinemamıza armağan edilmiş üçüncü “şiir” tadında filmdir. Hatta söz konusu “şiir” olunca Kelebeğin Rüyası daha fazla şiirdir, çünkü başrolü “şiir”dir. Velhasıl Yılmaz Erdoğan yazmak kabiliyetinin yanında sinemacıdır. O şiirler, sözcükler nasıl da yer etmiş beyaz perdede; her kadraj nasıl da anlatıyor sözcükleri… Belki filmi izlerken “İyi de Amerikalıların benzer birçok filmi var. Kadrajından görüntüsüne kadar” diye aklınızdan fikirler geçebilir. Sorun şu ki günümüze kadar kıyasladığımız yabancı sinemanın kalitesine ulaşan, hikâyeyi elinden geldiğince seyirciye aşılamaya çalışan, fonda var olan renklerle repliklerin uyumunu yakalayan benzer bir dönem filmimiz yok! Hemen hemen gösterime giren bütün yerli filmler için seyirciden duyduğum en basit eleştiriyi yazayım: “Televizyonda da izlenebilirdi. Diziden farkı yoktu”. İşte Kelebeğin Rüyası kıymet bilen seyircisine en azından bu hainliği yapmıyor. Sinemada izlenmesi gerekir bu yüzden.
Film, bir defa bizim yerli yapımların hastalığı olan hikâyeyi bir an önce bitirip seyirciyi eve yollama derdinde değil. Süresinin uzun oluşuna sevindim. Karakterleri sevmek, onları anlamak için zaman bulabiliyoruz. Özellikle Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu karakterlerine filmin aceleye getirilmeyen tavrı sayesinde aşina oluyoruz.
Kelebeğin Rüyası’nın en büyük artısı bence hikâyesi, çünkü bir filmin hikâyesi yoksa en önemli ayağı sakat kalır. Yılmaz Erdoğan’ın temel amacı seyirciyi güldürmek olan filmlerinde bile mutlaka dişe dokunur bir hikâyesi vardı. Rüyasına daldığımız kelebek onun sinemadaki en iyi hikâyesi. Bir de bazen filmlerin isimlerine bakıp isim ve film arasında bir türlü bağ kuramam. Oysa Yılmaz Erdoğan, bu konuda çok iyi iş çıkarmış.
Komedi filmi izleyeceğini düşünen birçok seyirciyi tatmin etmeyecek bir şey varsa o da filmin ilk yarısının ikinci yarısından daha akıcı, biraz daha renkli olduğudur, çünkü ikinci yarısından itibaren hikâye yavaş yavaş “kasvetli” bir hâl alıyor. Bu da filmin yönetmen etiketine bakıp “Kesin komik filmdir” diye gelen seyirci için kötü bir izlenim yaratacak. Sinemamız sadece komediden veya salya sümük ağlanacak filmlerden ibaret olmamalı. Bu yönden yönetmenin olayı dramatize etmeden, daha doğrusu dramı tadında bırakarak şahane bir iş çıkardığını düşünüyorum.
Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Yılmaz Erdoğan ve Farah Zeynep Abdullah’ın çok iyi oynadığını ama Belçim Bilgin’in bu hikâyeye uymayan tek oyuncu olduğunu söyleyebilirim.
Film bitince şiirin mi, şairin mi yoksa aşkın mı hikâyesini izlediğime bir türlü karar veremedim, velhasıl başrolde şiir var.
İlk Türkçe tangoları seslendiren Seyyan Hanım’a da yer verilmiş ya da onun seslendirdiğitangolara. Emin değilim ama filmin balo sahnesinde şarkıları duyunca çok mutlu oldum. Bu bile güzel bir ayrıntıydı.
Yılmaz Erdoğan’ın ve filmdeki hemen hemen her ismin popülerliği filme halel getirmemiş. Böyle bir pazarlama şekli vardır, iyi oyuncular perdeye yansıyınca gişe başarısı da garantiye alınır. Açıkçası filme giderken biraz bu tedirginliği yaşadım. Ama film bitince önyargım yerle bir oldu.
Muzaffer Tayyip Uslu hakkında çok fazla bilgim olmasa da Mert Fırat’ın canlandırdığı şair Rüştü Onur ile ilk tanışmam Servet Kocakaya’nın ilk albümüyle olmuştu. Servet Kocakaya, Zor İş adlı parçasının girişinde Rüştü Onur’a ait, benim de hâlâ ezbere bildiğim tek şiiri okur:
“Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak
Ceketimi kasap alacak
Pardösümü bakkal
Borcuma mahsuben
Ya şiirlerim
Ya aşklarım ne olacak
Ya sen…
Ya sen nasıl bakacaksın
Ele güne karşı insan yüzüne
Hülasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim”
Kamera kullanımı, maden sahneleri, kostümler… Yani döneme, şiire, şaire ve aşka fon teşkil eden her şey, hayatlarının merkezine şiiri yerleştirmiş üç şairin hikâyesi eşliğinde, beyaz perdede insanın ruhunu doyuruyor. Filmden çıkınca şiir yazma aşkıyla doluyor insan. Unutmayın, “Şiir, bahanesidir hayatın.”
Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi ama aynı zamanda sinemamızın da en iyi “dönem filmi”. Demek ki isteyince, özen gösterince, işi ciddiye alınca “şiir gibi film” çekebiliyoruz. Kusursuzluktan bahsetmiyorum. Kesinlikle kusuru vardır her filmin. Ama Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı ve Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul’undan sonra sinemamıza armağan edilmiş üçüncü “şiir” tadında filmdir. Hatta söz konusu “şiir” olunca Kelebeğin Rüyası daha fazla şiirdir, çünkü başrolü “şiir”dir. Velhasıl Yılmaz Erdoğan yazmak kabiliyetinin yanında sinemacıdır. O şiirler, sözcükler nasıl da yer etmiş beyaz perdede; her kadraj nasıl da anlatıyor sözcükleri… Belki filmi izlerken “İyi de Amerikalıların benzer birçok filmi var. Kadrajından görüntüsüne kadar” diye aklınızdan fikirler geçebilir. Sorun şu ki günümüze kadar kıyasladığımız yabancı sinemanın kalitesine ulaşan, hikâyeyi elinden geldiğince seyirciye aşılamaya çalışan, fonda var olan renklerle repliklerin uyumunu yakalayan benzer bir dönem filmimiz yok! Hemen hemen gösterime giren bütün yerli filmler için seyirciden duyduğum en basit eleştiriyi yazayım: “Televizyonda da izlenebilirdi. Diziden farkı yoktu”. İşte Kelebeğin Rüyası kıymet bilen seyircisine en azından bu hainliği yapmıyor. Sinemada izlenmesi gerekir bu yüzden.
Film, bir defa bizim yerli yapımların hastalığı olan hikâyeyi bir an önce bitirip seyirciyi eve yollama derdinde değil. Süresinin uzun oluşuna sevindim. Karakterleri sevmek, onları anlamak için zaman bulabiliyoruz. Özellikle Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu karakterlerine filmin aceleye getirilmeyen tavrı sayesinde aşina oluyoruz.
Kelebeğin Rüyası’nın en büyük artısı bence hikâyesi, çünkü bir filmin hikâyesi yoksa en önemli ayağı sakat kalır. Yılmaz Erdoğan’ın temel amacı seyirciyi güldürmek olan filmlerinde bile mutlaka dişe dokunur bir hikâyesi vardı. Rüyasına daldığımız kelebek onun sinemadaki en iyi hikâyesi. Bir de bazen filmlerin isimlerine bakıp isim ve film arasında bir türlü bağ kuramam. Oysa Yılmaz Erdoğan, bu konuda çok iyi iş çıkarmış.
Komedi filmi izleyeceğini düşünen birçok seyirciyi tatmin etmeyecek bir şey varsa o da filmin ilk yarısının ikinci yarısından daha akıcı, biraz daha renkli olduğudur, çünkü ikinci yarısından itibaren hikâye yavaş yavaş “kasvetli” bir hâl alıyor. Bu da filmin yönetmen etiketine bakıp “Kesin komik filmdir” diye gelen seyirci için kötü bir izlenim yaratacak. Sinemamız sadece komediden veya salya sümük ağlanacak filmlerden ibaret olmamalı. Bu yönden yönetmenin olayı dramatize etmeden, daha doğrusu dramı tadında bırakarak şahane bir iş çıkardığını düşünüyorum.
Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Yılmaz Erdoğan ve Farah Zeynep Abdullah’ın çok iyi oynadığını ama Belçim Bilgin’in bu hikâyeye uymayan tek oyuncu olduğunu söyleyebilirim.
Film bitince şiirin mi, şairin mi yoksa aşkın mı hikâyesini izlediğime bir türlü karar veremedim, velhasıl başrolde şiir var.
İlk Türkçe tangoları seslendiren Seyyan Hanım’a da yer verilmiş ya da onun seslendirdiğitangolara. Emin değilim ama filmin balo sahnesinde şarkıları duyunca çok mutlu oldum. Bu bile güzel bir ayrıntıydı.
Yılmaz Erdoğan’ın ve filmdeki hemen hemen her ismin popülerliği filme halel getirmemiş. Böyle bir pazarlama şekli vardır, iyi oyuncular perdeye yansıyınca gişe başarısı da garantiye alınır. Açıkçası filme giderken biraz bu tedirginliği yaşadım. Ama film bitince önyargım yerle bir oldu.
Muzaffer Tayyip Uslu hakkında çok fazla bilgim olmasa da Mert Fırat’ın canlandırdığı şair Rüştü Onur ile ilk tanışmam Servet Kocakaya’nın ilk albümüyle olmuştu. Servet Kocakaya, Zor İş adlı parçasının girişinde Rüştü Onur’a ait, benim de hâlâ ezbere bildiğim tek şiiri okur:
“Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak
Ceketimi kasap alacak
Pardösümü bakkal
Borcuma mahsuben
Ya şiirlerim
Ya aşklarım ne olacak
Ya sen…
Ya sen nasıl bakacaksın
Ele güne karşı insan yüzüne
Hülasa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim”
Kamera kullanımı, maden sahneleri, kostümler… Yani döneme, şiire, şaire ve aşka fon teşkil eden her şey, hayatlarının merkezine şiiri yerleştirmiş üç şairin hikâyesi eşliğinde, beyaz perdede insanın ruhunu doyuruyor. Filmden çıkınca şiir yazma aşkıyla doluyor insan. Unutmayın, “Şiir, bahanesidir hayatın.”
İzleyin, izlettirin… Sonra bana teşekkür edeceksiniz.
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/kelebegin-ruyasi-yilmaz-erdoganin-en-iyi-filmi/#sthash.ZzdZWUZa.RfYAqn5I.dpuf
6 yorum:
Daktiloları görür görmez asıl muhataplarından evvel “aaaa” diye sevinen bir şuursuz olarak zannediyorum bir film hakkında bir şeyler yazacak en son kişi benimdir. Yine de...
“Unutmak ile hatırlamamak” yahut “Sebepsiz yere gülebilme hakkı” konularına hiç girmeyeceğim. Zira çok davetkâr gelmiyor şu an. Benim “bir de...” lerimin koluna girip yürüyecek olursanız; yolun sağında ve solunda “Neden güzel kızlar daha çabuk büyüyor?” sorusuna ya da matbaa ile münazaraların başlamış olması şeklinde isimlendirilebilecek iyimserliğe açan tebessümü görmeniz mümkündür. Ve elbet “Bence bir hocaya cevabını bilmediği soruyu sormak kabalıktır” denildiği sırada -kayıtlı hiçbir suçumun olmamasına rağmen- kabahat işlemişcesine duyduğum utancı görmek de. “Gurur duyduk hocam” sonrası, bekletilmeden servis edilen “ Kıskanırken mi?” diyaloğuna girmek ise; yolumuzu hayli değiştirir, belki de tam da olmamız gereken yere götürür;bilinmez. Diğer “bir de...” lerim ana yol üzerinde değil, buradan göremeyiz. Henüz izlememiş olanlardan özür dilemek zorunda kalmak istemem. (Hayır yalan söylüyorum. O kadar incelikli biri değilim. Sadece çok sevdiklerimi paylaşmak istemiyorum. Eğer susarsam, sadece ben fark ettim. Bu yüzden de sadece benim onlar ve öyle kalacaklar, sanmaya devam edebilirim. Oysa çoğu kez zannettiğimiz kadar zeki veya ayrıcalıklı değiliz. Tanrım ne kadar da ahmağım. Olsun.)
“Bahane”lerle dolu bir filmden çıkarken kulağımda şairin kendi sesinden “Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti” yer etmiş olsa da benim bu filmdeki yorgunluk ve üzüntüye bahanem bambaşkadır.
Film boyunca gizli gizli kıskanmaktan harap oldum. Hayır bir aşkı değil. Böylesi bir dostluğu, anlaşılmayı,böylesi sevilmeyi, “aynı” şeyi konuşabileceğin birinin bu kadar yakınında olabilmesini ve elbet “böylesine can fedâ” dediğim türden düelloları... Sandım ki çok fazla ya da göstere göstere kıskanırsam aralarındaki dostluğa zararım dokunacak. Sanırım bazı şeyleri severken fazlasıyla dikkatli oluyorum. Hatta bazen eksilmesin diye uzaktan uzaktan...
Neyse ana yoldan çok uzaklaştık. Hava kararıyor geri dönelim: Ellerinize sağlık. Okurken çok keyif aldım. Bence bir dergide mesainiz olsaydı; filmler hakkındaki yazılarınızı severek takip edecek ciddi bir kitleniz olurdu. (Mübalağ etmiyorum, hayli kararındadır söylediklerim; rica ederim tartışmayalım.)
Yola çıkarken asıl söylemek istediğim şu son paragraftı. Sonra bin türlü şey geldi başıma. Neyseki dönebildim.
Selamlar.
yazdıklarınız "ek olarak" dursun burada.
erkek dostluğu aşktan da üstündür, ki bilerek girmedim o topa. türkçenin en büyük şairi ne derse doğru der. bence kaybolmaktan korkmayın. hem size kim ne yapabilir ki?
size de selam olsun.
Biliyorum, “Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta /Adı Rüştü Onur’du / Bilseydi hatırlanacağını / Ölümünden sonra /Memnun olurdu” Ama...
Bay Rüştü Onur,
Geçen gece, ne zaman bir filmden çıksam “kitapçı” nın önünden yürüyüp ana kapıya ulaşmak yerine, neden yolumu uzatıp alternatif çıkış kapılarını kullandığımı tekrar anımsadım.
1- Korkuyorum. Olur da henüz tesiri geçmemişken -sağlıklı düşünemeyecek haldeyken yani- gidip filmin müziklerini satın alma sevdasına / hatasına düşerim, diye.
2- Çekiniyorum. "Bak bak, gelene bak. Filmden çıktı ya! Gaza gelmiş, bizde aldı soluğu. Hemencecik aldı kitabı saftirik" der gibi baktıklarını sanıyorum. Belki de sanmıyorum da kurulan tuzağa göz göre göre düşmüş olmayı yediremiyorum kendime. Oysa ağzını açacak yahut ima edercesine bakacak biri olursa "Ne var yahu? Ne bakıyorsunuz? Çıkar çıkmaz karşımızda duran taraftaki vitrine döşemişsiniz kitapları. İstediğiniz bu değil miydi? Neyin havasındasınız? Gel, dediniz; biz de geldik" demesini de bilirim de, işte... Ah bu ego dediğimiz zıkkım yok mu!
3- Üzülüyorum. Unutulmuş şairlerin/yazarların, kim bilir belki de yüzlerine hiç bakılmamış olanlarının (İlk kez tanışacak olan okurları ayrı tutarak söylüyorum elbet. Vesile olmak güzel şey. Tamamen ticari menfaat icabı olsa dahi o 'vesileler') birden bire popüler olmasına üzülüyorum. Üstelik tatmin edici bir süreklilik arz edecek olsa yine gam yemeyeceğim. Kim bilir belki de bir anlık heves ile edinilip, evin bir köşesine unutulacaklar.
4- Öfkeleniyorum. Aklıevvel muamelesi görmek hoşuma gitmiyor.
Kitabınızı kırmızı bir bant ile çevirmişler. 14 Şubat' ta sevgiliye alınması neredeyse adet haline gelen şu sevimsiz oyuncak ayıcıkların boynundaki kırmızı kurdele gibiydi üstündeki bant. Kapağında sizi canlandıran oyuncunun filmdeki bir sahnesi resmedilmişti. Görenlerin beyninde şimşekler çaksın ve hemen hatırlasınlar o sahneyi ve elbet "ilk görüşte" aşka kurban olsun-du kasa ile aralarındaki mesafe. Biliyorum amaç buydu. Affedin ama bekâretini kaybedecek genç kız gibi kırmızı kurdele ile çevirmişlerdi kitabınızın belini. Üzüldüm sizi öyle görünce. Utandım, camekâna takılan bakışlarımı fark edenler beni de kendilerinden sanacaklar diye. Sevindim yeni birileriyle tanışacağınız için. Çünkü öğretmeninizin dediğine göre; "Memnun olurmuşsunuz."
İşten çıkıp gelmişim, oyalanmışım, bile isteye geç saatteki bir gösterime girmişim. Vakit olmuş gecenin 02:30' u. Kim görecek o saatte, değil mi? Değil işte. Gelemedim yakınınıza, uzaktan bakıştık. Sonra hızlı adımlarla geçtim yanınızdan, affedin. Gördüğüm siz değildiniz, bakmadım! Behçet Necatigil’ in Kabataş Erkek Lisesi’ nde görev yaparken öğrencisi olup, sonrasında öğretmen olarak Zonguldak’ a atanmış Şükrü Bey’ in hatıratına göre, Şükrü Bey’in torununun Zonguldak’ ta öğrenci iken öğretmeninin verdiği ödev için çalışırken edindiği bilgilere göre, belirli günlerde yerel basında çıkan haberlerde denk gelip öğrendiğine göre... türlü araçlar/aracılar sayesinde biliniyordu “memnun olacağınız.” Yine de böylesini ister miydiniz emin olamadım, bakmadım! Bir de fark ettiniz mi bilmiyorum ama yanınızdan geçerken burnumu koluma sildim. Kim bilir belki görseydiniz sevimli bulurdunuz. Oysa ben utandım ve emin olun görmüş olsaydınız yanınızdan kaçardım hem de inanmakta zorlanacağınız kadar hızlı kız adımlarıyla.
Olması gereken bu ve oldu, diyecekler çıkacaktır elbet. Kim bilir belki de haklıdırlar. Hatta belki değil, kesin. Evet bir pazarlama tekniği; evet yapacak bir şey yok; evet oyunun kuralı bu; evet belki de fazla çocukça hissediyor, düşünüyor, davranıyorum.Ama o kırmızı bant/kurdele. Ne olur anlayın beni. Elimde değil, gücüme gidiyor. Affedin.
Sevgiler
455 - Min’el
( verbumnonfacta, sayfanızı gasbettim, yazınızı amacından alıkoydum belki ama dayanamadım. Bağışlayın. İnsan kendisini anlayacak birilerini arıyor böyle zamanlarda. Ne olur anlayın.)
rüştü onur'a yazılmış bir mektubun yeri burası mıdır bilmem ama olduğu yerden sesinizi duymuş olduğunu umuyorum.
bazen gözlerini kapatın seslere, renklere, kitaplara, konuşmalara.
ince hastalığa tutulmuş ve ölmüş 23'lük şairin -bu blog vesilesiyle tanımışım- şairlerin ve ne olursa olsun şiirsevenlerin muhakkak izleyeceği bir filmdi. şiir gibi değildi doğru, bir şiiri resmeder, o şiiri oluşturan her şeyle birlikte resmetmeye çalışır gibiydi.
dekor, kostümler, fotograf kares, sahneler ve bir oyuncu hariç oyunculuklar da fena değildi.
en ruhefza an ise, genç şairin mezar taşına yerdeki kömür parçasıyla(?) ve kırık dökük harflerle "şair" yazan dostun, dostuna hakkını teslim etme sahnesiydi.
eğer sahneyi yanlış okumadıysam, sadece kömür parçasıyla "şair" yazmıyor, aynı zamanda bahsi kaybettiğini de kabulleniyordu. bu yüzden kızı itti.
Yorum Gönder