bugün tehlikeli şiirler okuyalım leyla.
ilhan berk'ten littera amor mesela...
ilhan berk'ten littera amor mesela...
"(bindokuzyüzseksenyılındaonüçtemmuzcumagünühalikarnassostainmiştir)
ı.
biliyor musun bu akşamüstlerinde ne zaman sizi düşünsem, usuma lokman'ın zübdetü't-tevarih'te I. mahmud'a (o ünlü mühür kazıcı padişahımıza) karanfil tutan cariye gelip vurur.
eşyanın duru tadında, uzun boylu, uzun yüzlüdür.
teninin korkuç beyazlığı, kapalı, donuk güzelliği, insana cinayetler kıyımlar, kötücül
kutup çiçekleri düşündürür. çılgın sevginin ta kendisiyken, öylesine durgun, ezik, solgundur.
sanki bu dünyada değilmiş, bu dünyada hiç olmamıştır.
ben işte ne zaman sizi düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. onda birden sizi görürüm.
başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağar, duyarım. o zaman gelir teninin karasevdalı yalımına
bırakırım kendimi. birden aşağılarda bir şey silinir, bana uzak ülkeler, bana denizler, yabanıl
meyveler, otlar, kokular bağışlayan o duru, suskun beyazlığınızla kalırım. hem yalnız ben değil dünya da, dünyada nice şey de yeryüzünde olduğunu unutur, bu yerküreye yeni gelmiş sanır kendini. böylece her şey sizin yalın, arı beyazlığınıza bürünür kalır. o zaman işte bana sedir ağaçları, bana eski ceviz sandıkları, lavanta çiçekleri, bin yıllık ağaçlar gibi kokarsınız.
bakamam size. bakamam çünkü birden her şey aşka dönmüştür. göğül yüzünüz esrir, yeniden belirdiğinde, yeniden umarsız beyazlığınızlayımdır. durur zaman. ama ben o duran zamanın içinde bilemeyeceğiniz kadar mutluyumdur.
ıı.
ama ben asıl, gençliğimin, kocamışlığımın o sarı okul defterlerine yapıştırdığım, beni
intiharlara götürecek denli duruk, dalgın, o denli de deli, çılgın, eski çağların o
ölümsüz ustalarının çıplak resimlerinde bulurum seni. büyük kentlerin o ıssız
dörtyol ağızlarına birbaşlarına dolaşmaya çıkmışlar, sonra da birdenbire donup
kalmışlar, yontulara dönüşmüşlerdir. hepsi büyük gözlü, büyük memeli, masalsı
yüzdüler. nesnelerin o sessiz dünyasında (işlevleri sessizlik, yalnızlık yaratmak
olan nesnelerin), sanki soluk almıyorlardır. ortaçağın -güzelim ortaçağın- kalelerine
kapatılmış, sessiz sakin o uzun boylu şovalyelerini bekliyorlardır. gölgelerin
acımasız, buyrukçu baskısı altında, çırılçıplak oradan oraya gidip gelirler.
gizemli güzellikleri öylesine çarpıcı, öylesine kendileridir ki, insan bir an
onların bir resimde olduklarını unutuverir. ben de işte binde bir oralardan
geçerken, eski gezgin ozanlardan öğrenmişimdir o kağıt beyazlığındaki
soğuk, kışkırtıcı güzelliklerini (hem bilmem senin benim gibi bu dünyalarda
dolaştığın olmuş mudur? kendini, yalnızlığın kösnül elinde onlar gibi duvardan
duvara vurduğun? o her şeyin durur gibi olduğu, etin çığlıklarla bir başına
kaldığı, baştanbaşa da yalnız istek olduğu...)!
ben senin o duru, ölümcül beyazlığını da, işte böyle bir dünyadan, dünyamıza
düşmüş görürüm.
ııı.
(eybenimsevilmişyıkılmışyinim)
ama beni daha da çılgına döndüren, beni elden ayaktan eden, dünyaları başıma yıkan
o korkuç kar beyazlığınızın da ötesinde, amansız bir baskı, bir barbar yasağı ağırlığına
dönen, o umarsız teninizin koyduğu dokunulmazlıktır asıl!
belki de benim büyük karabasanım, yıkımım odur. ölümlere en çok orda gidip geliyorumdur.
ben en çok bunu ne zaman düşünsem, o korkunç çıplaklığınız, ölümcül dokunulmazlığınızla
bir an kendimi bir han odasında (han odalarını bilir misiniz?
sevdanın biraz yanığı, kimselerin aşktan, aşkın onmazlığından sağ çıkmadığı han odalarını?)
