tıpkı nietzche ağladığında, kürk mantolu madonna, küçük prens, ismet özel, saramago, didem madak, eternal sunshine of the spotless mind (2004), breaking bad (2008-2013) gibi.
wim wenders, konusuyla, bu konuya çok yakışan anlatım, mekan, karakter ve görsel tercihleriyle mükemmele yakın, üzerine olumlu konuşmayı hak eden bir iş çıkartmış bence.
çok sevdiğim, günler arasında ayraç izlenimi bırakan rüya sahnelerine rağmen belgesel tadındaki film, yönetmenin yaklaşık kırk yıl önce çektiği tokyo-ga (1985) adlı ozu belgeselinin izinden gidiyor ve kahramanı hirayama'nın dünyayı seyretme şekliyle fena halde der himmel uber berlin (1987) şiirini hatırlatıyor.
/evet, film değil şiir. ilk seyredişimde, "ama bu bir şiir," demiştim ve fikrim hâlâ aynı./
hirayama, bile isteye, eksilte eksilte vardığı sade hayatını umumi tuvaletleri temizleyerek kazanan bir adam. ama bu kadar pis bir işi elinden gelenin en iyisini yaparak, keyif alarak yapıyor. işi bitince de kitap okuyor, altmışlı yetmişli yıllardan kalma rock klasiklerini dinliyor, fotoğraf çekiyor ve dünyayı seyrediyor.
yalnız bir adam değil. sadece insanlarla kısa ve öz muhatap oluyor. tıpkı maddesel eksilmede olduğu gibi yalnızlığı da seçmiş, yalnızlıkla baş edebilen, hatta bundan memnun olan biri. keyif aldığı şeyleri yapıyor. sadece bu 'şeyler' vasata keyif veren 'şeyler'e denk düşmüyor.
münzevi değil sade bir hayat onunki. insanlardan kaçmıyor, sadece az ilişki kuruyor. öğle molalarında denk geldiği uyuz kızı saymazsak ilişki kurmada sorun yaşadığı da yok. günahını almayalım ama. kız belki uyuz değil sağır ve dilsizdir.
belgesel gibi demiştim ya. bu, biraz yönetmenin bir el kamerası ile karakterin peşinde dolaşıyor hissi vermesinden biraz da mimari güzellemesi olan columbus (2017) filmini hatırlatmasından.
/columbus'un belgesel değil film olduğunu inkar etmiyorum elbette. kahramanların sanat galerisi ya da müzede gezercesine hakkında konuştuğu, yanında yöresinde sohbet ettiği ve görüntü yönetmeninin nefis karelerle kadraja dahil mimari eserleri saymazsak film iki farklı karakterin büyümesini anlatıyor aslında. ve bunu birinin giderek, diğerinin kalarak yapmasını. üstelik giden genç kız, kalan orta yaşa yaklaşmakta olan bir erkek. genç kız annesini ardında bırakıp hayallerinin peşi sıra gidiyor, adam ise babasının yanında kalmayı seçiyor./
hirayama'nın işi nedeniyle gördüğümüz -ya da ziyaret ettiğimiz- umumi tuvaletlerin hepsi tarzı olan, mimari ve malzeme seçimiyle bulunduğu çevreyle uyumlu sanat eserleri gibi.
/filmin sonunda tuvaletleri tasarlayan mimar/sanatçıların adı da jenerikte vardı diye hatırlıyorum./
yalnızca bulutlardan ibaret bir instagram hesabına sahip biri olarak ağaçları, rüzgârın yapraklara ettiğini, gölgeleri seyretmekten keyif alan hirayama'dan etkilenmemek elimde değildi. "idolümsün hirayama!" paylaşımları yapmadıysam her aklıma geleni sosyal medyaya malzeme yapmadığım içindir. yoksa ortalık "geri zekalı" ile dolardı.
beni en çok etkileyen, yakalayan yer ise yeğeninin hirayama'yı ziyareti oldu. orada iki şeyi anladım çünkü.
ilki, hirayama bu hâli mecbur olduğu için değil seçtiği için yaşıyordu. konforu ve o konforu devam ettirmek için gerekli sorumlulukları da terk etmişti hirayama. sorumluluğu az bir iş seçmiş, az kazansa da heveslerine yetiyor.
ikincisi de, seçimiyle aile içinde eleştirilen, anlaşılamayan, başarısız ve kendini ziyan ettiği düşünülen bir dayının yeğenine kahraman oluşu.
ben hirayama olsam, sadece bu kahramanlık için bile olsa değdiğini düşünür, yeğenimin de tıpkı benim gibi fotoğraflar -üstelik benim hediye ettiğim fotoğraf makinesiyle- çektiğini öğrenince mutlu olurdum.
*
evet, sosyal medyada çok konuşuluyor bu film. neredeyse hepsi övgü. katılıyorum.
ama saçma sapan yorumlar da yok değil. keşke, "filmi beğenmedim şekerim" tarzı olsa.
adamın biri çıkıp, "tuvalet temizlemek de sınıfsal" demiş. hirayama'yı anlamaktan uzak biri, "sosyal devlet sayesinde geçimini garantiye alınca bu tür artistlikleri yaparsın elbet" demeye getirmiş.
ben de, "yönetmen matematikçi. çünkü asal sayıda tuvalet temizliği söz konusu. erbabı bilir, bütün matematikçiler asal sayı sever," demek isterim. şakaydı...
*
benim düşündüğüm ise bambaşka bir şey oldu. hani, filmi ve film kahramanı olarak hirayama'yı çok sevdik, hirayama'yı övdük, övüp duruyoruz ya...
gündelik hayatta karşılaşsak n'olurdu?
içten içe onu takdir eder, onun yerinde olmak ister ama başkalarıyla konuşurken kendisine yazık ettiğini, hayatını ziyan ettiğini söylerdik.
bir hayatı toplumun öğütlediği, hatta emrettiği şekilde değil kendimizi mutlu edecek şekilde yaşamak ne demek anlar mıydık?
çünkü bizler üniversite okumalı, diplomalı meslekler edinmeli, belli bir yaşa gelmeden evi, arabayı almış olmalı, peşi sıra da ikinci eve ya da sene de bir kaç gün kullanacağımız yazlık için banka kredisine başvurmalıyız. bir de dara düşsek bile elimizi sürmeyip başka şekilde darlıktan çıkmaya çalışacağımız banka hesaplarımız olmalı.
ya da hayranlıkla izlediğimiz, seçimlerini övdüğümüz bu adamla evlenmek ister miydik? yoksa 'banyosu olmayan bir evde olmaz' mı derdik? ya da üç aylığına hindistan'a gitmiş gibi sevgili olup üç ay sonunda bol stresli, bol kazançlı, bol etiketli işimize geri döner gibi sağlam bir işi, aileden gelme parası, arabası olan biriyle mi ciddi düşünürdük?
siz cevabınızı düşünün. benimki belli.
ne de olsa, bu dünyada en çok sevdiğim insanın yaptığı sıralamaya göre en sevdiğim ikinci şey bulutlar...
"ben, bulutlar, deniz fenerleri, kitap okumak, koşmak/yüzmek, film izlemek, yemek yemek."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder