burada bir spor akademisi var. bir süredir oranın atletizm pistinde koşuyorum.
pistin hemen dışında bir de kros parkuru var; atletizm pistine eşlik eden, tribünlere gelince arkasından dolanan. tabanı toprak, kum, hatta çakıl, talaş ve çürüyemeye yüz tutmuş ağaç parçalarıyla kaplı. başlarda bir kaç defa tercih etsem de zeminin öngörülemez oluşu ve bunun ayak bilekleri için oluşturduğu tehdit yüzünden sadece atletizm pistini tercih eder oldum.
güzelleşen havalarla birlikte bir kaç hafta önce salondan çıkıp yeniden sahaya indim. ve her defasında karşılaştığım bir adam var. uzak doğulu galiba. henüz konuşmadık ama çinli olduğunu sanıyorum. kros parkurunu tercih ediyor ve yalnızca yürüyor. daima kahverengi ile gri arasında gidip gelen, bol, kumaş pantolon ve krem mi desem yoksa sarı mı bilemediğim bir gömlek giyiyor. yürüyüşüne devam ederken bir süre kollarını saat dokuzu on üç geçe gibi kaldırıyor, avuçlarını açıp kapatıyor. zaman zaman bu hareketi yinelese de çoğunlukla gezinti temposuyla mesafeleri tüketiyor. galiba kendi kendine konuşuyor da.
her koşmaya gittiğimde onu orada görünce, onun yemeden, içmeden hatta evine bile gitmeden orada yürüdüğünü düşündüm. bunun mümkünsüzlüğünü fark edince de onu uydurduğumu aslında böyle bir adamın olmadığını, konuşmaya kalkınca da kaybolacağını.
şimdi de, içime hapsettiğim eli kolu bağlı bir yazarın sırf yazabilmek için uydurmuş olabileceği aklıma geldi. neyse ki, öyle bir yazar yok.
bence o adam felsefe doktorası yapıyor. muhtemelen bir yandan yürüyor bir yandan da tezini kendi kendisiyle tartışıyor. bu konuda kendimi ikna edince aklıma ister istemez digne meller marcovicz'in on yedi haziran bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli fotoğrafı geliyor. heidegger schwarzwald yürüyüşlerinin birinde. zaten adı da, heidegger karaorman'da...
heidegger varoluşçu felsefeye bir kaç tuğla daha ekleye dursun ben o fotoğrafı ilk gördüğüm yere gidiyorum sonra. oruç aruoba'nın yürüme'si, sayfa beş...
sonrası yok. sonrası suskunluk...
notgibi: neden sonrası yok? neden sonrası suskunluk? oruç aruoba demek, yürüme demek hâlâ yetmiyorsa bir örnekle açıklayalım.
pistin hemen dışında bir de kros parkuru var; atletizm pistine eşlik eden, tribünlere gelince arkasından dolanan. tabanı toprak, kum, hatta çakıl, talaş ve çürüyemeye yüz tutmuş ağaç parçalarıyla kaplı. başlarda bir kaç defa tercih etsem de zeminin öngörülemez oluşu ve bunun ayak bilekleri için oluşturduğu tehdit yüzünden sadece atletizm pistini tercih eder oldum.
güzelleşen havalarla birlikte bir kaç hafta önce salondan çıkıp yeniden sahaya indim. ve her defasında karşılaştığım bir adam var. uzak doğulu galiba. henüz konuşmadık ama çinli olduğunu sanıyorum. kros parkurunu tercih ediyor ve yalnızca yürüyor. daima kahverengi ile gri arasında gidip gelen, bol, kumaş pantolon ve krem mi desem yoksa sarı mı bilemediğim bir gömlek giyiyor. yürüyüşüne devam ederken bir süre kollarını saat dokuzu on üç geçe gibi kaldırıyor, avuçlarını açıp kapatıyor. zaman zaman bu hareketi yinelese de çoğunlukla gezinti temposuyla mesafeleri tüketiyor. galiba kendi kendine konuşuyor da.
her koşmaya gittiğimde onu orada görünce, onun yemeden, içmeden hatta evine bile gitmeden orada yürüdüğünü düşündüm. bunun mümkünsüzlüğünü fark edince de onu uydurduğumu aslında böyle bir adamın olmadığını, konuşmaya kalkınca da kaybolacağını.
şimdi de, içime hapsettiğim eli kolu bağlı bir yazarın sırf yazabilmek için uydurmuş olabileceği aklıma geldi. neyse ki, öyle bir yazar yok.
bence o adam felsefe doktorası yapıyor. muhtemelen bir yandan yürüyor bir yandan da tezini kendi kendisiyle tartışıyor. bu konuda kendimi ikna edince aklıma ister istemez digne meller marcovicz'in on yedi haziran bin dokuz yüz altmış sekiz tarihli fotoğrafı geliyor. heidegger schwarzwald yürüyüşlerinin birinde. zaten adı da, heidegger karaorman'da...
heidegger varoluşçu felsefeye bir kaç tuğla daha ekleye dursun ben o fotoğrafı ilk gördüğüm yere gidiyorum sonra. oruç aruoba'nın yürüme'si, sayfa beş...
sonrası yok. sonrası suskunluk...
notgibi: neden sonrası yok? neden sonrası suskunluk? oruç aruoba demek, yürüme demek hâlâ yetmiyorsa bir örnekle açıklayalım.
2 yorum:
sonrası:
“yalnızlık: öylesine içimize işlemiştir, bize öyle
içten dokunur ki, o anda orada olan, bizimle olan,
olmak isteyen; bizim de istediğimiz birinden, bize
birini-bir başkasını-bulmasını isteriz.
yalnızlık, en içimizdedir.”
@lydia,
biliyorum, çoğaltan yanınız için ne kadar teşekkür etsem az gelir.
@aysan,
olacağı varmış. vesile olmam ondandır. yoksa bir köşede çarpışacaktınız zaten. kitaplar, defterler yerlere, gözler gözlere...
Yorum Gönder