sizinle bir başıma bulurum. işte o zaman birden bana dünyaları zindan edenin ne olduğunu anlarım. ben ki hiçbir şeyi, dokunmadan, duymadan anlayamam. sözcüklere (sözcüklerin yarattığı kanser) bunun için (değil mi ki dokunamıyorumdur) güvenmem. bunun için de ben, bu yeryüzünde yalnız senin vücudunun koyduğu dokunulmazlığı, bir onu, tek uzaklık diye bilirim. ben ki bu dünyada herkesler gibi gittim geldim, yüzüm çok güneşler gördü; sesleri, kokuları, bunu, bunsuzluğu, yenilgiyi, utkuyu tanıdım. elim yerküreye dokundu. ama yalnız o sizin koyduğunuz korkunç dokunulmazlık sürdü durdu bende. bir ona yenik düştü. bir onda yıkıldı, parçalandı, unufak oldu. bu yüzden değil midir ki ben ne zaman sizinle olsam, her seferinde yanınızdan küllerle çıktım. orda sayrılı, varla yok arası kaldım.
ıv.
bazen, neden bilmem, seni durup dururken yıkıntılar,
ölü denizler, ölü kentler arasında kurduğum olur.
(hem değil mi ki ben bunları sana bir ortaçağ kentinden
yazıyorum; hem yine değil mi ki şimdi bu eski kentin, güzelim,
küçük, dar sokaklarını, avuç içi kadar alanlarını, dolambaçlı taşlık
yollarını, sarnıçları, çıkmaz sokaklarını [ne çok çıkmaz sokak var],
eski mendireği, gizli limanı, sonra da saint-petrum kalesini, surları
böyle nice nice yıkıntıyı dolaşırken seni düşünüyorum.
öyleyse buna niçin şaşmalıyım?) ama yine de sizin bana böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih
içinde çıkıp gelmenizi anlamıyorum. ben ki bu dünyaya yeni
kuruluyormuş, yeni görüyormuşum gibi bakmışımdır hep.
böylece de, bu dünyada olmak (ki ben orda bir ilkçağlı gibi
bulsam da kendimi) bana yetmiştir. neyse işte. seni ne zaman usumun yangınlarından kurtarıp kursam, sen bana hep böyle insanlığın haline benzeyen (hem iyi ki öyle,
bir insan başka türlü nasıl güzel olabilir?) yıkıntılar içinde gelip
vuruyorsun. belki de bu benim sana hüzünler yaratmak istememdendir.
böylece de insana en yakışan şeyi bulduğumu sanmam, onunla
gönenmemdir. ya da (bu belki çok şaşırtıcıdır ama) birden çok eski
çağlara uzanıp, nefertiti'yi (bilmem niçin nefertiti?) düşünüp, sana
tarihte bir yer aramak istememden geliyordur bu. kim bilir?
yoksa başka niçin seni böyle yıkıntılar, ölü kentler, ölü tarih içinde kurayım?
v.
-sunu
böyle sizi resimlerden, ölü kentlerden bu 1980 kışının akşamüstlerine indirdiğim zaman,
neden bilmem, sizi, sizin o buğdaylar, uzun güzel otlar, ırmaklar tadındaki durgun, gizil
beyazlığınızı anlatamayacağımı anlarım. çocukluğumun karne notları gibi o hüzünlü
güzelliğinizi siz sanki dünya yüzüne hiç çıkarmamışsınız gibi gelir bana.
bunun için de sizi hiçbir şeyle karşılaştıramam. yine sizin korkunç beyazlığınıza olan o
onmaz tutkumun nerden geldiğini bilemem. belki bu benim yalnız, fukara büyümemdendir.
belki de benim gibi kara kuru bir çocuğun, umarsız ilhan berk'in, kafasında beyazı (o dokunulmaz olan beyazı) olağanüstü büyütmesindendir. ama ben onu nasıl büyütmezdim? benim gençliğimi de (yatağını, kapalı, dökülen bir kadınla paylaştığım gençliğim!) zincirlere vuran hep o değil miydi? yine belki de bu öylesine karanlık olan kimliğimi, 1918 yılının bir sabahı, hiçbir anlamı olmasa, herkes gibi bir yerlere yazıp altını çizmememden, onu hiç anımsamamamdan, sonra da bu karanlık, acımasız, anlamsız dünyayı yok saymamdandır. kim bilir? bugün ortaçağ yapıları gibi dökülen beni, sizin yirmi üç yaşınız böyle buldu işte!
şimdi ne zamandır kapandığım koca bir dağın eteğinde, küçük, karanlık bir odadan bunları
size yazarken, benim yıllarca büyüttüğüm hep sizin o onmaz beyazlığınız olduğunu
anlıyorum. bunu bilemeyeceğiniz kadar da böyle bilmenizi isterdim."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder