avukat olduğunu, kıyafetlerini yaşlı görünmeyi göze alarak seçtiğini biliyordum. sebebini hiç sormadım, dürüst olmak gerekirse merak bile etmedim. bir ihtimal, "belki de ruhu yaşlı," demiş, geçmiş olabilirim. ama hatırlamıyorum.
yaşıtları gibi değil de fotoğraf albümlerinde kalmış annesi, kendisinden on yaş büyük ablası ya da hayran olduğu öğretmeni gibi giyiniyordu çünkü. ama bir tarzı vardı. ve kim ne derse desin zevkliydi.
bir gün markette rastladım ona. daha doğrusu kasa sırasında gördüm. bir kaç kişi önümdeydi. ama seslenmek içimden gelmedi. üstelik maskeli maskeli.
alışveriş çantasına koyarken fark ettim; karnabahar almıştı.
karnabahar mı? kim karnabahar alır ki?
bana sorsalar, "ne karnabaharı? taco falan yapıyordur o," derdim. "makarnayı bile italyan usulü yapıp, türlü çeşit peynirle servis ettiğine eminim. mutfağında uzak doğu rüzgarları esiyor, hindistan'dan bu tarafa geçmiyordur," falan. yok canım! evde suşi yapacak değil ya! onu da dışarıda yiyordur.
"geçen gün" dedim, sonraki karşılaşmamızda. "sizi markette gördüm. karnabahar alıyordunuz."
"ah!" dedi. "çok severim."
her şeyini seviyormuş. özellikle kızartmasını. ben mi? "severim, demek beni yalancı yapar. ama yerim."
fark ettim ki, ince, kemikli elleri var. french yaptığı dikdörtgen tırnakları da parmakları gibi uzun. gözleri simsiyahmış. ya da koyu kahverengi. belki de gözlerinin gölgesinde sessizce dinlendiği kirpiklerine sürdüğü rimel yüzünden bana öyle geldi. saçları da gece gibi karaymış meğer. omuzlarından aldığı cesaretle aşağıya dökülen zifiri karanlık. dalgalanmasa da bazan önüne bir engel çıkmış ırmaklar gibi yönünü değiştiren çağlayan.
belindeki gamzelere dökülüyor olmalı. kim bilir? belki bir gün sorarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder