ilkbaharın yaza tutunduğu günler.
insanlar, akşamlar hala serin olsa da kafelerin, pastanelerin sokağa taşan masalarında oturmaya başlamış. çimen denizlerinde köpüğü papatyadan dalgalar, şehr-i istanbul'da erguvanlar, erguvanlar, erguvanlar...
sanki onu tanıdığımdan bu yana günler daha çabuk geçiyor. ama sorsalar, bahardan olmalı, derim.
bahardan olmalı, her şeyin büyülü bir ışık altında görünmesi.
o gün, şehrin orta yerinde, tıpkı bir ormandan arda kalmış kocaman ağaçların çevrelediği, bana her defasında rus romanlarındaki korulukları hatırlatan bir çimenlikte sırt üstü uzanmış gökyüzünü seyrediyoruz.
omuzlarımız neredeyse birbirine dokunacak.
gökyüzünde bulutlar yüzüyordu. adını bilmediğim bir kuş üzerimizden uçup ağaçların yapraklarına sürtünerek gözden kaybolurken, sağ taraftaki yalnız bulut, rüzgar denilen ressamın fırça darbeleriyle şaha kalkmış ata dönüşmek üzere.
"bu ara cilveleştiğin biri var mı?"
cilveleşmek mi, nereden bulup çıkarttı bu kelimeyi, diye düşünürken, fark ettim ki bu kelimeyi seçmesi hoşuma gitmiş. başımı ondan yana döndürdüm. yanaklarına yerleşen al ve upuzun kirpikleriyle yatırıldığında gözleri kapanan oyuncak bebekler gibi. ama onun gözleri açık, gökyüzünü seyrediyor.
"senin dışında mı?"
gülümsüyor. az önce şaha kalkan at, ayaklarını yere indirdi. belki de ona gülümsüyor.
"peki, kedi sever misin?"
hay aksi...
"kedi sevmem ben. kedi seven kadınları severim. üstelik onlar da beni sever. hem de çok sever."
gülümsediğini, başını döndürüp benden tarafa baktığını hissettim. dudaklarındaki tebessüm bir kelebek gibi havalanıp bakışlarına da konmuş olmalı. çünkü at dört nala koşmaya başladı.
insanlar, akşamlar hala serin olsa da kafelerin, pastanelerin sokağa taşan masalarında oturmaya başlamış. çimen denizlerinde köpüğü papatyadan dalgalar, şehr-i istanbul'da erguvanlar, erguvanlar, erguvanlar...
sanki onu tanıdığımdan bu yana günler daha çabuk geçiyor. ama sorsalar, bahardan olmalı, derim.
bahardan olmalı, her şeyin büyülü bir ışık altında görünmesi.
o gün, şehrin orta yerinde, tıpkı bir ormandan arda kalmış kocaman ağaçların çevrelediği, bana her defasında rus romanlarındaki korulukları hatırlatan bir çimenlikte sırt üstü uzanmış gökyüzünü seyrediyoruz.
omuzlarımız neredeyse birbirine dokunacak.
gökyüzünde bulutlar yüzüyordu. adını bilmediğim bir kuş üzerimizden uçup ağaçların yapraklarına sürtünerek gözden kaybolurken, sağ taraftaki yalnız bulut, rüzgar denilen ressamın fırça darbeleriyle şaha kalkmış ata dönüşmek üzere.
"bu ara cilveleştiğin biri var mı?"
cilveleşmek mi, nereden bulup çıkarttı bu kelimeyi, diye düşünürken, fark ettim ki bu kelimeyi seçmesi hoşuma gitmiş. başımı ondan yana döndürdüm. yanaklarına yerleşen al ve upuzun kirpikleriyle yatırıldığında gözleri kapanan oyuncak bebekler gibi. ama onun gözleri açık, gökyüzünü seyrediyor.
"senin dışında mı?"
gülümsüyor. az önce şaha kalkan at, ayaklarını yere indirdi. belki de ona gülümsüyor.
"peki, kedi sever misin?"
hay aksi...
"kedi sevmem ben. kedi seven kadınları severim. üstelik onlar da beni sever. hem de çok sever."
gülümsediğini, başını döndürüp benden tarafa baktığını hissettim. dudaklarındaki tebessüm bir kelebek gibi havalanıp bakışlarına da konmuş olmalı. çünkü at dört nala koşmaya başladı.
7 yorum:
Harika.
Okurken baharı hissettim.
İnşallah o at hala koşmaya devam ediyordur.
gökyüzü tuval, rüzgar ressam...
ve hayat: her şey değişip duruyor.
Değişim,
elbet kaçınılmazdır.
ve geriye 'değişmeyen tek şey değişimdir' diyenler kalıyor.
sanırım değişmeyen tek şey, brilerinin çıkıp bu lafı söylemesi.
Ne yazık ki bu değildi kastım. Değişimin bile bir değişik haleti ruhiyede endam ettiği topraklar biliyorum ben.
O zaman bana başka bir değişmeyen şey söyleyeyin, azadınıza onay vereyim.
@ec,
ilk iki cümlenin anlatmak istediğini çözemesem de, son cümlenize 'ufuk çizgisi' der, esenlikler dilerim.
bildiniz.
Yorum Gönder